İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

William Saroyan’ın ilk romanı: İnsanlık Komedisi

‘İnsanlık Komedisi’ savaşın yarattığı yıkımdan filizlenen bir roman. Fakat bu, onun savaş meydanlarını anlattığı yahut bir propaganda aracı olduğunu anlamına gelmiyor.

Beyza Ertem

Son sayfasını okuyup elinizden bıraktığınız anda, sevdiklerinize mektup yazmak istediğiniz, onlara iyi haberler vermeyi arzuladığınız bir kitap okudunuz mu hiç? Saroyan’ın romanı ‘İnsanlık Komedisi’, böyle kitaplardandır. Fakat bu romandaki telgraflar, bir aile için o dönemde olabilecek en kötü haberleri içerir: Ölümü, haneden eksilenleri, kayıpları…

1943 yılında yayımlanan ‘İnsanlık Komedisi’, ömrüne öykü, roman ve oyun türünde onlarca kitap sığdırmış olan William Saroyan’ın ilk romanı. Savaş yıllarında hayat bulan hikâyede, savaşı bir fon olarak kullanıp Ithaca’daki yaşamın olağan akışına odaklanıyor Saroyan. Romanın başkişisi olarak görünen Homer’ın yeni işi ‘telgraf haberciliği’ üzerinden ve diyalogların gücünden yararlanarak, bir kasabanın, bir ailenin ve savaşın portresini çiziyor. İnsanı mümkün olduğunca samimi ve hakiki biçimde anlatan, mayasında saf iyilik ve sevgi bulunan klasik bir Saroyan kitabı diyebiliriz ‘İnsanlık Komedisi’ için.

Beril Eyüboğlu’nun çevirisiyle Aras Yayıncılık’tan çıkan kitabın Aziz Gökdemir tarafından kaleme alınan ‘İnsanlık Komedisi Üzerine’ bölümünde belirtildiği gibi, bu romanın ilginç bir hikâyesi var: 1942 yılında MGM film şirketi Saroyan’dan bir ‘film özeti’ ister. Bu film, savaşın halk üzerindeki tesirini ortaya koyan, seyircinin hızlıca benimseyebileceği bir film olacaktır. Saroyan’ın yazdığı hikâye senaryolaştırılırken, bir yandan da yazar tarafından romanlaştırılır. Böylece ‘İnsanlık Komedisi’, filmi romanından önce muhatabıyla buluşan bir esere dönüşür. Fakat (Oscar ödüllü) senaryoda Saroyan’ı rahatsız eden değişiklikler vardır ve yazar eserinin haklarını devralmak için çabalar. “Saroyan, sonradan savaş hizmetinde kullanılacak bir yapıta kaynaklık ettiği için kendisini eleştirecektir.” (s. 10)

‘BU HİKÂYE TAKUHİ SAROYAN İÇİN’

Romanın bir de Meg Ryan-Erik Jendresen uyarlaması mevcut. Doğrudan olayların yaşandığı Amerikan kasabası ‘Ithaca’nın adıyla ve ‘dram’ etiketiyle seyircisiyle buluşan filmin senaryosu Erik Jendresen imzası taşıyor; yönetmeni ise Meg Ryan. Alex Neustaedter, Jack Quaid, Meg Ryan, Sam Shepard, Hamish Linklater ve Tom Hanks gibi isimlerin hayat verdiği hikâye, aslına neredeyse birebir sadık kalınarak senaryolaştırılmış. Öyle ki birkaç ayrıntı dışında, (ki bunlar arasında en mühimi, abisi Marcus’un Homer’a gönderdiği ve kitapta bir bütün olarak gördüğümüz mektubun filmin belirli sahnelerinde parça parça okunmasıdır) filmi kitapla birlikte takip etmek mümkün. Öte yandan Saroyan’ın da kitabını kurgularken beyaz perdeye aktarmaya ne derece uygun bir planda hareket ettiğini görüyoruz. 39 kısa bölümden oluşuyor ‘İnsanlık Komedisi’; bu bölümlerden bazılarında yaşananlar, bir sonraki bölümde -yeni bir başlığın altında- devam ediyor. Kimi bölümlerde yazarın kendi adıyla anılan ve kabul gören ‘Saroyanesque’ tarzdan uzaklaştığını hissetsek de, romana bir bütün olarak baktığımızda Saroyan’ın doğal üslubunu ve temel meselesinin her zaman ‘insan’ olduğunu fark etmemek mümkün değil. Yazar savaşın haneler üzerindeki tesirini anlatırken bir yandan da Homer’ın gelişimini, dönüşümünü aktarıyor okuruna. Bu noktada telgraf müdürü Thomas Spangler ve yaşlı telgrafçı William Grogan’ın Homer ile kurduğu iletişimin ve Grogan ile Homer arasındaki diyalogların, anlatıda mühim bir rol oynadığını söyleyebilirim. Öte yandan anlatımda belirgin bir canlılık var; özellikle Homer’ın küçük kardeşi Ulysses’in anlatıldığı bölümlerde onu hayal etmek, zihinde canlandırmak oldukça kolay.

