İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye resmi tarih yazımında Yahudiler ve Holokost

Corry Guttstadt ile Türkiye Yahudileri’ni ve Holokost sürecini konuştuk. Guttstadt, “Genel kanının aksine Türkiye’nin Yahudi mültecilerin girişini engellemek için aldığı bir sürü tedbir vardı” dedi.

Kazım Gündoğan

DUVAR – Türkiye düşün dünyasında üzerinde en az konuşulan ve tartışılan konulardan biri Türkiye Yahudileri ve Holokost sürecinde Türkiye’nin tavrı konusudur. Bunun nedenleri konusunda net şeyler söyleyebilmem zor. Zira benim de içinden geldiğim sosyalist düşün dünyasında bu konu yeterince bilinen veya araştırılan bir konu olmadı. Böyle olunca sağlıklı düşünce üretimi gerçekleşmedi, üretilen fikirler sınırlı kaldı ya da resmi tarih tezinin gölgesinden kurtarılamadı.

Pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da Türkiye resmi tarih yazımı/söylemi uzak ve hastalıklı haliyle etkinliğini sürdürmektedir. Bu konuya dikkatleri çekmek, hakikatin bilinmesini sağlamak ve yeni bir tarih bilinci ve yazımına katkıda bulunmak amacıyla bu alanda uzun yıllardır çalışmalar yapan, eserler üreten akademisyen, yazar Corry Guttstadt ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

O yıllarda Avrupa’da on binlerce Türkiyeli Yahudi yaşıyordu. Holokost süreciyle birlikte Türkiye’nin, Nazi Almanya’sından kaçan Yahudiler için önemli bir sığınma ülkesi olduğu söylenir. Bu durum nedir, toplam kaç kişi sığındı, Türkiye’de nasıl karşılandılar ve bu mültecilerin Türkiye’deki koşulları nasıldı? Struma faciası örneğinde somutlaşan politikayı nasıl okumak gerekir?

Türkiye’deki yaygın görüş, yani “Türkiye, Yahudi mültecilerine kucak açtı ve böylece Nazi zulmünden kurtardı” olup bunu hemen her politikacı ve çok sayıda tarihçi, gazeteci, aydın da devamlı tekrarlamaktadır. Tarihin kronolojisine baktığımızda ise tablo oldukça farklıdır. Nazilerin ilk uygulamalarından biri, üniversite, hastane, opera gibi kurumlarda ve kamu kurumlarında çalışan muhalif insanları ve Yahudileri görevden uzaklaştırmaktı. Tam da o dönemde Türk hükümeti, üniversite ve bilim sistemini modernleştirmek istediği için uluslararası şöhret kazanmış bilim insanları arıyordu. Ayrıca Atatürk Darülfünun’un tasfiyesini emretmiş olduğundan aynı binada kurulan İstanbul Üniversitesi için uluslararası bilim insanlarına ihtiyaç vardı. Nazi Almanya’sında işinden olan onlarca tanınmış bilim insanı Türkiye’ye geldi ve burada İstanbul Üniversitesi’nde, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ya da opera, hastane gibi devlet kurumlarında iş buldu. Aslında Nazi Almanya’sında bilim insanlarının işten atıldığı dönemde Türkiye’nin bilim insanı araması, tarihi bir rastlantıdır. 1933-1934’te 82 Alman profesörün göreve alınması, İstanbul Üniversitesi’nin “en büyük ve en iyi Alman üniversitesi”ne dönüşmesine neden oldu. Bu konu son yıllarda defalarca anlatıldı ve buraya gelen bilim insanlarının birçoğu da anılarını yazdı. Bir kere bu bilim insanlarının etkilerini bugün de hala görüyoruz, yazdıkları ders kitaplarının bazıları hala kullanılıyor. İnşa ettikleri binalar duruyor, müziklerini dinleyebiliyoruz… Genel olarak bu durum kamuoyunda Türkiye’nin Alman Yahudileri için önemli bir sığınma ülkesi olduğu imajı yaratmaktadır. Ama bu birkaç nedenden dolayı yanlıştır. Türkiye, bu insanları Yahudi olarak takibata uğradıkları için, kurtarmak amacıyla çağırmadı. Fiiliyatta aslında onların durumundan faydalandı.

