İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Talat, Gökalp ve Atatürk, kuruluş döneminin üç ‘baba’sı olarak görülebilir””

Ferda Balancar

Tarihçi Hans-Lukas Kieser’in ‘Talat Paşa: İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı’ başlıklı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kieser ile Talat Paşa’nın hayatı ekseninde 1908’den günümüze Türkiye’nin yakın tarihini konuştuk.

Önce kitabın adından başlayalım. Kitabın İngilizce baskısında alt başlık olarak, ‘Father of Modern Turkey’ ifadesi kullanılmış. Neden Talat Paşa’nın ‘Modern Türkiye’nin babası’ olduğunu düşünüyorsunuz?

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) akıl hocası Ziya Gökalp, 1915 yazında İTC lideri ve nazır Talat için yazdığı lirik şiirinde “Sen, olmasan öksüz kalır bu millet,” diyerek onu ulusun babası ilan eder. Osmanlı’nın son on yıllık döneminde, özelikle de diktatör İTC parti-devleti zamanında (1913-18), Talat şüphesiz en önemli politikacıydı. Bu dönemde, Talat partideki yakın arkadaşı Gökalp’in yeni tanımladığı modern ama hâlâ imparatorluğa özgü Müslüman – Türk ulusu tanımını tamamen benimsemiş ve uygulamaya geçirmiştir. 1913-14’ün üçler erkinden daha önemlisi Talat-Gökalp eş yöneticiliğiydi; yani siyasi uygulayıcı ve ideolojik akıl hocasından oluşan biçimlendirici sinerjiydi.

1908 Devriminin anayasal tanımı ve anlayışının aksine, Gökalp’in fikirleri korporatist ve etnik-dinsel bakımdan taraflıydı. Bu şekliyle, bu anlayış Osmanlı sonrası Türkiye’de de geçerliydi. Bu anlayış, demokratik ve ülkedeki bütün yerli çıkar grupların arasında tartışılmış modern eşitlikçi sosyal mutabakatı reddederken, Müslüman-Türk eşitliği ‘esas’ına dayanmaktaydı. Protofaşist bu anlayış tek lider yönetiminde, otoriter ve üniter merkezi devlet ile yan yana yer almakta ve liderlik ile Türklüğü kahramanlaştırmaktadır. Bireylerin, hayatlarını ‘ideal’ uğruna feda etmeleri haricinde fazla önemi yoktur.

1913-18’deki bu siyasi kaideler doğrultusunda, Nazır Talat, partideki eş-görevliler ve onların tek parti rejimi 1915’ten itibaren Soykırım da dahil demografik mühendisliğin mimarı oldular. Bu yok edici mühendislik demografik, ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda Anadolu’nun sadece Müslüman Türkler için bir ülke olmasına ve onlarla tanımlanmasına hizmet etti. Talat ve arkadaşları tarafından belirlenen bu mühendislik, İmparatorluğun Birinci Dünya Savaşı’ndaki (1914-18) yenilgisinden sonra, Kemalistlerin ve Kemal Atatürk’ün Anadolu’da Türkiye’yi üniter bir ulus-devlet olarak kurmasında da belirleyici temeldi. Atatürk, Talat’ın doğrudan siyasi varisiydi.

Büyük oranda eski İTC kadrolarından, özellikle de Talat tarafından eğitilen ve ona yakın kişilerden oluşan milliyetçi hareket Ankara’dan merkezi idare ve hegemonyayı yeniden inşa etti. Kemalizm yine büyük oranda Talat’ın yakın arkadaşı olan ve Mustafa Kemal’in “geç ama güçlü bir şekilde ısındı”ğı (Falih Rıfkı Atay’ın ‘Çankaya’da yazdığı gibi) Ziya Gökalp’ten ilham almıştı. Gökalp’i ‘fikirlerimin babası’ diyerek kabul etmişti.

Atatürk ve Talat, 1918’den önce de birbirlerini iyi tanıyorlardı. 1918’den sonra, Kemal Paşa Ankara’dan, Talat Paşa da sürgünde olduğu Berlin’den, ortak milliyetçi amaçlarında işbirliği yaptılar. Talat Paşa Berlin’de başka gruplar yanında, ilk zamanlar Bolşeviklerle de kritik bağlantılar kurulmasına katkıda bulunmuştu.

