İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

XXI. yüzyıl Türkiyesi’nde milli mutabakat

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
XX. yüzyılın başından itibaren İngilizlerin yönlendirmesi siyasi, mali ve askeri, diplomatik desteğiyle Kürt Şerif Paşa ve Bogos Nubar öncülüğünde yürütülen Ermenistan’a altlık olacak uydu bir Kürt devletçiği kurma girişimlerine karşı Kürt nüfusunun yoğun olduğu vilayetlerimizden çok ciddi bir tepki gösterildiği maalesef pek az bilinmektedir. Bu cehalet maalesef Türkiye’de öteden beri devlet politikalarına yön veren bürokratik, bilimsel ve siyasal aklın çapsızlığı ve yüzeyselliği sebebiyle çok ciddi siyasal ve sosyal sarsıntılara yol açtı, çetin ve kanlı bir terör sürecini yaşadık.

Aslında tarih bilinci olanlar ve tabloyu yorumlayabilenler için esasında değişen bir şey yok. İngilizlerin Şark sorunu bağlamında kurguladığı Ermenistan ve Kürdistan dosyası bugün ABD ve Avrupa tarafından takip edilmektedir. Esas hedef “Türk ismini Küçük Asya’dan silmektir”. Elaziz valisi Ali Galipler, TC tabelaları sökülürken yine Vali olarak iş başındaydılar, Bogos Nubar ve Şerif Paşa İngiliz, Amerikan dolarlarıyla faaliyettedirler. Milli mücadele sürecinde bu harekete destek verenler bugün de aynı faaliyetlere devam etmektedirler. Farklı olarak şimdi enternasyonalist “etnikçi neoliberal ve siyasal İslamcı tayfanın önemli bir kısmı da saflarındadır”.

En çok hüzün verici olanı da Atatürk’ün partisinin bu hatla yan yana verdiği fotoğraftır. Türk milletinin yüzlerce yıldır kader birliği yaptığı ayrılmaz bir parçası olan Kürtlerimiz dün milli mücadeleye destek veren Kürt aşiretleri, önderleri, vatanperver Kürt halkı bugün de dipdiri ayaktadır.

“Diyarbakır anneleri” millet ittifakıyla kucaklaşmayı bekliyor. Siyasal iradeleri ve kararlılıkları Türk milletiyle birliktedir. Eksikliklerimizi, aksaklıklarımızı gidererek “insan hakları ve hukuk devleti”, herkesin karnının tok sırtının pek olduğu bir ekonomik ve siyasal düzende eşitlikçi bir temelde yeniden kucaklaşmamızı sağlayacak bir siyasi projeye ihtiyacımız vardır.

Mevcut TBMM partilerinde üzüntüyle söylemeliyim bu tahlili yapacak bir ufuk ve perspektif yoktur. Ter döküp fikir ve proje üretip halkı gerçekçi bir mutabakatla ikna etmek yerine kestirmeden sonuca varmak için kulakları emperyalist merkezlerden üflenen senaryolara daha açıktır. Tek tek konuştuğumda içlerinde fevkalade vatanperver dostlarımız ve arkadaşlarımız vardırlar lakin onların kişisel eğilimleri maalesef bir irade oluşturmakta eksik kalıyor. Bu milletin sağladığı imkânlarla eğitim görerek bir Anadolu kasabasından hasbelkader bugünler gelebilmiş bir kardeşiniz Türkolog, aydın olarak gerçekleri milletime anlatmakla yükümlüyüm. Herkes suskun, tarihçiler, Türkologlar, kendine Atatürkçü, milliyetçi, ulusalcı diyen aydınlar ve siyasiler büyük ölçüde ölü taklidi yapıyorlar, bir aydın tavrı geliştirerek Sartre’nin tarif ettiği gibi, “tarihin sorumluluğunu” alabilme cesaretinden yoksunlar.

Adı TC olan ve Türk milletinden müteşekkil bir devlette Türk isminden hicap duyulup nefret edildiği ve bunun bir siyasi bürokratik icraatlar manzumesi olarak uygulandığı bir süreci yaşıyoruz. Üstelik ahalinin de bundan pek mustarip olduğunu söyleyemeyiz.

Niye gündeme getirip ifşa ediyorsunuz, görünür, işitilir hale getiriyorsunuz cevap verme mecburiyetinde kalıp zora giriyoruz onun yerine milli bir sert şiir okuyup bayrak önünde “öz çekim” yapıp yayınlasak olmaz mı? diyorlar. Millüğ sendikalarımız ölü taklidi yapacaklar.