Çeşitli tanınmış Yahudi şahıs ve kurumları, Almanya’da işlerinden kovulan daha fazla Yahudi’nin Türkiye’ye gelmesi için Türkiye hükümeti nezdinde başvuruda bulundu ama Türk hükümeti bu taleplerin hepsini reddetti. Bunlar arasında uluslararası bir Yahudi örgütünü temsil eden Albert Einstein ve sonra İsrail’in ilk cumhurbaşkanı olacak Chaim Weizmann da var. Türkiye’ye gelmelerine izin verilen Yahudilerin sayısı oldukça azdır, toplam 150 kişi, aileleriyle beraber belki 550-600 kişi. Kaldı ki çoğu 1938 veya 1941’de Türkiye’yi terk etme zorundaydılar çünkü kontratları uzatılmadı. Bunlar, yani bu 150 kişi, Türkiye makamlarının izniyle gelen akademisyenler, devletin izniyle iş bulanlardı; bunun dışında sayıları tam olarak bilinmeyen, çeşitli yol ve yöntemlerle Türkiye’ye kaçan Yahudiler vardı. Koşulları bugün Avrupa’ya kaçan mültecilerden çok farklı değildi. Hizmetçi olarak çalışarak ya da “sahte bir evlilik“ yoluyla Türkiye’de kalmaya çalışıyorlardı. Türk makamları onları fark edince sınır dışı ediliyorlardı.

Genel kanının aksine Türkiye’nin Yahudi mültecilerin girişini engellemek için aldığı bir sürü tedbir vardı. Türkiye’nin Dışişleri Sekreteri Aziz Payman Almanlar’a açıkça şöyle demiştir: “İskân Kanunu’na göre Yahudiler, istenmeyen unsur olarak görülüyor.” 1938 Ağustos ayında Türkiye gizli bir kararname çıkardı. Buna göre Yahudilerin, baskıya maruz kaldıkları ülkeden gelmeleri yasaklanmıştır. Yani İtalya, Romanya veya Alman Yahudi vatandaşlarının Türkiye’ye girişleri yasaktı. Ocak 1941’de bu kararname uzatıldı ve genişletildi: “Tebaasından bulundukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımlarından takyidata tabi tutulan Musevi fertlerin –bugünkü dinleri ne olursa olsun– Türkiye’ye duhulleri ve Türkiye’de ikametleri memnudur.” Yani böylece aynen Nazi-Almanya’nın uygulanmalarında olduğu gibi, ihtida etmiş Yahudilerin veya Yahudi kökenli insanların Türkiye’ye girişleri engellendi. Türk devleti bu yasaklara bazı istisnalar tanıyabiliyordu. Mesela çok ünlü bir profesör annesini, eşini, çocuklarını Türkiye’ye getirebiliyordu. Ama bunun için hükümetin kararı gerekiyordu. Nazi dönemindeki Yahudi göçü, firar ve mültecilerle ilgili çok sayıda çalışmalar, hangi ülkeye gittikleri hakkında istatistikler yapıldı. Bütün bu göç istatistiklerinin hiçbirinde Türkiye yer almıyor çünkü Türkiye’ye göç eden Yahudilerin sayısı çok azdı. Almanya’nın Polonya’yı işgalinden ve Holokost’un başlamasından sonra bu politika sadece Alman Yahudileri için değil, Alman nüfuz alanında yaşayan tüm Yahudiler için korkunç sonuçlara yol açtı. Yahudilerin önemli bir kaçış hedefi olan Filistin’e giden tek yol, Türkiye’den geçiyordu. Daha önce İtalya ve Fransa’dan gemiyle gidiyorlardı ama Akdeniz artık savaş alanıydı. 1941’de, Türkiye Yahudi Ajansı’nın baskısı sonucu demin bahsettiğim kararnameye bazı istisnalar tanındı ve savaşın başlamasından önce düzenlenmiş/Filistin vizesine sahip olan Yahudilerin belirli koşullarla geçişini onayladı. Bu istisnadan 1941 yılında 4 bin 680 kişi faydalanabildi ama sonradan geçişler tekrar yasaklandı.