Hepsinden önemlisi, kitabımda ‘tek baba’ değil, sadece ‘baba’ yazar. Bu şu anlama gelir: Hem Atatürk hem Talat, diğer pek çok eş görevli ile birlikte, Osmanlı sonrası milliyetçi Türkiye’ye ‘baba’ olmuşlardır. Her ne kadar onlarca yıl birincisi ‘ebedi lider’in arkasında saklı da kalsa, ikisi de Türkiye’nin kurucularındandır – üstelik bunun sebebi özellikle Talat’ın isminin soykırımla sıkı sıkıya bağlı olduğu içindir. Son tahlilde, siyasi düşünce tarihini de içine alarak, 1910’lardan 1930’lara kadar devam eden kuruluş döneminin tamamında bakarsak, en doğrusu Talat, Ziya Gökalp ve Kemal Atatürk’ten oluşan biçimlendirici ‘üç baba’dan bahsetmektir.

1913’ün hem Osmanlı’nın son dönemi için hem de Modern Türkiye’nin kuruluşu açısından çok önemli bir tarih olduğunu belirtiyorsunuz? Neden 1913 hem Osmanlı hem de Türkiye tarihi açısından bu kadar önemli bir tarih?

1913 yılı Ocak’ta başarılı bir sivil darbeden sonra, son derece baskıcı ve savaş yanlısı İTC tek-parti yönetimi ortaya çıktı ve – demokratik açıdan çok talihsiz bir şekilde – Türkiye’nin ulusal kurtuluşunun modern anlatısı başladı. Her ne kadar Kemalistler elbette en çok 1919’dan 1923’e kadar süren ulusal başarıyı üstüne basa basa öne çıkarsalar da, 1913’te İTC rejiminin Edirne’yi kurtarması ve 1915’te Gelibolu’daki zafer kurumsallaşmış toplumsal tarihin önemli olaylarından olmaya devam ediyor.
Talat’ın ve İTC’nin hem Gökalpçi hem de otoriter dönüşümü 1913’ten kısa süre önce başladı. Kitapta ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi, Temmuz 1912’deki liberal-tutucu darbenin geçici başarısına karşı Talat’ın ve İTC’nin tutumu 1913’te olacaklara giden yolu belirledi. Bunun içinde Eylül 1912’den itibaren özellikle savaş yanlısı tutumun benimsenmesi de vardı. Savaş çağrısı, ‘vatanperver’ hislerin ve kırgınlıkların tahrik edilmesi, hoşgörülü liberallere karşı yeniden gücün ele geçirilmesi ve diktatörlüğün kurulması için siyasi bir araç olarak kullanıldı.
Krikor Zohrab’ın günlüklerinde Aralık 1913 ve 1914 Ocak ayı başında acı içinde dile getirdiği gibi, kaçınılmaz ancak mantıklı olarak, 1913 İTC ve Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF) ile diğer Osmanlı-Ermeni liderlerinin de neredeyse tamamen birbirinden koptukları yıldı. Doğu illerinin yönetiminde daha demokratik, eşit ve kapsayıcı katılımın olması için uluslararası anlamda denetlenen reformlar – biraz yanıltıcı olarak ‘Ermeni reformları’ olarak adlandırılmıştır – Talat ve çevresinde olduğu kadar Doğu Anadolu’daki pek çok bölgedeki ağalarda da öfke uyandırmıştı. Talat’ın işbirlikçilerinden Hamit Kapancızâde’nin anılarında açıkça belirttiği gibi, ülkenin etkin reformlara acil ihtiyacı olmasına rağmen, hepsi Ermenilerin reformların uluslararası gözlemcilerce kontrol edilmesinde ısrarlı olmalarına sinirlenmişlerdi.

Kitabınız bana son yıllarda Türkiye’de de çok kullanılan ‘mahalle baskısı’ kavramının 1908 sonrası İttihatçılar tarafından kullanılan bir kavram olduğunu hatırlattı. Talat Paşa ve İttihat Terakki yönetiminin ‘Ermeni meselesinin hallolması’ konusunda ciddi bir ‘mahalle baskısı’yla karşı karşıya kaldıklarını söyleyebilir misiniz?
‘Mahalle baskısı’, geç-Osmanlı’daki toplu ve halka açık şiddet olaylarının hemen hepsinde önemli bir rol oynamıştır. Büyük oranda Sünni failler tarafından işlenen bu şiddet neredeyse her zaman merkezi yöneticilerin emirleri ve belirlediği sınırlara bağlı olup onlarla etkileşim içindeydi. Pogromlar halkın dikkatini siyasi başarısızlıklar ve gerginlikten uzağa çekti, yağmacıları zenginleştirdi ve bir süre toplumsal hasedi yatıştırdı.