En son Kültür Bakanlığı koroların isimlerinden Türk ismini kaldırdı. Bir Türk olarak kendi adıma telin ediyorum, kınıyorum. Burası Türk devletidir beyler.

İktidara destek veren siyasal parti bu görüşlere katılmamakla beraber “siyasi ortaklığı bozacak veya siyasal gücünü kullanarak ikaz edecek” derece büyük bir mesele olarak algılamıyor galiba. Bu şekilde Cumhur ittifakını hiçbir şer güç, duj güç bozamaz kesin olarak anladım. Türk isminin peyderpey silindiği milli mutabakat! devam edecek besbelli. Vay biz hayınlar vay!

Tarih bilinci olmadan bugünü anlayıp yarını inşa edemeyiz. İhtiyaçlarımıza uygun stratejik perspektifler üretemeyiz. Hep arafta hep askıda kalırız. İranlı büyük filozof (babası Azerbaycan Türkü annesi Gürcü) olması hasebiyle bizim hikayemize de yabancı olmayan Daryush Shayegan kültürel ve tarihi şuur eksikliğini çarpıcı bir biçimde tahlil eder: “Kendilerini kaderin ellerine bırakan, bütün eylem hevesleri geçen, talihsizlik sonucu tüm değerlerin yer değiştirdiği heterojen bir dünyada yaşayan ezilen halklar sonunda yarı felçli bir bakış açısı edinmeye başlarlar. Bu bakış hep yarı yarıya felçlidir: Ötekini eleştirdiğinde kendisini ülküleştirir; bir şeye saldırdığında başka bir şeyi kutsar. Aynı anda iki sicil üzerinde kalamaz; hem soran hem de cevap veren olamaz, yani olumlu ve olumsuz nedenlerin üzerinde, her tür nesnelliğe bağlı eleştirel bir tutumu yoktur. ” (Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç,s. 152)”

Eleştiri ve sorgulama olmadan yeni bilgiler üretemeyiz aynı çamurun içinde patinaj ederiz. Eleştiri fitne ve fesat değildir. Negatif anlamda eleştiri kusur bulma, tahkir etme, çatışma çıkarma anlamındadır oysa tenkit anlamında eleştiri kıymet biçme, muhasebe yapma, iyileri, kötüleri, eksikleri görebilme, alternatifler üretme amacına dönüktür. Yergi değildir. O anlamda eleştiriyi teşvik eden bir kültüre ihtiyacımız vardır.

Ece Ayhan “Çanakkaleli Melahat’a İki El Mektup” isimli uzun şiirinde Türkiye’nin yakın tarihi bağlamında sivilliğin tarihini sorgularken “hayat kadını Melahat” üzerinden felsefi planda cesaret, feragat, dürüstlük, demokrasi, sivillik, ilkelere bağlılık gibi kavram ve değerleri sorgular alt metinde siyasal ve bürokratik güce yaslanarak ekonomik kaynakları üleşmenin, topluma korku salmanın derin tarihini analiz eder. Bu bağlamda “Esra Erol’un programında iki eltinin birlikte el ele kendisine kaçtığı “Yufkacı Muammer Usta” üzerinden bazı Büyük şehir belediyesi reyiz/ başkanlarının ve bazı valilerin/ vali paşaların halkçılık ve popülizm yaygaralarını mukayese etmeye çalışacağız. Sayın Kılıçdaroğlu haklı olarak 450 milyon doların hesabını sorarken kendi belediyelerindeki 21B ihalelerini Sözcü gazetesinde Çiğdem Toker’in hatırlattığı üzere keşke şeffaf bir biçimde ortaya koyabilse. Kaç kere dile getirdik, her konu açıldığında tavana bakıyor sorumlular. Sizin daha ilk günde 21 b ile başlamanız iktidara geldiğinizde mevcut iktidar gibi yapacağınız konusunda seçmeni çaresizlik içinde bırakan bir öncü işaret olarak algılanabilir. Muhalif medya organlarının –Sözcü hariç- bu numaracı tutumluluk ve hayırseverlik gösterileri karşısındaki kurnaz örtmecesini de “ayıptır” diye not ediyorum. Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki ciddiyet ve hassasiyetine yakışır. Sayıştay raporları ortada 21 b ihalelerinin temel amacının yandaşa kaynak aktarma amaçlı olduğunu gayet açık bir biçimde ortaya koyuyor. Keşke sayın başkanlar popülist tutumluluk gösterilerinde buralardaki tasarrufu da dikkate alsalar. Misal tüm CHP belediyeleri bugüne kadar yaptıkları 21 b ihalelerini, bütün vatandaşlara açık olarak yapsalardı hazine ne kadar tasarruf ederdi? Belediye bütçesinde ne kadar kaynak kalırdı? bir hesabını yaptırmalı Kemal Bey. Türk devletini yönetecek insan halkçı olabilir ama halk gibi olamaz. İkisi farkı şeylerdir. Bir vali, bakan , milletvekili, belediye başkanı pikapa asılarak işe gittim, yufka minzi yedim, simit çay yiyorum dümenine yatması ayıptır. Temsil ettiği görevle bağdaşmaz. Atatürk, Lenin, Rosa Luxembourg hakçıdırlar ama halk gibi değildirler. Atatürk jilet gibi takım elbisesiyle kütüğün üstüne oturup halkla sohbet eder. Bu anlamdaki abartılı vurguları komik kaçıyor. Büyükşehir belediye başkanı, vali veya bakan kendine, makamına, temsil ettiği millete yaraşır şekilde makam aracı da, “abartılı olmamak koşuluyla” teşrifat da yapabilir hakkıdır. Burada titizlenilmesi gereken kamu hakkı ve kamu yararıdır. Bu bize yeter.