Bunun en tanınmış örneği Struma Faciası’dır. Struma gemisi ile gelen mültecilerin büyük çoğunluğu Romanya’dan kaçan Yahudilerdi. Aralarında Slovak ve Polonya Yahudileri de vardı. Almanlar 1941’de Sovyetler’e saldırdıktan sonra oradaki Yahudilere toplu katliam düzenledi. Bu Holokost’un başlangıcıydı ve sadece Romanya’nın, Bukovina ve Besarabya bölgelerinde 150 bin civarında Yahudi katledildi. Türkiye hükümetinin bundan haberi vardı. Buna rağmen 1941 Aralık ayında yeni bir emir çıktı, Filistin’e kaçmak isteyen Yahudilere karşı en sert tedbirlerin alınması emrediliyordu.

Türkiye’nin Yahudileri koruduğu, kurtardığı yönündeki söylem yaygın kabul görmüş durumda.

Bu bir mit, yani gerçeğe dayanmıyor ama çok ısrarlı savunuluyor ve anlatılıyor. İlginç olan Holokost’la ilgili olan bu söylemin, daha önce bahsettiğim, Osmanlı’nın da Yahudilere kucak açtığı, Türkiye’de yaşayan Yahudilerin misafir olarak geldiği söylemiyle devamlılık taşımasıdır. İkisi bir arada ve sanki biri ötekini doğruluyormuş gibi anlatılıyor. Türkiye’nin Yahudilere kucak açtığı söyleminin ikinci ayağı, Avrupa’da yaşayan Türkiyeli Yahudileri kurtardığı söylemidir. Yani “Türk diplomatlar kendi hayatlarını tehlikeye atarak Yahudileri kurtardı” deniyor. Buna dair filmler, kitaplar var. Propagandası çok yaygın. Daha önce bahsettiğim gibi, o dönemde yoğun göçün sonucu olarak Avrupa’da 25 ile 30 bin arasında Türkiyeli Yahudi yaşıyordu bunların yüzde 80’i hatta 90’ı Fransa’da idi.

Naziler iktidara geldikten sonra, önce Almanya’da sonra da adım adım ilhak ettikleri veya işgal ettikleri ülkelerde Yahudiler antisemitist uygulama ve saldırılara maruz kaldı. Ancak tarafsız ülkelerin diplomatları – Türkiye’nin diplomatları da dahil –bu uygulamaların kendi ülkelerinin vatandaşı olan Yahudilere karşı tatbik edilmesini protesto ettiler. Sonuç olarak tarafsız ülkelerin vatandaşı olan Yahudiler, belli bir zaman için bazı antisemitist uygulamalardan muaf kaldı. Mesela mallarına genellikle el konmuyordu, yıldız takma zorunluluğu onlar için geçerli değildi. Bu çok önemli çünkü yeraltına geçerek kaçmayı ya da günlük hayatı çok kolaylaştırıyordu ve en önemlisi 1942 yaz aylarında gerçekleşen büyük yakalanma dalgalarında tarafsız ülkelerin Yahudileri henüz yakalanmıyordu ve ölüm kamplarına ya da diğer toplama kamplarına sevk edilmiyorlardı. Bu sadece Türkiyeli Yahudiler için geçerli değildi, aynı zamanda İspanya, Portekiz, İsviçre ya da Almanya ile müttefik olan Bulgaristan, Romanya, İtalya gibi ülkelerin Yahudileri için de geçerliydi ama Türkiyeli Yahudiler bu “tarafsız ülkelerin Yahudileri” içindeki en büyük grubu oluşturuyordu.

Türkiye, Alman savaş stratejisi ve özellikle Alman silah sanayisi için büyük önem taşıdığı için Alman politikacılar Türkiye ile ilişkileri bozmamak için dikkat etti. Bu durum Türk diplomatlara, Türkiyeli Yahudileri korumak için güçlü olanaklar sağladı ve birkaç Türk diplomat bundan olumlu biçimde istifade etti. Bir Türkiyeli Yahudi yakalandıktan sonra onun nezdinde girişimlerde bulundu ve birkaç kere yakalanmış olan Türkiyeli Yahudilerin serbest bırakılmasını sağladılar. Ancak Türkiye’deki Türkleştirme ve milliyetçilik politikaları buna ters yöndeydi.

