İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çocukluğun kayıp koordinatları

Burhan Sönmez’in kitabı ‘Taş ve Gölge’, İletişim Yayıncılık tarafından okurla buluştu. Sönmez, ‘Taş ve Gölge’ ile taşranın sıkışmışlığını, siyasi partilere yaslanan ağaların köylüler üzerindeki tahakkümlerini; kentlerde mafya adıyla bilinen şiddet temelli oluşumları estetik düzleme taşırken, açık veya örtük tüm hiyerarşik yapıların kadın ve erkek temsilleri üzerindeki etkilerini kurgu evreninde görünür hale getiriyor.

Hande Balkız

‘Taş ve Gölge’; dillerin, dinlerin, zamanların, kentlerin içinde gezinen bir anlatı. Mutlak bir form olan taşın durağanlığı, katılığıyla sınırların tekinsizliğini işaret eden gölge metaforu arasındaki muğlak geçişlerde ilerleyen romanda başkişi Avdo, tüm örüntülerin kesişim noktasını oluşturuyor. Kişiler dolayımıyla farklı mekânlara, coğrafyalara açılan kurgu düzleminde zaman 1938 ile 2002 arasında zikzaklar çiziyor. Kişilerin eylemlerini belirleyen kararlarla duygusal rotalar oluşuyor. Ancak tüm duygusal güzergâhların art alanında yaşanan zamanın sosyal, siyasal realitelerine de değiniliyor. Taşa veya gölgeye dönüşen bireylerin hayat içerisindeki konumlarını, kimliklerini, aidiyetlerini, düşünsel/ duygusal travmalarını, ‘öteki’ oluşlarını belirleyen koşullar sorgulanıyor. Kötülüğün, hoyratlığın, bencilliğin, iktidar hırsının, tahakkümün yıkıcı gücünün karşısında seslere, sezgilere, aşka, merhamete, yıldızlara yüklenen anlamlar yükseliyor. Avdo’nun çocukluğundan ölümüne uzanan süreçte Elif, Yedi Adlı Adam, Asteğmen Adem Giritli, Baki, İpek (Perihan Sultan), Seyrani, Kalender, Reyhan, Süreyya, Miskal, Şef Kobra, Kara Ağa, Mikail, Josef Usta, Dikran Usta’nın ve daha birçok kişinin hikâyeleri birbirine karışıyor. Kimi şiddetin dilini konuşuyor, kimi aşkın, kimi şefkatin, kimi yıldızların, kimi çaresizliğin, kimi isyanın, kimi sabrın… Romanın başında yer alan “İnsanların mahrum kılındığı bilgiler içinde insan kalbinden daha anlaşılmazı yoktur”(1) cümlesi metnin yazgısını oluşturuyor. Kalpten ibaret gölgeler, kayıp çocukluk ve geçmiş…

TAŞLARIN SESİ

“Avdo bugün defnedilen ve yedi ad taşıyan ölüye nasıl bir mezartaşı yapacağını düşündü. (…) Sigara tutan parmaklarını biriyle konuşur gibi öne uzatıp, bu adamın mezartaşı siyah olmalı, dedi kendi kendine, taşın ortasında da siyah bir delik bulunmalı. Deliğin bir yanından bakanlar diğer yandaki boşluğu görmeli. Boşluk baktıkça büyümeli, derinleşmeli”(2) (syf.7) cümleleriyle açılıyor roman. Adı İsa’yken tanıştığı yedi adlı adama yaptığı mezar taşındaki boşluk adların, dillerin, dinlerin, kentlerin içinde köksüz, geçmişsiz gezinen bir adamın boşluğunu imliyor. Avdo’nun çocukluk seslerinden İsa, Avdo’yu Josef Usta’yla tanıştıran, daimi konum mezarlığı da belirleyen kişi aynı zamanda.

“Kim kimi izliyordu? Çocukluğu mu Avdo’nun yoksa Avdo mu çocukluğunun peşinden gidiyordu? ” (syf.317) Anlatının yer çekimi, mezar taşı ustası Avdo… Kayıp bir çocukluğun zemininde biçimleniyor hikâyesi. Hayatına dair hatırladığı en eski sahne kalabalıkta annesini kaybettiği anlar. Urfa’da kaybedilen anneyi arayış ve Mardin’e ulaşan adımlar. Mardin’de İsa ile karşılaşınca açılan yepyeni bir yol. Josef Usta, bilgece söylemleri, sezgi gücü ve hayat deneyimleriyle küçük, yalnız bir çocuktan mezar taşı ustası Avdo’yu biçimlendiriyor. “Ölülere sahip çıkacaksın. Bunun için gökyüzüne bakacaksın, gökteki işaretleri izleyecek, yıldızları okuyacaksın. Mezartaşlarına yıldız resimleri çizeceksin” (syf.68) diyor Josef Usta. Taşları, gölgeleri, ateşin sırlarını öğretiyor Avdo’ya.