Gerekirse Dr. Hikmet’in dediği gibi kendi kesesinden zarar çekecek temsili “Muhsin Çelebi” gibi yapacak.

Büyük devrimci Dr. Hikmet der ki

“Yüksek Devlet görevleri kâr değil, feragat ve şeref içindir. Şeref, kişi yararını zedelediği ölçüde gerçektir.” Dr. Oğuznamenin kadim felsefesini süzer. “Kız anadan görmeyinçe öğüt almaz, oğul atadan görmeyinçe sufra çekmez. Oğul atanın yetiridür, iki gözinün biridir. Devletli oğul kopsa ocağınun közidir.”

(Dr. Hikmet’i nerden bilsin ince gözlüklü, büyük telefonlu, yelekli, cahil siyasetçi)

“Hamide Duman isimli iki eltinin birlikte kaçtığı Yufka yürekli Yufkacı Muammer Ustanın halkçılığı bu anlamda devlet kesesinden kamera önünde hayırseverlik, tutumluluk taslayan vali paşalardan ve belediye reyizlerinden daha gerçekçidir.

SİYASAL KÜRTÇÜLÜĞÜN TARİHSEL ARKA PLANI

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü üyesi emekli büyükelçi Dr. Bilal Şimşir büyüğümüz benim hep gıpta ettiğim ve yazılarımda anlattığım âlim bürokrat Türk devlet adamı profilidir. Tanıyıp sohbet etme, istifade etme imkânı bulduğum için bahtiyarım. “Muhsin Çelebi” tipinde tecessüm etmiş değerler manzumesini taşıyan sefir-i kebirlerimizdendir. Mülkiye’de Ahmet Şükrü Esmer’in siyasi tarih asistanıyken “milletin adamlarından! Menderes’in” Mülkiye’yi [G]/Konya’ya taşıma “procesinden” tedirgin olarak Dışişleri kariyerine başladı. Görev yaptığı merkezlerde Türk kültürüyle alakalı ne varsa hepsini topladı ve büyük bir külliyat halinde yayınladı. Bu yayınlar arasında iki ciltlik Kürtçülük I/ II eseri konumuzla çok yakından alakalı her kademeden devlet yönetme görevini deruhte eden zevatın başucu eseri olmalıdır.