Şöyle açıklayayım: Birincisi; Türkiye, Nazi faşizmi başlamadan veya nerdeyse aynı dönemde yurt dışında yaşayan gayrimüslim vatandaşlarını vatandaşlıktan atmaya başladı. Bu politikanın başlangıçta Almanya’nın Nazi rejimiyle bir alakası yoktu, yani Türkiye’nin milliyetçi politikasının bir parçasıydı. Ancak zaman içerisinde Nazi nüfuz bölgesinde yaşayan üç bine yakın Türkiyeli Yahudiyi, tam da korunmaya ihtiyaç duydukları zaman vatandaşlıktan attı. Bu muhtemelen bir rastlantı değildi. Sonuçları çok feci oldu çünkü vatansız sayılan, yani “Haymatlos” Yahudileri, baskının ve soykırımın her basamağının ilk kurbanıydı. Vatandaşlıktan atılan ve korumasız kaldıktan sonra Auschwitz’e ilk sevk edilen Yahudiler arasında çok sayıda bu şekilde vatandaşlıktan çıkarılan Türkiyeli Yahudi bulunuyordu. Daha önce Bianet’te bir yazıda yazdığım gibi, elimde çok sayıda (eski) Türk Yahudisi’nin yakalandıktan sonra ve Auschwitz’e gönderilmeden önce yakınlarına veya Türk konsoloslarına yazdığı mektuplar var. Birçoğu aylarca Türk makamlarının cevabını ve yardımını beklemiş, vatandaşlıklarını kaybettiklerini maalesef yakalandıktan sonra öğrenmişlerdi.

Almanlar’ın, tarafsız ve müttefik olan ülkelerin Yahudilerine tanıdığı istisnalar 1942’nin sonbaharına kadar geçerliydi. 1942 Ekim ayında Almanya, bütün tarafsız ya da kendisiyle müttefik olan ülkelere bir ültimatom gönderdi. “Vatandaşınız olan Yahudileri ya ülkenize geri çekin (yani “repatriation”) ya da biz onlara diğer Yahudilere olduğu gibi davranacağız.” Bu ültimatoma Türkiye başlangıçta hiç tepki göstermedi. Gayriresmi olarak, “Biz zaten bunların bir kesimini vatandaşlıktan atmak üzereyiz” dedi.

Bu ültimatomla beraber, Alman makamları Türk diplomatlarına, Alman işgali altındaki her bir ülkede tespit ettikleri Türk Yahudileri’nin isim listelerini tebliğ ettiler. Sadece Fransa’nın kuzey bölgesi için bu listede (farklı kaynaklara göre) 3 bin 500 ile 5 bin isim bulunuyordu. Türkiye ilk başta sadece asker çağında olan bazı erkeklerin dönmesini sağlıyordu ve Mart 1943’de Paris’teki Türk Başkonsolosu Dülger’in inisiyatifi üzerine, 114 (bir başka kaynağa göre 121) Türkiye Yahudisi Türkiye’ye dönebildi.

Ankara’nın tavrı ve elçiler üzerinden konsoloslara verilen emirlerde tam tersine “Yahudileri grup halinde geri göndermeyiniz!” deniyordu. Yukarıda belirtiğim gibi, Türkiye’de yürürlükte olan İskân Kanunu, Yahudileri “istenmeyen unsur” olarak tayin etmişti. Ayrıca Türkiye’nin kanunlarına göre Türk vatandaşlığını kaybetmiş ya da kendi isteği üzerine vatandaşlıktan çıkmış eski Türk vatandaşlarının yaşamları boyunca bir daha Türkiye toprağına ayak basması yasaklanmıştı, yani sınırlı bir müddet için “mülteci” veya “misafir” olarak da gelemezlerdi. Ve tam o ültimatom çıktıktan sonra aylar içerisinde Fransa’da yaşayan binlerce Türk vatandaşı Yahudi, vatandaşlıktan atıldı ve böylece dönmeleri engellendi.

