İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kültürel bilinçdışıyla tanışmak, belki de hemhâl olmak: “50 Yıllık Türk Musikisi” kitabından isimler

Mustafa Rona’nın “50 Yıllık Türk Musikisi” isimli antolojisine dair yazıların sonuncusunda kitaptan aktaracağımız birkaç önemli isim sayesinde bu sosyolojisi derin ve zengin dünyanın müzik dışı kaygılarla ne kadar görünmez olabileceğine değineceğiz. Alaturka müziğin evreni en azından Alafranga kadar derin ve cerbezeli

Yayımlandığı yıl itibariyle neredeyse benimle yaşıt bir kitabın içindeki simalara baktığımda, onların kısa hayat hikâyelerini okuduğumda Türkiye müzik kültürü tarihinden çok günümüz müziğini anlamaya çalıştığımı bazen şaşırarak, bazen de üzülerek fark ettim.

Şu anda, geleneksel müziğimize dair temel bilgilere erişim açısından ilk elde Vikipedi, daha kapsamlı bir “online kaynak” olarak ise, İslam Ansiklopedisi var. Bu kaynaklara bakıp Rona’nın kitabı ile karşılaştırdığımızda, tabii ki daha geniş bir kapsam, ama aynı zamanda, daha farklı “ideolojik” filtrelerle karşılaşıyoruz. Örnek mi istersiniz? Yorgo Bacanos (1900-1977). Mustafa Rona’nın antolojisinde tabii ki var, ama İslam Ansiklopedisinde nedense yok (en azından, online sitesinde), daha da tuhafı, bazı maddelerde sürekli olarak ondan söz ediliyor ama doğrudan ona dair bir madde yok! Neyse, Bacanos’u Rona’dan okuyalım:

Bu kısacık maddede öyle bir aileden söz ediliyor ki, neredeyse tüm üyeleri “Türk musikisine” hizmet etmiş. Başta babası Lavtacı Lambo olmak üzere hemen tüm bireyler müzik dünyasında kalıcı izler bırakmış. İlk bakışta, Rona her şeyden söz ediyor, bestekârın Rum kimliğine işaret ediyor gibi görünse de, ailenin “Roman” kökenli olduğunu yazmıyor. Kültürel bir “mutenalaştırma” çabası mı? Bilemiyorum. Yine de Rona’nın, ismi “Türk musikisi” olan kitabında birçok Rum müzisyen var. Rumlardan söz edince akla hemen Tanburî Cemil Bey geliyor, bu sefer oğlu Mesut Cemil’in kitabından (Tanburî Cemil’in Hayatı, 2002, s.166) bir alıntı yaparak, Osmanlı dönemindeki o “doğal”, farklı milletler arasındaki o “saygılı” kültürel alışverişleri bir hatırlayalım. Mesut Cemil’in kaleminden, Tanburî Cemil’in Rum müzisyenlerle beraber çaldığı bir enstantaneyi okuyalım:

Dikkat ederseniz, “onların edasında” diyerek, Cemil Bey’in müziğe nasıl zarif bir giriş yaptığından dem vuruluyor. Rona’nın Tanburî Cemil Bey maddesi de, bestekârın ruh hâlini açıkça ortaya koyan, baştan sona övgülerle dolu (“lâyemut” bir “harikaî hilkat”) bir metin.

Pek sık karşılaştığımız bir durum değildir ama, metnin altında zikredilen sokak hâlen mevcut, belediye ismini değiştirmemiş. Antolojinin sonuna doğru, daha geç tarihlerde doğan (kitabın 50’lerde yazıldığını düşündüğümüzde, 1900 ve sonrasında doğanlar), bugün çok daha iyi hatırladığımız isimlere tesadüf etmeye başlıyoruz. Kitaptaki en son isim Arif Sami Toker ve 1926 doğumlu (ölümü 1997); onunla ilgili maddeyi okurken, Tekke kökenli olmayan, radyodan tanıdığımız, özetle, “yeni”, Cumhuriyet sonrası bir devrin müzisyeni ile tanışmış oluyoruz. Yine de ustası, “eski” dünyadan, Lem’i Atlı (1869-1945) ki ilk üstadı Hafız Yusuf, bir sonraki ise Hacı Arif Bey’dir.
Hayattan (“kadınlardan”) nasibini alamayanlar, “marazî” olanlar
Şimdi bir başka noktaya işaret etsek yeridir. Çünkü, sıkça karşımıza çıkan bir “sorun” alanı var: Kadınlar ve erkek bestekârlar. Örneğin, Lem’i Atlı maddesinde, onun da bu meselede, bu dünyada pek de iyi “nasiplenmediğini”, biraz da şaşırarak, okuyoruz.