“Bölücülük anlamında Kürtçülüğün öncüleri Kürtlerin kendileri değil, emperyalist devletlerin hizmetindeki yabancı misyonerler, konsoloslar ve gezginlerdir. Kürtçülüğün babası olarak bilinen kişi de Katolik misyoner Maurizio Garzoni’dir. Bu misyoner papaz , 18. yüzyılın son çeyreğinde Amadia’da 18 yıl yaşamış , Kürtler, Ermeniler, Asuriler, Keldaniler, Nesturiler arasında çalışmış . Bu çalışmalar sırasında Kurmanç ağzını da öğrenmiş “1787 yılında Roma’da” , İtalyanca olarak “Kürt Dili ve Grameri ve Sözlüğü” adlı bir kitap yayınlamıştır. Bu kitabı dolayısıyla Garzoni Kürdolojinin babası sayılır. Tanınmış Rus Kürdologlardan Basil Nikitin, 1956 yılında yayınladığı Kürtler adlı kitabında ilk Kürtçe grameri yazan Garzoni’nin “bundan 150 yıl önce nasıl bir yaşam mücadelesi vermiş olduğunu , ne gibi mahrumiyetlere katlandığını göz önüne getirince bu şartlarda onun harcadığı büyük emeği ve yeteneği dolayısıyla kendisinin Kürdolojinin babası olduğunu belirtir. Peter Garzoni bütün bu zahmetlere ve mahrumiyetlere neden katlanmıştır acaba? Neden bu meçhul diyarlarda yıllarca ömür tüketmiştir?. Avrupa’da bu şekilde bilinmezliği olan bilimsel olarak araştırılması gereken Bask dili, Bröton dili, Gal dili, İskoç dili, Malta dili vb dururken Garzoni bizim Anadolu’nun Kurmanç ağzına neden merak sarmıştır? Hatırlamak gerekir ki, misyonerler, sömürgecilerin öncüleri idi. Batılı emperyalistler ,sömürgeleştirmek istedikleri hemen her ülkeye önce misyonerlerini ve gezginlerini göndermişlerdir. Misyonerler ortamı hazırladıktan sonra sömürgeci askerler gidip o ülkeleri ele geçirip sömürgeleştirmişlerdir. Başka bir biçimde söylersek görünüşte din, iman aşkıyla çeşitli ülkelere giden misyonerler , aslında Batı emperyalizminin hizmetinde idiler. Bu anlamda Türkiye papalığın hedef ülkesiydi. Anadolu’yu kasıp kavurmuş ve soyup soğan çevirmiş olan tarihi Haçlı seferlerinden başka, Türkleri Türkiye’den atmak için hazırlanmış 100 proje arkasında Vatikan da vardı. Türk ulusu aleyhinden en fazla kafa yoran izlenecek stratejiyi çizenlerden biri Vatikan’dı. Türkiye’yi parçalama projelerinin ardında bizzat papaların imzaları vardı. (Papa Leon Projesi ,Papa V. Pius projesi, Papa VIII. Clement projesi vb)

18. yüzyıla gelinceye kadar Türkiye’yi dışardan saldırılarla yıkmak stratejisi izlenmiştir. İttifaklar, koalisyonlar oluşturuluyor Türk milletine karşı suikastlar hazırlanıyor ve Türkiye’ye dıştan saldırılıyordu. Dıştan saldırılar Türkiye’yi yıkmaya yetmemiştir.18. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye yönelik iç saldırılara da sistematik olarak devreye sokulmuş ve izlenen stratejiye eklenmiştir. Din farkları, mezhep farklılıkları, aşiret farkları, bölge farkları, dil farkları, lehçe farkları, içerideki hoşnutsuzluklar Türkiye aleyhine kullanılmaya başlanmıştır. Artı sadece dış saldırılarla yetinilmeyecek Türkiye’nin içi de karıştırılacaktı. Bu işte Vatikan ve Rusya başı çekmişlerdir.

1787 yılı Kürtçülüğün başlangıç tarihidir, denilebilir. Katolik misyoner Garzoni , bir bakıma çığır açmıştır. Onun ardından dikkatler Kürtlere çevrilerek Anadolu ve yakın coğrafyası didiklenmeye, gezilip araştırılmaya başlanmıştır.”

(B.Şimşir, Kürtçülük I, s.46-49)

CHP’li kardeşlerimiz buraya dikkat etsinler:

Kendisi de Kürt asıllı olan İsmet İnönü Lozan’da Musul Vilayetinin Türkiye’ye bağlanmasını isterken, Kürtlerin Turan soyundan olduğunu savunmuştur. Resmi tutanaktaki şekliyle: “ Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür; oysa , bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden, Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır [Fransızcası= On a déclaré que le peuple kurde était d’orgine iranienne ; or cette assertion est contredite par l’ Encylopédia Britanique, qui reconniat l’orgine touranienne du peuple kurde et donne par là raison a la Delagation turque ] ” Encylopedia Britannica’nın 9. Edisyonunda (1875-1889) yayımlanmış olan Kürdistan maddesini kaleme alan kişi Sir Henry Creswicke Rawlinson (1810-1895) adında bir İngiliz’dir. Rawlinson asker, diplomat ve Asuri tarihi uzmanıdır. Asuri çivi yazılarını okuyan bir kişidir. İran, Irak, Türkiye’de uzun yıllar çalışmış, 16 kitap yayınlamış, kazılardan çıkan, kazılardan çıkan, kayalara kazınmış Asuri belgelerine dayanarak Kürtlerin Turan kökenli bir halk olduğunu savunmuştur. Milattan yüzyıllarca önce Turan’dan bizim bölgemize gelmişler. Rawlinson 1895’de ölmüş. Ölümünden sonra onun Kürtlerin kökeni hakkındaki görüşleri ansiklopedinin 11. Edisyonuna kadar (1910-1911) muhafaza edilmiştir. İngiliz Ansiklopedisi 1875-1911 bütün baskılarında sürekli olarak Kürtlerin Turan kökenli olduğunu yazmıştır.