İlk romanını annesine ithaf etmiş Saroyan. Bilindiği üzere babası Armenak Saroyan’ı çok küçük yaşta kaybeden yazar, kardeşleriyle birlikte bir yetimhaneye yerleştirilmiş ve annesi Takuhi Saroyan’ın bir konserve fabrikasında iş bulmasıyla onun yanına geri dönmüştür. Yetimhanede geçen beş yılının izleri kitaplarına da yansımıştır. Saroyan’daki bu ‘ebeveyn/aile’ krizine, ‘İnsanlık Komedisi’nde de rastlıyoruz. Başkişi Homer’ın babasızlığının yanı sıra, Marcus’un savaş meydanındaki arkadaşı Tobey yetimhanede büyüdüğünü anlatıyor romanda. Bunlarla birlikte Saroyan’ın annesine ithafında ‘dil’ üzerine kurduğu cümleler, aile tarihinin orta yerinde duran göç gerçeğini işaret ediyor. ‘Bu Hikâye Takuhi Saroyan İçin’ başlıklı giriş yazısından:

“Sen İngilizce’yi Ermenice kadar iyi okuyamadığın, dolayısıyla Ermenice gibi tadına varamadığın, bense Ermenice’yi ne okuyabildiğim ne de yazabildiğim için, ümidimizi iyi bir çevirmene bağlamaktan başka çaremiz yok. Her ne hal ise, bu hikâye senin için yazıldı. Umarım beğenirsin. Mümkün olduğu kadar yalın olsun, sana ve ailemize mahsus ciddiyetle uçarılığın bir karışımı olsun istedim. Hikâye yetmeyecek biliyorum, ama ne yapalım! Sana yeterli gelecektir eminim; çünkü onu oğlun yazdı, üstelik de büyük bir iyi niyetle.” (s. 13)

BİR MOZAİK: İNSAN

‘İnsanlık Komedisi’ savaşın yarattığı yıkımdan filizlenen bir roman. Fakat bu, onun savaş meydanlarını anlattığı yahut bir propaganda aracı olduğunu anlamına gelmiyor. Romanda top-tüfek seslerini değil, kasabadaki hanelerin sessizliğini dinliyoruz. Alelade bir an parçasıyla açılıyor kitap, küçük Ulysses’in yaptığı merak dolu gezintilerden biriyle. Fakat bu gezinti kısa süre içinde, bir yük treninden kendisine el sallayan ‘zenci’ sayesinde, Ulysses için eşi benzeri olmayan bir deneyime dönüşüyor. ‘My Old Kentucky Home, Good-Night!’ şarkısını söylediği duyulan bu adam, sesleniyor küçük Ulysses’e: “Evime gidiyorum evlat. Ait olduğum yere dönüyorum!” (s. 16) Saroyan ‘klasik’ bir anlatıcı gibi savaş yıllarını betimleyerek değil; bu sahneyle, küçük bir çocuk ile evine dönen bir adamın birbirlerine uzaktan fakat bir o kadar da kalpten temasıyla başlıyor romanına. Savaşın varlığını ‘eve dönüş’ imgesiyle hissettiriyor.

Hikâyeye kısaca bakalım: Homer Macauley, 14 yaşında bir çocuk. Babasını yitirdikten ve ağabeyi Marcus savaş için göreve gittikten sonra (ablası Bess, küçük kardeşi Ulysses ve annesinden oluşan) ailesinin sorumluluğunu üstlenerek telgrafhanede çalışmaya başlıyor. Fakat gece yarısı kapılarını çaldığı insanların yaşadığı duygu durumlarına şahitlik ettikçe, hem yaptığı işe bambaşka bir gözle bakmaya başlıyor hem de Saroyan’ın aktardığı biçimde ‘büyümeye’. Okulda da farklı bir çocuk olan Homer, dünyayı ‘görmeye’, onu çevresindekilerden farklı biçimde algılamaya meyilli. Ki Saroyan onun bu işten önce de farklı bir çocuk olduğunu bize en baştan hissettiriyor. Bu noktada romanın ‘Bayan Hicks’ başlıklı bölümü ve Homer ile öğretmeni arasında geçen konuşma dikkate değer. Burada öğretmenin dilinden dökülenler ise Saroyan’ın ‘insancıl’ tavrını ortaya koyması bakımından romanın en mühim kısımlarından:

“Sınıfımdaki çocuklar insansa eğer, onların birbirinin tıpatıp benzeri bir insanlık sergilemelerini istemem. Fırsatçı olmadıkça, birbirlerinden ne bakımlardan ayrıldıkları benim için fark etmez. Ben çocuklarımın her birinin kendisi olmasını isterim. (…) Ben çocuklarımın insan olmalarını isterim. Her biri ayrı, her biri özel, her biri tüm ötekilerden hoş ve heyecan verici bir farklılığa sahip… (…) Gerçekten insan olmaya ancak, birbirinize beslediğiniz doğal nefrete rağmen, birbirinize saygı gösterdiğiniz zaman başlayacağınızı bilmesini isterdim.” (s. 63)

Savaş yıllarında insanın insana bakışını ve Homer’ın içinde bulunduğu açmazları olanca şeffaflığıyla ortaya koyan iki bölümden daha söz edebilirim. Bunlardan ilki, romanın ‘Soyguncu’ başlıklı 22. bölümü. Burada, telgrafhane müdürü Spangler ve soyguncu arasındaki diyaloglar, dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır. “Herkes herkesi öldürüyor zaten, ben de seni öldürmüşüm ne fark eder. Beni de öldürecek olsalar umurumda değil,” (s. 112) diyen soyguncunun aslında neden telgrafhanede bulunduğu ve amacının soygun olmadığı anlaşılana dek, biz okurlar Spangler’ın romanın üzerine inşa edildiği saf iyilik fikrini temsil ettiğini fark ediyoruz. Ki Spangler, soyguncu için de dürüstlüğü temsil etmekte ve ona bu dünyada yaşamak için bir neden vermekte:

“Anlayabilecek misiniz bilmem ama tabancayla buraya gelmemin nedeni, bu dünyada bir başkasına dürüst davrandığına tanık olduğum yegâne adamın, gerçekten öyle olup olmadığını, sırf dürüst olduğu için mi böyle davrandığını, kesin olarak öğrenmek içindi. Bunun tesadüf olup olmadığını anlamak için geldim. (…) Ama sonra evden binlerce mil uzaktaki yabancı bir şehirde birdenbire dürüst bir adama rastladım. Huzurum kaçtı. Uzun zaman bundan rahatsız oldum. (…) İnanmak istiyordum, çünkü yıllardır kendi kendime, ‘Dünyanın yozlaştırmadığı bir insan bulayım ki, ben de yozlaşmaktan kurtulayım; buna inanarak yaşayabileyim,’ diyordum.” (s. 116-117)

Bahsettiğim ikinci bölüm ise, ‘Soyguncu’yu takip eden ‘Karabasan’ başlıklı bölüm. Bu bölümde Homer’ın taşıdığı yüklerin ağırlığı altında ezildiğini anlamamızı sağlayan bir rüya sekansı yer alıyor. Homer’ın üstüne karabasan gibi çöken varlık, tıpkı kendisi gibi (hatta anlayacağı üzere bizzat kendisi) bisikletli bir haberci. 200 metre alçak engelli yarışında umduğunu bulamasa da kasabada ‘hızıyla’ ünlenen Homer, bu haberciye yetişmek, onun kasabaya girişine engel olmak için çabalıyor; çünkü onun bir ‘ölüm habercisi’ olduğunun farkında. Şöyle diyor anlatıcı: “Dünyada hiçbir şey onun Ithaca’ya varmasını engellemekten daha önemli değildi.” (s. 121) Bu cümle, Homer’ın yaptığı işi yalnızca ölüm haberciliği olarak gördüğünün, aslında ulaştırdığı telgrafları engellemek istediğinin bir ispatı niteliğinde. Nihayetinde yetişkinlerin üstlenebileceği bir görevi var Homer’ın, hatta romanda telgrafhanede çalışmak için aslında 16 yaşında olması gerektiği de özellikle vurgulanıyor.