Tabii ki erkek egemen bir söylem, kadınların neden olduğu (“karşılıksız aşk”, üç kez “aldatılma”) ıstırap anlatılarıyla bir başka mitolojiye (elde musikiden başka bir şeyi kalmayan erkek bestekârlar) doğru evriliyor. Müzisyenlik ile normal-dışılık arasında kolayca kurulan bu “geçiş”, sanatın bir tür “hastalık” olduğu varsayımı birçok başka maddede de önümüze çıkıyor. Örneğin, Selahattin Pınar (1902-1960) maddesindeki övgülerle dolu paragrafın arkaplanında hastalıklı (“marazî”) bir hassasiyetin “melankolik” bir ifadesi var! Okuyalım:

Ne yazık ki “piyasa”
Tekke ve zaviyelerin kapatılması ve Cumhuriyetin kurulmasıyla hayatını müzikle iştigal ederek geçirmek isteyenler için pratikte iki yol kalıyor. Ya “devlet katında”, (radyoda ya da okulda öğretmen olarak) ya da “piyasada” (gazinolarda ya da özel ders vererek) çalışacaklar. Daha önceki yazılardan da anlaşılacağı üzere, geleneksel müzikten gelen, bazıları tekke ve zaviyelerde “dinî” müzik icra eden bu insanlar için en zor kabul edilebilecek yol piyasa diye bilinendir. Ama ne yazık ki, “lâdinî” dünyada, “piyasa” denen ticarî evrende de birçok alaturkacı vardır. Kabul etmeliyiz ki, Mustafa Rona bu konuda oldukça “liberal” bir tavır alıyor, önemli olduğunu bildiği bazı müzisyenleri antolojisinde zikrediyor. Ama küçük bazı modifikasyonlarla, onların da “piyasadan” hoşlanmadığına işaret eden ifadelerle. Örnek mi? Şerif İçli (1899-1956). Önce radyoda çalışıyor, ama orada sorunlar yaşıyor ve mecburen piyasada çalışmaya başlıyor, tabii ki mutlu olamıyor ve son çare olarak özel ders vermeye başlıyor. Okuyalım:

Piyasadan kopmayan ve halk tarafından ziyadesiyle sevilen müzisyenlere gelince bu sefer, başka bir argüman ortaya konuyor. Bu müzisyenlerin bu “kadim musikiyi” halka sevdirmek için “yetiştirildiklerini” iddia etmeye kadar varıyor. Bu da yetmiyor, Rona’nın gözünde, bu icracılar başarılarıyla Türkün “musikisini” dünya âleme tanıtıyor, sevdiriyorlar. Biraz da pehlivan menkıbelerine benzer böyle bir anlatıyı klarnetçi Şükrü Tunar (1907-1962) örneğinde bariz bir şekilde okuyabiliyoruz. Uzunca olan bu maddeden üç bölümü alt alta koyarak alıntılandırıyorum.

Tabii ki en baştaki “ırkına has” ifadesini de unutmayalım! Şükrü Tunar’ın bir Roman olduğunun ifadesi olan bu kullanımla daha önceden da karşılaşmıştık. Osmanlı döneminin “millet” sisteminden kalan bu kullanımı “ırkçı” olmaktan çok, “ayrımcı” bir ifade olarak okumak daha doğru olacaktır.
Münir Nurettin sadece bir “okuyucu” olabilir mi?
Doğrudan “piyasa” içinde yer almayan, ama bir başka “modernist” olarak kendi “sahneleme ve icra düzenini” kuran Münir Nurettin de Rona için bir ifade sorunu teşkil edecektir. Lâmı cimi yok, o yıllarda Münir Nurettin tabii ki bir “star”, bir yıldızdır. Geleneksel müziği hem icra hem de sahneleme bakımından “modernize” ettiği kuşku götürmez bu pırıltılı müzisyenin batıda aldığı eğitim, yok sayılır, deyim yerindeyse, “budanır”. Hâlbuki, doğu ile batı müzik tarzlarını hemhâl eden, bir tür “hibrit” vokal teknik uygulayan Münir Nurettin’in önemi çok daha farklı cümlelerle anlatılabilirdi. Rona, onu “şark” müziği içinde görmek istiyor ve öyle de anlatıyor.