1911 den sonra ise İngilizler Kürtleri İran kökenli saymaktadırlar! İlginç! Bu arada ne olmuş? da Kürtler Turanlı iken birdenbire İranlı oluvermişler? Yeni keşifler mi yapılmış?

Ama bildiğimiz bir şey var o da İngiliz politikasıdır. İngiltere ta William Pitt, zamanından beri, Rusya’nın Asya’da, güneye doğru yayılmasına set oluştursun diye Osmanlı toprak bütünlüğünü savunuyordu. 1877-78 Osmanlı Rus savaşından sonra İngiltere’nin bu politikası yavaş yavaş değişti. İngiltere, Osmanlı toprak bütünlüğü yerine, Osmanlı toprakları üzerinde küçük küçük fakat zinde ulus devletler kurarak Rus yayılmasının önüne set çekebileceği düşüncesini benimsedi, yani Osmanlı Devleti’ni parçalama politikasına yöneldi. Turanlı sayılan Kürtlerin İranlı yapılması da bu politika değişikliği sürecine rastlamaktadır. George Orwell’in 1984 romanında “Büyük Ağabey”in isteğine göre, tarihin, akşamdan sabaha değiştirilmesini hatırlatıyor. (B.Şimşir, Kürtçülük I, s.46-49)

Bizde Türkoloji ve sosyal bilimler felsefi bir arka plana sahip olmadığı için Batılı yöntem ve teorilerin ikinci elden kopyası post sayma, veri toplama, tasvir ve ilmi işçilik temelinde yürüdüğü için bu türden büyük stratejik hedeflere bağlı çalışmalara rastlanmaz. Biz ciddi, ideoloji dışı bilim aparırız! (O nasıl bir şeyse)

Oysa Atatürk TDK ve TTK’yı, DTCF’yi tam da bu amaçla kurmuştu.

Prof. Dr. Mehmet Okur’un “Milli mücadele Yıllarında Ayrılıkçı Kürt Girişimlerine Karşı Doğu Vilayetlerinden Meclis-i Mebusan’a ve Tbmm’ye Gönderilen Protesto Telgrafları” makalesi ışığında meseleye bakacak olursak:

“Avrupa devletlerinin Kürtleri Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmaları XIX. Yüzyılın başına dayanır. Bu devletlerden Ruslar, İran ve Osmanlı Devleti ile yaptığı savaşlarda bazı Kürt aşiretlerinden yararlanmaya çalışırken, İngilizler de “Doğu Hindistan Şirketi” vasıtasıyla bölgedeki Arapları ve Kürtleri Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmaya çalışmışlardı. Bu şirketin mensuplarından çoğu, sivil elbise giymiş İngiliz subayları idiler. Bunlar hükümetleri adına onların arasına girerek kışkırtıcılık yapıyor, halkın isyan etmesi için gayret gösteriyorlardı. Kolkhan, Mc Donalt, Hiyd, Brotr, Ric isimli ajanlar bunların en tanınmışlarıdır.

Silah, cephane, teçhizat bakımından bölgeye gizli gizli isyan malzemeleri yığan İngilizler, bazı Kürt aşiret reisleri ile irtibat sağlamayı başarmışlar ve onlarla gizli işbirliğine girişmişlerdi. İngilizlerle işbirliğine giden bu aşiretler 1815 yılında ayaklanmışlarsa da çabuk kontrol altına alınmışlardır. Yine 1829 yılında İngilizlerin Irak’ın Süleymaniye bölgesine bir subay ekibi göndererek burada Kürtlere askeri talimler yaptırdıkları ve onları eğittikleri tespit edilmişti. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: Tekin Erer, Kürtçülük Meselesi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1994, s. 31 – 46.)”