Böylece, Sultan II. Abdülhamit’in saray hükümeti 1890’larda Ermenilere karşı işlenen büyük çaplı katliamlara göz yumdu. Özellikle Doğu bölgelerinde, ‘mahalle baskısı’ değilse bile, kesinlikle önemli ağalar ve kentlerdeki ileri gelenler ‘Ermeni reformları’ndan, Ermeni rakiplerinden ve sonunda da Ermenilerden kurtulmaları için merkeze baskı yaptılar. Onları harekete geçiren hem maddi hem de siyasi nedenlerdi; yani denetimsiz ve kimselerle paylaşmadıkları gücü kurmak ve devam ettirmekti.

Ne var ki, soykırım sadece ‘mahalle baskısı’ ile yapılamaz. Soykırım için merkezi hükümetin beyni, araçları ve ölçüsüz vicdansızlığına da ihtiyaç vardır. Diğer bir deyişle, bunun için Talat gibi tek-parti lideri, emsalsiz ve kapsamlı bir imhanın ‘mimar’ı gereklidir. Somut emirler vermediyse bile, ki genellikle vermiştir, en azından soykırımın genel çerçevesini ve soykırım için zemini hazırlamıştır. Ümit Kurt’un Antep örneğinde gösterdiği gibi, çeşitli kereler Talat, ‘mahalle baskısı’na cevaben emirler vermiştir.

Hans Lukas Kieser
Hans Lukas Kieser

İttihatçı kadrolarla Cumhuriyetin kurucu kadroları ve Mustafa Kemal Atatürk ile ilişkileri bağlamında 1926’daki İzmir Suikastı Davası’nı ve Doktor Nazım ve Cavid Bey gibi iki önemli İttihatçının idam edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mustafa Kemal ve Kemalistlerin çoğu İTC kökenli olsalar da İTC yöneticileri ile ters düşmüşlerdi. Kemal ve Kemalistler, Dünya Savaşı’ndaki yenilgiyi ve kötü yönetimi temsil eden Enver Paşa gibi insanlardan hoşlanmıyor hatta nefret ediyorlardı. Ne var ki genellikle Talat’a saygı duyuyorlar ve onu eleştirmekten imtina ediyorlardı. Atatürk kendisiyle eşit seviyedeki rakiplerden çekinirdi, ancak siyasi başarısının “Talat’ın omuzları üzerinde yükseldiğini” biliyordu ve hatta bunu daha sonra belirtmişti.

Kemalistler İTC mirasına bağlı olduklarını beyan etmek istemediler. Bunu istememelerinin nedeni sadece bencilce bir kibir ve 1919’dan sonra tamamen yeni bir şey başardıklarını iddia etmek için değildi. Aynı zamanda eğer eski İTC’liler olarak görülürlerse, çağdaş Avrupa gözünde itibarlarının sarsılma riskine de gireceklerdi; Lozan Konferansı’na kadar devam eden müzakerelerde elleri zayıflayacaktı.

1923’te Lozan’da uluslararası siyasi onayın ardından, belli belirsiz bir söz verilmiş de olsa, Ankara adalette modern standartların uygulanması, muhalefet partisi kurmayı da içeren daha demokratik siyasetin oluşması için çaba gösterdi. Yeni ve görece özgürlükçü Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu, ne var ki varlığını altı ay sürdüren fırkayı Kemal kapattırdı. Yeni kurulan cumhuriyet süratle bağımlı bir adalet sistemine sahip lider-merkezli parti devletine evrildi. ‘İzmir Komplosu’ndan ve onu takiben Cumhurbaşkanına karşı gerçek suikastçıların yargılanmasından hemen sonra gelen 1926 Ankara Davası, ne yazık ki bundan böyle diktatörlük rejiminin hukuki ve ahlaki düşüş seviyesini gösterir. Bu davada yöneticiler, muhalifleri yıldırma ve öldürme fırsatını buldu. Bu uydurma dava, neredeyse şans eseri, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Mahkemesi’nin gıyabında ölüme mahkûm ettiği Dr. Nazım gibi bir soykırım failinin de idamına yol açtı. Ne var ki, 1926’da Ankara’nın soykırımla ilgili olarak geç kalmış bir iç denetim, vicdan muhasebesi ve gerçeği arama gibi bir niyeti olmadı.