1943 Ekim ayında, Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda ve diğer ülkelerde yaşayan ve Alman makamlar tarafından “Türk vatandaşı” olarak tespit edilen yüzlerce Yahudi tutuklandı ve toplama kamplarına gönderildi. Bazı yerel diplomatlar devreye girmeye çalıştı ama Türk hükümeti ve Türkiye’nin Berlin Büyükelçiliği bu yakalanan vatandaşlar için hiçbir girişimde bulunmadı. Bu arada en yoğun yaşadıkları ülke olarak Fransa’da da Türkiyeli Yahudilerin durumu gitgide tehlikeli oldu, çoğu yakalandı ve Auschwitz’e gönderildi. Türkiye’nin bu tavrını öğrenince, uluslararası Yahudi örgütleri ve hatta Ankara’daki Amerikan elçisi Türk hükümeti nezdinde girişimlerde bulundu, “Yahudileri Almanlara, yani ölüme mi teslim edeceksiniz?” diyerek. “Türkiye bu insanların hayatlarını kurtarmak için, onların vatandaşlık durumu tespit edilene kadar en azından geçici olarak Türkiye’ye girişlerine izin versin” dediler. Ama Türkiye’nin tavrı pek değişmedi. 1944’e dek Ankara’ya dönen Yahudilerin sayısını kısıtlamak için emirler geldi. Sonuçta Şubat ile Mayıs 1944 arasında 414 Türk Yahudisi Fransa’dan İstanbul’a dönebildi. Bu şu anlama gelmektedir; Türk hükümeti, Alman diplomatları tarafından 1942’de (ültimatomla beraber) kendilerine verilen 4 bin kişilik listenin sadece yüzde 10’unun dönmesine müsaade etmiştir.

Sonuç olarak “biz kurtardık” ifadeleri gerçekler karşısında anlamsızdır ve etik değildir. Özellikle Fransa’da yaşayan Türkiyeli Yahudilerin ezici çoğunluğu hayatta kalmayı, solcu, Hristiyan veya Yahudi yardım kuruluşlarının veya direniş örgütlerinin ya da Fransız komşularının sayesinde becerdiler. Holokost esnasında 2 bin 200 ile 2 bin 500 kadar Türkiyeli Yahudi, ölüm kamplarında öldürüldü. 300 ile 400 kadar ikinci bir grup da başka toplama kamplarına sürüldü ki ölüm kampı olmamalarına rağmen, büyük bir kısmı kötü koşullardan dolayı öldü. Kanımca Holokost’ta ölen Yahudi kurbanlarını sayı olarak tespit etmek en hafif ifadeyle, ayıptır. Çünkü kurtulanların yaşadığı acılar sayılmıyor. Konuştuğum çok sayıda insan, ormanda bir hayvan gibi yaşamak zorunda kalmış ya da Yahudi olmayan komşusuna yüklü para vererek bodrumda, mağarada saklanmıştır. Hayatta kalabildiler belki ama bir ömür boyu Holokost travmasını yaşamaya mahkum edildiler.

Bu acıları göz ardı eden ve Türkiye’de egemen kılınan “kurtarma efsaneleri”ne iki örnek vereyim, ikisi de devletin yoğun desteğini gördükleri için Türkiye’nin “resmi görüşü” olarak kabul edilebilir. İlki 2007 yılında yayımlanan ve zamanın Fransa büyükelçisi olan Behiç Erkin’in yeğeni Emir Kıvırcık tarafından yazılan ‘Büyükelçi’ kitabı, diğeri ise 2011 yılında çıkan “Türk Pasaportu/Turkish Passport” filmi. Zira ikisinin iddiaları büyük ölçüde örtüşüyor. Hem film hem kitapta savunan ana tezler şöyle özetlenebilir;

Türk diplomatlar vatandaşlığı kaybetmiş olan Türk Yahudilerine “vatandaşlık belgesi” düzenleyerek hayatlarını kurtarmışlar. (Kitapta Kıvırcık “kurtarılanların” sayısını 20 bin (!) olarak veriyor.)

