İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Saroyan soruyor: Peki biz neden terk ettik burayı?

Film boyunca silüetini izlediğimiz Saroyan konuşuyor, bazen yazmayı bile bilmediği Bitlis Ermenicesinde, çoğu zaman İngilizce. Kullandığı lisandan bağımsız olarak, aynı zamanda Türkçe ve Kürtçe de konuştuğunu var sayabiliriz. Çünkü ‘konuştuğu dilin sesi’ ve ortak tarihi ve kavramları bu topraklarda konuşulan dillerin hepsini sahiplenmesini sağlıyor: “‘Kürtçe’ derdi anneannem, ‘Kalbin dilidir.’ ‘Türkçe müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak.’ ‘Bizim dilimiz’ diye bağırırdı, ‘Acının dilidir.’ ‘Ölümü tattık hep, dilimizde nefretin ve öfkenin yükü var.’”

Güzin Sarıoğlu

Günümüzde geçerli akçe unutmak ya da geçiştirmek. Her şeyi unutmamız, unutamadıklarımızı geçiştirmemiz bekleniyor. Bunu yapanlara “güçlü” insan deniyor. “Bana ayırdığın beyaz sayfa” için teşekkür ederdik ya eski hatıra defterlerinde, şimdi de hayata bu bembeyaz ama boş sayfalar için, bu boşluğun ima ettiği, düşünmeme, hatırlamama ve neredeyse yaşamama mutluluğu için teşekkür etmemiz gerekiyor sanki. Kişisel olarak da, memleket olarak da iyi kötü hatıralarla hesaplaşmaktan kaçınmamız, hiçbir şeye sahip çıkmamamız, hayatlarımızı boşluk üzerine kurmamız gerektiği arka planda sürekli tekrarlanıyor.

Yakın zamanda Mubi’de Lusin Dink’in 2012 yılı yapımı “Saroyan Ülkesinde” dram-belgeseli gösterime girdi. Ben de ilk kez bu vasıtayla “Kendisini ‘Ermeni, Amerikalı ve Bitlisli bir yazar’ olarak tanımlayan Ermeni asıllı Amerikalı yazar William Saroyan’ın 1964 yılında Bitlis’e yaptığı yolculuğu konu alan” ve Saroyan’ın yazdığı metinlerin eşlik ettiği bu filmi izleme imkanı buldum. Saroyan’ın kendi sakin ama gürül gürül akan üslubuyla bize sorduğu sorularla dolu, hatırlamak ve sahip çıkmak üzerine bir film. Hafızanın ne olduğunu, her şey iyi giderken tutulmayan kayıtların acılarla karşılaşınca nasıl tutulmaya başlandığını anlatırken, ‘memleket’in nasıl bir şey olduğunu da Saroyan’ın sözleriyle sorguluyoruz:

“İnsanın ülkesi neresidir?

Belli bir yerdeki toprak parçası mı?

Oradaki ırmaklar mı, göller mi, gökyüzü mü?

Ayın doğuşu mu, güneş mi?

İnsanın ülkesi ağaçlar mı, bağlar, çimenler, kuşlar, kayalar, tepeler ve dağlar ve vadiler mi?

İklim mi? Bir yerin ilkbaharı, yazı ve kışı mı?

Kulübeler ve evler, şehrin sokakları, masalar ve sandalyeler, çay ve sohbet mi?

Yaz sıcağında dalında olgunlaşan şeftali mi?

Toprakta yatan ölüler mi?

Göğün altında, o ülkenin her yerinde konuşulan dilin sesi mi?

Genizden ve yürekten gelen şarkı mı?

O dans mı?

İnsanın ülkesi havaya, suya, toprağa, ateşe ve hayata ettiği şükran duaları mı?

Gözleri mi? Gülümseyen dudakları mı?

Keder mi?”

William Saroyan’a dair herhangi bir şey okumak, izlemek, hayata onun gözlerinden bakmak benim için heyecan verici.

Saroyan ile ilk karşılaşmamın üzerinden çok yıllar geçti. Şu anda garip gelecek belki ama lisede İngilizce dersinde okuduğumuz kısa hikayeler kitabında, ilk okuduğum andan bu güne aklımdan çıkmayan bir Fresno hikayesi vardı. Hikaye İngilizce olsa da, verdiği hissin gayet ‘bizim buralar’dan olmasına şaşırmıştım. Sonradan öğrendim Saroyan’ın zaten bizim buralardan olduğunu. Şaşırılacak olanın Saroyan’ı okurken duyduğum aşinalık hissi değil, bunun sebeplerini bilmememiz olduğunu da fark ettim tabii. Lusin Dink’in filmi de, Saroyan’ın var oluşunun verdiği bu sıcaklığı bize çok güzel yansıtıyor.