Yalnız Kürt unsurunu kullanmak diğerleri kadar kolay olmamıştı. Hatta milli mücadele yıllarında Türkiye topraklarının da önemli bir kısmını içine alan bir bölgede kendi kontrollerinde bir Kürt devleti kurulması için yoğun çaba harcayan İngilizler, bu çabalarının olumsuz bir şekilde geri tepeceğinden sürekli endişe duymuşlardır.

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra harekete geçen İngilizler, Güneydoğu vilayetlerini işgal etmeye ve Kürtçülük propagandasına hız vermeye başladılar. İngilizlerin bu dönemdeki Kürtçülük propagandasındaki amaçları, kendi kontrollerinde bir Kürt devleti kurmak suretiyle, Musul ve Kerkük petrol bölgelerini hakimiyetleri altına almak,

Bolşevizmin güneye doğru yayılmasına engel olmak, Hindistan yolunun güvenliğini sağlamak ve işgallere karşı uyanan Türk milli hareketini bastırmaktı.

Bu amaçlarını bir an önce gerçekleştirmek isteyen İngiltere, merkezleri İstanbul’da olmak üzere çok sayıda ayrılıkçı Kürtçü cemiyet kurdurdu ve bölgeye çok sayıda askeri ve siyasi temsilci gönderdi ki, bu temsilcilerden en önemlisi Binbaşı Edward Noel idi. Bu sıralarda Türkiye’de incelemelerde bulunan Amiral Bristol’un Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı’na çektiği 30 Eylül 1919 tarihli telgrafına göre; İngilizlerin Noel gibi ajanları vasıtasıyla Kürtleri yanlarına almayı ve Anadolu’da oluşmakta olan milliyetçi akımını boğmayı hedefliyordu. Bölge halkını İngilizlerin yanına çekmek için büyük çaba sarfeden Noel’e göre; Mustafa Kemal Paşa’nın yarattığı durum tehlike arzederse, O’na karşı bölgedeki Kürt unsuru kullanılabilirdi. Hatta bu amaçla, bir an önce İstanbul Hükümeti’ne ayrılıkçı Kürt ileri gelenlerinden vali ve mutasarrıf tayin edilmeliydi.

Nitekim bu amaçla İstanbul Hükümeti tarafından, Elazığ Valisi Ali Galip, Sivas Valiliği’ne atanmış ve ayrılıkçı Kürt kuvvetlerinin yardımıyla Sivas Kongresi’nin engellenmesi kendisinden istenmiştir.

Kürtlerin tavrını ortaya koyan en önemli gelişme biri de bu sıralarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki aşiret liderlerinden bazılarının Erzurum’da toplanan Kongre üyeliği’ne, bazılarının da Heyet-i Temsiliye’ye seçilmeleri idi.

Güneydoğu Anadolu’daki Kürtçülük propagandasına karşı bölgenin her yerinden tepkiler gelmekteydi. Bu tepkiler bazen İngiliz birliklerine karşı ayaklanmalar bazen de protesto telgrafları şeklinde cereyan etmekteydi.

Zira yüzyıllardır Türklerle birlikte hareket eden Kürtler, kendi içlerindeki işbirlikçilerin peşine gitmemişler, Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki milli hareket içersinde yer almışlardır. Bu durum bölgedeki İngiliz subaylar tarafından İstanbul’daki Yüksek Komiserliğe bildirilen raporlarda da yer almıştı.

Ünlü İngiliz casusu Lawrence de kendilerinin yanlış ve haksız bir iddia ile Kürdistan diye bir saha ortaya attıklarını doğuda yaşayan halkın ısrarla birlik şuuruna sahip olduğunu gördüğünü anılarında belirtecektir. (S. Kaya Seferoğlu – Kemal Türközü, 101 Soruda Kürtlerin Türk Boyu, Türk Kültürü Araştırmaları Enstitüsü, Ankara, 1982, s. 87)

İtilaf Devletleriyle birlikte hareket eden sözde Kürt aydınlarına sert tepki gösteren Doğu ve Güneydoğu halkı, gerek son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderdikleri telgraflarla bu kişileri protesto etmişlerdir.