Cavid Bey bu durumu en iyi anlatan örnektir. Cavid’in yaşamını araştıran, onun günlüklerini, mektuplarını ve yazışmalarını okuyan herkes onun, her ne kadar tarihi değerlendirmelerinde sesini yükseltecek cesarete ve tutarlılığa çoğu kez sahip olmasa da, zaman zaman ahlaki şüpheleri olan istisna ve tek İTC yöneticisi olduğunu bilir. Cavid, İTC’nin savaş çığırtkanlığından nefret ediyordu. Bu nedenle, 1914 sonbaharındaki savaş karşıtı tutumu nedeniyle Dr. Nazım onu tehdit etmiş ve onu ‘Yahudi Davut’ diyerek aşağılamıştır. Cavid 1915’te olanlara çok öfkelenmiş, günlüğünde bunun “bütün bir (Ermeni) halkın kırımı” olduğunu yazmıştır.

Cavid İTC’liler ve Kemalistler arasındaki müfrit nasyonalizm ve şovenizmden hoşlanmazdı. Lozan Konferansı’nda Ankara’nın delegelerine mali konularda danışmanlık yapmış, ancak İsmet Paşa ve ana delegasyonla anlaşamamıştır. Emsalsiz, parlak ve bağımsız düşünen bir zihinden kurtulmak için 1926’da Cavid’i öldürdüklerini söylemek acı ama yerinde olur. Pek çoklarının aksine, Cavid kozmopolit bir anlayışa sahipti ve her ne kadar kendisi de bir İTC vatanseveri olsa da Gökalpçi nasyonalizmden uzaktı.

Kitabın sonuç bölümünde günümüz Türkiye’si ile ilgili olarak “2010’larda Türkiye post-Kemalist bir ülke haline geldi” diyorsunuz. AKP ile İttihat Terakki arasındaki benzerlikler ve süreklilik Türkiye’de de zaman zaman siyasi tarihçiler ve sosyologlar arasında tartışma konusu oluyor. Sizin deyiminizle ‘post-Kemalist Türkiye’de bir iktidar partisi olarak AKP’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
2010’ların AKP’si, Kemalizmin iddialı laikliğine açıkça sırtını çevirdi. Pek çok açıdan, Gökalp’in imparatorluk odaklı, 1910’ların aleni Müslüman Türk milliyetçiliğine geri döndü. AKP’nin son zamanlardaki savaş ve genişleme meyli de bu mirasla arayı kapatmaktadır.

İTC’nin tersine AKP her zaman Sultan Halife II. Abdülhamit’e büyük sevgi beslemiştir. Ne var ki bu terslik görecelidir çünkü İTC’nin Hamit karşıtı duruşu daha çok iktidarı elde etmeden önce, hemen 1908 sonrasına ve henüz yeraltı örgütü oldukları zamana aittir. 2000’lerin başlarında henüz umut vaat eden ilk yıllarından sonra AKP de, aynı 1908 sonrası İTC’de olduğu gibi, 1910’ların İTC’sindeki baskıcı, himayeci ve nepotist örüntüleri sürdürmüştür.

Demokratik açıdan bakıldığında, çok talihsiz bir şekilde, bir kere daha, bugün bu İTC Türkiye’nin biçimlendirici ve paradigmatik siyasi partisidir. Ankara hiçbir zaman kendini miras aldığı fikirlerden tamamen kurtaramadı veya kurtarmak istemedi çünkü kendini sadece ulusal kurtuluş hikâyesine kazınan İTC başarılarıyla özdeşleştirmekle kalmadı, aynı zamanda Kemalistler de Anadolu’daki İTC politikalarının sonuçlarında ısrar ettiler ve fikirlerini bu sonuçlar üzerine inşa ettiler. Bu nedenle, bugünün HDP’si hariç olmak üzere Türkiye’deki hakim siyasi partiler, İTC yönetimi ile ilgili temel gerçeklerle yüzleşmekten hep kaçındılar. Şunu iyice anlamak lazım: bu gerçeklere sadece anti-demokratik örüntüler, demografik mühendislik ve kitlesel suçlar değil aynı zamanda İslam ve cihadın etkin siyasi kullanımı da dahildir.


Agos

Yorumlar kapatıldı.