Dikkat ederseniz, maddenin başında, “kıymetli okuyucu” olarak tanıtılıyor Münir Nurettin ve ancak son satırda bir “bestekâr” olduğu da söyleniyor! Ne denli mükemmel bir “okuyucu” (solist) olduğunu tartışmanın bir anlamı olmasa da, Münir Nurettin’in, örneğin Yahya Kemal Beyatlı şiirlerinden yaptığı bestelerle birçok açıdan gerçekten devrimci bir bestekâr olduğu da ortadadır. Rona, bu arada, Münir Nurettin’in konser düzeninden, arkasındaki solistlerden, smokinli kıyafetinden, dinleyicisi ile yaptığı diyaloglardan, bestelediği film müziklerinden falan hiç söz etmiyor. Onu sadece tekkelerde yetişmiş bir “şark bülbülü” kıvamında anlatıyor. Buradaki asıl mesele, sanki hiç dokunulmamış, hiçbir dönüşüme uğramamış bir “kıymet” gibi anlatılan Osmanlı dünyasının bakiyesi olan müziğin, çok usta bir sanatçı olan Münir Nurettin tarafından bambaşka bir yöntemle modernizasyona uğramış olmasıdır. Münir Nurettin, “çokseslendirmeden” de bu müziğin modernleşebileceğinin, halkın indinde taht kurabileceğinin ve her neyse “özünün” korunabileceğinin canlı bir kanıtı gibidir. Seçtiği yol, Rona ve benzerlerinin yolu olmaktan çok uzak, çok daha öncü ve yenilikçidir. İsmini “Türk” ilan ederek “dışından” değil, doğrudan tam “içinden”, kendi yordam ve araçlarıyla bir modernleştirmeye tâbi tutmaktadır alaturkayı.
Bir karmaşa ve bir düzen âlemi
Son olarak kitaptan, uzun bir madde olarak yazılan Hafız Hüsnü Efendi maddesinin tamamını alıntılayarak, bu dört serilik yazı dizisini bitirmek istiyorum. Okuyalım.

“Türk musikisi” olarak tanımlanmaya çalışılan dünyanın ne denli karmaşık olduğunun bir ifadesi gibidir bu maddede anlatılanlar. Camide başlayan, mehter takımında son bulan bir kariyerin ana karakterini tanıdıkça, karmaşık, içiçe geçmiş bir ilişkiler ağını görüyor ve izlemeye çalışıyoruz. Bir “karmaşa” var belki ama, anlaşılıyor ki, hiç de bir “kargaşa” bir “kaos” yok bu dünyada! Hem şarkın (Arapça) hem de garbın (Fransızca) dillerine vakıf, belli ki okuyan, siyasete hayli düşkün, garbın gazete ve dergilerini gizli gizli okuyan, ama güvenli olsun diye saraydaki odasında saklayan ilginç biri Hafız Hüsnü Efendi. İyi ney üfleyen, mevlit okuyan ama aynı zamanda içkiye de düşkün olabilen, evlilik dışı ilişkiler yaşayan, katıldığı fasılları dinlemeyenlere ateş püskürebilen, hem dinî, hem de lâdinî besteleriyle müzik tarihinde ter bulabilen ve bu vesileyle Mustafa Rona’nın kitabında böyle uzun bir maddede yer alabilen ilginç bir şahsiyet. Sadece bu madde bile, alaturka dünyasının ne denli katmanlı ve çarpıcı detaylarla dolu olduğunu bizlere göstermiyor mu? Arşivlerde gezinmek, kültürel bilinçdışımızla tanışmak için harika fırsatlar sağlayabilir. Gönülden tavsiye ederim. Tabii ki, kolay bir yolculuk olmayacaktır, hatta biraz da bir korku tüneline girmek gibidir ama emin olun, o tünelin sonunda her daim bir ışık bir aydınlanma imkânı var.


T24

Yorumlar kapatıldı.