1 Mart 1920 günü Meclis-i Mebusan’da Şerif Paşa ile Bogos Nubar Paşa’nın Ermenilerle Kürtlerin müşterek bir devlet teşkiline gayret etmeleri hakkında iki protesto telgrafı daha okundu. Siverek’ten gönderilen bu telgrafnamede de şöyle denilmektedir:

“Meclis-i Mebusan Riyaset-i Celilesine

Paris’te bulunan Şerif Paşa, memleketimizin Ermenilerle müşterek bir idare tesisine Bogos Nubar Paşa ile müttefikan teşebbüs ettikleri istihbar oluyor. Vahdet-i İslamiye ve camia-i Osmaniye haricinde ve makam-ı muallayı hilafetten başka bir idare tahtında yaşamak bizim için gayr-i mümkün bulunmuş ve böyle bir idarenin teessüsü ve bunun idaresi için seller gibi kan akması ve yüz binlerce efradın imhası ve mamurelerin virane haline inkılabı ile de kaabil bulunmadığı gibi, yeni baştan naire-i cidali iş’alden maada bir fayda temin edemeyeceği ve Şerif Paşa’nın biz Kürtler hakkındaki beyanat ve taahhüdatının zerre kadar haiz-i ehemmiyet bulunmadığı enzar-ı efhamilerine arz ve beyanat-ı vakıayı kemal-i şiddetle protesto ve nefretle red ederiz.

Aynı hususta Derik’ten çekilen telgrafname ise şöyleydi:

“Meclis-i Mebusan Riyaset-i Celilesi vasıtası ile Paris’te Sulh Konferansı Heyet-i Celilesi’ne

Şerif Paşa’nın Kürtler adına Ermeni murahhası Nubar Paşa ile müştereken heyet-i celilerine bir muhtıra verdikleri mesmuumuz oldu. Biz Kürtlerin Camia-i Osmaniye’den başka hiçbir idareyi kabul etmeyeceğimizi, bu uğurda son ferdimizi fedaya hazır olduğumuzu evvel ve ahir arz ve ilan eylemiş idik. Şerif Paşa’nın Kürtlerden bir ferdimizin bile vekil ve mümessili olmadığı halde hod ve hod fuzuli olarak verdiği bir muhtıranın Heyet-i celilerince ednay-ı kıymeti haiz olamayacağına kâni isek de, bu teşebbüsün mevzu-i bahs ve müzakere olması asayiş-i alemin yeni baştan ihlaline sebebiyet verilmiş demek olacağından, buna meydan verilmemesini rica eder, Kürtler namına hiçbir sıfat ve salahiyeti olmayan şerif Paşa’yı kemal-i nefret ve şiddetle protesto ederek tabiiyyeti ile şerefyab olduğumuz Devlet-i Osmaniye’den başka bir şekl-i idareyi kabul edemeyeceğimizi bu kere de tekrarla bu babta Heyet-i celilerinin nazar-ı dikkatini celp ederiz.

Doğu vilayetlerinden gönderilen ve Kürt meselesi diye bir mesele olmadığını ifade eden telgraf şöyledir:

“Ankara’da Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesi’ne

Kürtler küçük lokmanın pek kolay yutulacağını vaktinden çok evvel anlamışlardır. Türk birliğinden ayrılmak zihniyetinde bulunanları Kürtler kendi milletlerinden addetmezler. Kürtlerin mukadderatı Türkün mukadderatıyla aynıdır. Biz Kürtler Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nden başka halâskâr beklemediğimiz gibi Düvel-i İtilafiyeden merhamet dilenmeye tenezzül etmiyoruz. Misak-ı Milli dâhilinde sulh akdedilmesini teminen bütün varlığımızla hükümetimize müzaheret edeceğimizi Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti dahilinde Kürtlüğün ayrı bir unsur olarak telakkisini hiçbir zaman işitmek istemediğimizi arz ile muvaffakiyetler temenni ve takdimi tazimat eyleriz.

[İzoli Aşireti Reisi Hacı Fiya Sebati, Deyükan Aşireti Reisi Hüseyin, Cürdi Aşireti Reisi Mehmet, Bariçkan Aşireti Reisi Halil, Bükler Aşireti Reisi Hüseyin, Aluçlu Aşireti Reisi Mehmet,Zeyve Aşireti Reisi Halil, Ülema-yı Ekrattan Hafız Mehmet, Ülema-yı Ekrattan Bekir Sıtkı, Ülema-yı Ekrattan Rüşdü, Eşraf-ı Ekrattan Hüseyin, Eşraf-ı Ekrattan ZebuhluHalil, Eşraf-ı Ekrattan İzdelili Fehim, Eşraftan Bulutlu İbrahim, Eşraftan Sadık]

Kürt meselesi mevcut olmadığına ve Kürtleri ancak Büyük Millet Meclisi’nin temsil edeceğine dair Van Vilayeti’nden Hariciye Vekâleti’ne, Londra Konferansı murahhaslarına, Düvel-i Muazzama temsilcilerine yazılan ve Dâhiliye Nezareti tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti’ne sevkedilen telgrafta ise şöyle denilmektedir:

“Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesi’ne”

Kürt meselesinin Konferans’ta mevzu-i bahs edilmesi münasebetiyle Van Kürt rüesası tarafından intihab ettikleri vekillerinin Büyük Millet Meclisi’nde kendi namlarına idare-i hükümet ettiğinden ve konferanstaki Kürtleri ancak Büyük Millet Meclisi’nin heyet-i murahhasası temsil eylediğinden bahisle Hariciye Vekâleti’ne, Heyet-i Murahhasa’ya ve Londra’daki Düvel-i Muazzama murahhaslarına telgraflar yazılmış olduğu Van Vilayeti’nden bildirilmekle arz-ı malûmat olunur efendim.”

Sonuç:

TBMM partileri en başta siyasal iktidar olmak üzere Şark sorununun ve onun bugündeki izdüşümünü anlamadan etnik bölücü siyasal talepler üzerinden siyasal güç devşirme hevesinden vazgeçmeleri gerekir. Bu girişim her iki tarafa da kaybettirecek tehlikeli bir yaklaşımdır. Türkler ve Kürtler asli kurucu iktidar sahipleri olarak siyasal iradelerini devletin kuruluşunda birleştirmişlerdir. Birinci önceliğimiz açlığı ve yoksulluğu, geri kalmışlığı yenmektir. Ülkemizde bundan daha öncelikli ve yakıcı bir sorun yoktur. İkincisi adalet ve hürriyettir. Bunun da ana şemsiyesi adalet ve “keşkesiz amasız bir hukuk düzenidir”. Bir Türk olarak ben de bunu istiyorum Kürdün de talebi farklı değildir.

Sayın Kılıçdaroğlu 18. yüzyılın kavramlarıyla XXI. yüzyıl anlaşılıp açıklanamaz diyor. Danişmentleriyle beraber yanılıyor. Hukuk devleti, milli devlet, eşitlik, adalet ve hürriyet, aydınlanma 18. yüzyılın kavramlarıdır. Onun yerine Y-CHP’nin teklif ettiği XXI. yüzyıl kavramı “eşit vatandaşlık” Yeni Ortaçağa ait gerici bir kavramdır. Bir fikrin, teorinin ve kavramın geri kalmışlığı, geçersiliği veya çağdaşlığı, geçerliliği onun sorunları kapsama ve açıklama gücündedir. XXI. yüzyılda aydınlanma birikiminin, milli demokratik devrim birikiminin değer ve kavramlarını aşan kavramlar, yeni teklifler nelerdir? Söyleyin tartışalım.

Maksadınız cumhuriyeti çağdaş insan hakları hukuku ve değerleriyle donatmaksa bunun için en gerçekçi mutabakat zemini “yurttaşlık kavramıdır” ki Cumhuriyete, Atatürk devriminin birikim ve kazanımlarına aykırılık teşkil etmez.

Ateşle yangın çıkarabilirsiniz, insanlığa faydalı olmak üzere yemek pişirip, evleri ısıtabilirsiniz.

Siz hangisini istiyorsunuz?

Bir karar aşamasındasınız

Etnik siyasal taleplere taşıyıcı annelik yapmanın sonucu mutlak anlamda kaostur.

Türk sağının vaktiyle FETÖ’yle oy karşılığında yaşadığı bu sembiyotik ilişkinin neticesini gördük.

Ders alınmazsa yeni ..TÖ’ler fanusta büyümektedir.

Bilimsel yöntemle bakanlar için şaşırtıcı bir şey yoktur.

Aynısını etnik bölücülükle yaşamak mukadder olacaktır.

Ve ille de Türk milletinin bir an önce aklını başına alıp irade ve istikbaline sahip çıkma zarureti vardır. Merhum Durmuş Hocaoğlu hocamızın 2023 kehanetini bir daha okuyun derim.

Neyi? Nerede?, ne zaman? hangi bağlamda? kullandığınıza bağlı olarak elde edeceğimiz sonuç ve anlam değişir.

Partilerimize çağrım odur ki; “Gelin yüz yıl önce olduğu gibi Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefinde Türk ve Kürdün siyasal iradelerini birleştirelim”, emperyal merkezlerin temelsiz suflelerine kulak asmayın, herkes için ortak siyasal iyi bu zemindedir.

Prof. Dr. Kemal Üçüncü


OdaTv

Yorumlar kapatıldı.