‘İNSAN OLAN HİÇ KİMSE BENİM DÜŞMANIM OLAMAZ’

Romanda Homer’ın değişimini günbegün takip etmemizi sağlayan, onun dünyaya, savaşa ve insana bakışını yansıtan kısımlar, genellikle Homer ile gece boyunca onu bekleyen annesi arasındaki konuşmalara dayanmakta. Örneğin, bir sabah, önceki gece işten dönerken bir anda ağlamaya başladığından, oysa dünyada yalnızca küçük çocukların ağladığını sandığından bahsediyor Homer. Kasabaya uzaktan bakmayı başaracak kadar olgunlaşmış, Ithaca’nın insanlarını gerçekten görmeye başlayan, onlar için dertlenen ve dua eden bir çocuktur artık. İnsanın keşfettiği her şeyin kötü yahut acı olduğuna inanmaktadır. Annesinin sözleri ise hem Homer için bir tesellidir hem de Saroyan’ın tüm insanlığa dokunuşudur:

“Bir insan dünyanın ıstırabına göz yaşı dökmemişse, yarım insandır. Yeryüzünden ıstırap hiç eksilmeyecek. Bunu bilmek yeise kapılmayı gerektirmez. İyi bir insan acıları hafifletmeye çalışır. Akılsız insan kendi acılarından başkasını fark etmez bile. Zavallı, talihsiz, kötü insan ise acıyı her gittiği yere yayarak daha da derinleştirir.” (s. 142-143)

Saroyan, savaşın sorumluluğunu yalnızca düşmana yüklemiyor, hatta ‘düşman’ kavramının da içini oyuyor. Bunu, Marcus’un Homer’a yazdığı mektupla yapıyor. Roman boyunca telgraflarla ve kasabada görülen askerlerle varlığı hissettirilen savaş, bu mektupla birlikte ne sebebi ne sonucu/ne galibi ne mağduru olan bir sorunsala dönüşüyor. Marcus’un sözleri, 40’lı yıllardan bugüne, ne uğruna mücadele ettiğini bilmeyen gençlerin manifestosu niteliğinde:

“Savaşlara hiç inanmadığım, gerekli olduklarında bile saçma bulduğum halde, şimdi orduda olmaktan onur duyuyorum, çünkü bir sürü insan benim gibi savaşın içinde. (…) Hiçbir düşmanı insan olarak kabul etmiyorum, zira insan olan hiç kimse benim düşmanım olamaz. O her kim olursa olsun, benim dostumdur. (…) Kendimi bir kahraman gibi hissetmiyorum. (…) Kimseden nefret etmiyorum. Öte yandan aşırı yurtsever de değilim. Ülkemi, insanlarını, şehirlerini, evimi, ailemi her zaman sevdim. Keşke asker olmasaydım. Keşke savaş olmasaydı. Gelecekte beni neyin beklediğini bilmiyorum ama her ne olacaksa razıyım; hazırım gerekeni yapmaya.” (s. 183)

Saroyan incelikle kurguladığı romanının finalinde ‘tahmin edilebilir’ olanı veriyor okuruna. Marcus ve arkadaşı Tobey arasındaki diyaloglar ile Marcus’un mektubu, aslında bizi adım adım sona hazırlıyor. Romanın eleştiriye açık yönünün bu olduğu kanaatindeyim. Kitabı okumamış olanlar için fazla ipucu vermeden şunu da eklemek isterim: Son tahmin edilebilir olsa da Saroyan okurunu şaşırtmak istemiş ve Bay Grogan’ın teslim aldığı ‘son telgrafı’ metnine bir merak unsuru olarak yerleştirmiş. Bu tercihiyle yazar, roman boyunca Homer üzerinde tesiri olan, tıpkı Spangler gibi ‘saf iyiyi’ temsil eden ve günün sonunda Homer’ın acısını paylaşan Grogan’ın hatırasını ölümsüzleştirmiş.

Acıya yaslanan bir kitabın adında neden ‘komedi’ sözcüğü yer alır? Saroyan, savaşın ve yozlaşmış bütün insani duyguların ironisini yapıyor romanında. Bugün dünya Saroyan’ın hikâyelerini anlattığı dönemden çok daha karmaşık. Belki küçük Ulysses kadar özgür değiliz, sevimli çocuk çetelerinin kol gezdiği kasabalarda yaşamıyoruz. Belki telgraflar da yok artık, fakat kötü haberler hâlâ var. İnsan, kiniyle, düşmanlıklarıyla, hırsıyla yaşamaya devam ediyor. Yine de… Saroyan’ın metninde işaret ettiği gibi, acıyla birlikte umut da var: ‘İyi insan’ olmanın umudu.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.