Daha önceki yıllarda Türkçe’de tek tük yayımlanan Saroyan çevirileri, 2000’lerin başından itibaren Aras tarafından yayımlanmaya başlandı. Ama benim en çok sevdiğim ilk gençlik yıllarının eseri ‘Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’daki hikayelerin çoğu Türkçeye çevrilmemişti. Bu kitabın da dün, 24 Nisan 2021 tarihinde yayımlandığını öğrendim. Bu vesileyle, henüz Türkçesini okumamış olduğum bu kitabı da, neredeyse 100 yıl önce ABD’de Fresno’da yaşayan bir Bitlisli Ermeni genç ile ne kadar aynı toprakların insanı olduğumuzu anlamak, memleket üzerine, ev üzerine düşünmek isteyenlere tavsiye ederim.

Şimdi filme geri dönelim… Saroyan, 1964 yılında yıllardır tasarladığı ama hep ertelediği, aile büyüklerinden mütemadiyen dinlediği ama hiç görmediği, Amerika’ya göçen bütün Türkiyelilerin, dayısı Hosrov’a göre ‘zavallı bağrı yanık yetimler’in hasretlerini konuşmadan da anlatabildikleri 10 bin km uzaktaki ‘ev’ini ya da ‘memleket’ini görmek için Türkiye’ye gelir.

İlk durak İstanbul. Burada gazeteci Bedros Zobyan ve sanayici Ara Altunyan ile buluşur. Az çok güzergâhı belirlerler. 9 Mayıs 1964’te Anadolu’yu boylu boyunca kat edecek 15 günlük bir araba yolculuğuna koyulurlar. Ankara, Samsun, Giresun, Trabzon, Erzurum, Van ve asıl menzil olan Bitlis…

Film boyunca silüetini izlediğimiz Saroyan konuşuyor, bazen yazmayı bile bilmediği Bitlis Ermenicesinde, çoğu zaman İngilizce. Kullandığı lisandan bağımsız olarak, aynı zamanda Türkçe ve Kürtçe de konuştuğunu var sayabiliriz. Çünkü ‘konuştuğu dilin sesi’ ve ortak tarihi ve kavramları bu topraklarda konuşulan dillerin hepsini sahiplenmesini sağlıyor:

“‘Kürtçe’ derdi anneannem, ‘Kalbin dilidir.’ ‘Türkçe müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak.’ ‘Bizim dilimiz’ diye bağırırdı, ‘Acının dilidir.’ ‘Ölümü tattık hep, dilimizde nefretin ve öfkenin yükü var.’”

Bitlis’e yaklaşırken, artık Saroyan’ın içi içine sığmıyor. Hayat, onun hep olmasını istediği gibi coşkulu ve heyecanlı… Uzaklarda ölen babasının, annesinin ve anneannesinin hasretlerini de gideriyor bu seyahatte sanki. Memleketine, Bitlis’e, yurdundan uzak yaşayan ve ölen, öfkeli ama sevgi dolu tüm insanlar adına gelmiş gibi…

“Burada olmaktan çılgıncasına mutluyum.”

Bitlis’te artık tek bir Ermeninin bile olmadığı, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı eski Ermeni mahallesinde Saroyanların evini arıyor. Bulamıyor ama, ne fark eder ki? Bu ev ya da o ev. İşte buradaki evlerden ya da yıkıntılardan biridir evleri.

“İşte sonunda Bitlis’teyim. Ailemin yüzyıllarca yaşadığı topraklardayım. Babam Armenak’ın ve annem Takuhi’nin, babamın babası Bedros’un ve annesi Hıripsime’nin, annemin babası Minas’ın ve annesi Lusintak’ın doğdukları yerdeyim.

Sanmıyorum ki ille de bu gördüğüm insanların dedeleri hayatı yaşanmaz hâle getirmiş olsun. Ve Minas’ın Lusintak’a ‘Git buralardan. Aileyi de al, Amerika’ya götür. Burası bize uygun değil artık’ demesine sebep olsun. Sonra Minas öldü ve Lusintak gerçekten de aileyi buradan götürdü. Ben böylece, burada değil de Fresno’da doğdum.

Peki, biz neden terk ettik burayı?”

Bir 24 Nisan daha geçti. Yine ortalık toz duman. Sorular çok, cevapları utanç duymadan verebilme imkanından yoksunuz. Ama yine de, bir ucundan tutmak isteyenlere Saroyan’ın kitaplarındaki ve filmdeki yumuşacık ama öfkeli sesinin yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Ne de olsa aynı toprakların insanlarıyız. Birbirimizden medet ummak en iyi yol.


Serbestiyet

Yorumlar kapatıldı.