Güya 1943 Ocak ayında Marsilya’da, İkinci Konsolos Necdet Kent o gece yakalanan 80’e yakın Türkiye Yahudisini kurtarmak için bir tehcir trenine binmiş, o tren birkaç saat yol aldıktan sonra durmuş ve Almanlar Yahudilerin Kent’le birlikte trenden ayrılmasına izin vermiş; yani Kent onların hayatını kurtarmış.

Türk diplomatlar da tren seferleri düzenleyerek Fransa’da bulunan Türkiyeli Yahudilerin Türkiye’ye dönmelerini sağlamış ve onları Nazi zulmünden ve hatta ölümden kurtarmış.

Bu üç iddia Türkiye’nin egemen söyleminin özünü oluşturuyor ancak üçü de doğru değil. Necdet Kent hiçbir trene binmedi, zaten anlattığı tarih ve garda böyle bir tehcir treni yoktu. Hikâyesi tamamen asılsızdır. “Vatandaşlık belgeleri”, yani “vatandaşlık ilmühaberleri”, bazı Türk Yahudilerine vatandaşlık statüsünü kontrol edene kadar geçen bekleme zamanı için verilmiş olabilir. Hatta bazı konsoloslar için bu sertifikalar bir gelir kaynağı olmuştur. Ancak asıl önemli olan, Türkiye’nin Alman nüfuz alanında yaşayan binlerce Türkiyeli Yahudiyi vatandaşlıktan atarak onları Türkiye’nin himayesinden mahrum bırakmış olmasıdır.

Ne kitabın ne de filmin hiçbir mantıksal tutarlılığı yoktur, yazarın ve film yapımcılarının Fransa’da Holokost konusunda genel bir bilgiye sahip olmadıkları ve öğrenmek için gayret sarf etmedikleri de aşikâr. Film yazarlarının, işledikleri konuyla ilgili cehaletini gösteren trajikomik bir örnek vereyim: Selahattin Ülkümen, gerçekten de Türk kökenli en ünlü Yahudi kurtarıcısı ve İsrail’deki anma müzesi Yad Vaşem tarafından “Righteousamongthe Nations” (uluslararası dürüst) olarak tanınan tek kişidir. Savaş esnasında Rodos adasında konsolostu. Konu hakkında minimum düzeyde bilgisi olan herkes bunu bilir. Ancak filmde Ülkümen, Fransız şehri Lille’de Türk Konsolosu olarak tanıtılıyor. Muhtemelen birileri Ülkümen’in “adada” (Rodos adasını kastederek) Konsolos olduğunu film yazarlarına Fransızca anlatmıştı ve yazarların zihninde ada kelimesi (l’île) “Lille” şehrine dönüşmüştü.

Peki böyle bir propagandanın işlevi nedir?

Bu sahte “kurtarma” efsanelerinin amacı Türkiye lehine dış politika propagandası yapmak, özellikle Ermeni Jenosidi’ni inkâr politikasında uluslararası ve Yahudi çevrelerin desteğini kazanmaktır: Kitabın yazarı Emir Kıvırcık, Türkiye devlet temsilcilerince, 2008’de zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Perese ile ve ABD’de çeşitli Yahudi temsilcilerle tanıştırıldı. Film uluslararası arenada defalarca gösterildi. Türkiye hükümeti ve “resmi” tarihin temsilcileri için Holokost “kurtarma efsaneleri” ile Ermeni soykırımının inkârı, sanki ayrılmaz bir bütündür. Holokost’un “H”si telaffuz edilse cevap olarak “Biz Ermenileri katletmedik” geliyor veya ne zaman Ermeni Soykırımı’ndan bahsedilse, “biz Yahudileri kurtardık” deniyor. Ermenilerin acısını inkara sabitlemek Yahudi Şoah kurbanlarıyla empati kurmayı da engelliyor. Türkiye Yahudilerinin Holokost’taki kaderleri, kurbanların isimleri ve hayatta kalanların neler çektikleri, bugüne dek ne Türk resmi makamlarının ne de bu gibi efsaneleri anlatan yazar/film yapımcılarının umurunda olmuştur. Yahudiler bu “eser”lerde sadece kahraman Türk diplomatlarının figüranları olarak yer bulmaktadır. Bu yayınlar hem tehcir edilerek katledilen hem de hayatta kalan Yahudilerle alay etmektir.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.