Avdo’nun Mardin’de mayalanan hayatı Haymana Ovası’nda Konak Görmez köyünde devam ediyor. Mezar taşı ustası olarak çalıştığı köy, tüm geleceğini etkileyecek bir kavşak noktası oluyor. Elif’le bir surete bürünen aşk; şiddeti, zalimliği, gündelik çıkarları, cehaleti de peşinden sürüklüyor. Taşranın kendi içine kapalı kültürel kodlarında Avdo aykırı bir yabancıya dönüşüyor. Kara Ağa ve oğullarının tahakkümleri, ekonomik sıkıntılar, başka dünyalara/hayatlara, bilgiye karşı direnç; sessiz, sinmiş bir kalabalıktan ibaret kılıyor köyü. Taşlaşmış, donmuş inançlar; kabuller, önyargılar ve daralan mahremiyet alanları çıkışsızlığı vurguluyor.

“Konak Görmez diye köy adı mı olurmuş? Aslen Bizanslıların dilinde Konakormas olan bir kelimeydi bu, zamanla değişmişti.”, “Avdo ısrarla devam etti, yaşadıkları ovanın Haymana olan adının da Hırıstiyan Ermenilerden geldiğini, Ermenilerin kendilerine Hay dediğini anlatırken, onu dinleyen kalabalığın sabrı taştı.”, “Bir taş ustası nasıl olur da bunca uzak yerler gezip, bunca dil konuşurdu? Avdo onlara yeri yurdu olmadığını, öksüz büyüdüğünü, küçüklüğünden beri gittiği her şehirde ayrı bir dile karıştığını, bu sayede Kürtçe, Türkçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, Rumca öğrendiğini söyledi.” (syf.44-45)

Erkeklerin gözünde ‘çok şey bilen öteki’ olan Avdo, kızların gözünde kendilerini köyden kurtaracak bir kahramana yüceltiliyor. “Kızlar onun ağır adımlarla gidişini izlerken bir yabancının büyüsünün köyün bütün sırlarından daha güçlü olduğunu hissederlerdi.”(syf.46) Köydeki her kız Avdo’ya büyülü bir yalnızlığı yakıştırıp ona dair hayaller kurarken Avdo, Mikail Ağa ile nişanlı Elif’e aşık oluyor. Her gece şarkılarını onun için söylüyor, başçobanın oğlu Baki ile mektuplar yolluyor. Ancak eril tahakkümün yıkıcı gücü Elif dolayımıyla Avdo’ya da ulaşıyor. Birlikte köyden kaçacakları gece ağanın adamlarıyla girilen çatışma Baki’nin ve adamların ölümüne, Avdo’nun hapse atılmasına, Elif’in de bir süre sonra Mikail Ağa ile evlenmesine neden oluyor. Elif’in çaresizce başına gelen her şeyi kabul etmesinin aksine kardeşi İpek; yazgısına, dayatılan geleneksel gelecek profillerine başkaldırıyor. Elif’in düğün zamanı köye dışarıdan gelen bir gençle kaçıp gidiyor. Romanın İstanbul sayfalarında İpek, Paris Gazinosu’nda çalışan meşhur arabesk şarkıcı Perihan Sultan adıyla karşımıza çıkıyor.

İdamla yargılanan Avdo, yıllarını Ankara’da cezaevinde geçiriyor. İdam cezasının kaldırılmasından sonra ve dışarıya çıkmasına bir ay kala gazetelerden okuyor Elif’in, kardeşi İpek’in yanına kaçarken Sirkeci’de öldürüldüğünü. Elif’in kendini kuşatan tüm gerçeklerden sıyrılıp sonsuzca uykuya daldığı Merkez Efendi Mezarlığı, Avdo için de kendi ölümünü bekleyeceği daimi mekâna dönüşüyor. Elif’in yokluğu ile Avdo’nun sabrı da yan yana duran iki taşa…

“Yıllar önce. Buraya yerleşti, burada ölmeyi seçti. Erguvan ağacının altındaki mezarın yanına kendisi için de bir mezar yaptı, üstüne isimsiz bir taş koydu.” (syf.12 )

1965’te geliyor Avdo İstanbul’a ve Merkez Efendi Mezarlığı’nın yanındaki kulübede yaşamaya başlıyor. Romanın açıldığı 1984 yılı aralık gecesine kadar ölüleri dinlediği, ateşler yaktığı, yıldızları izleyerek mezar taşları yaptığı, taşlara sabrı öğrettiği, köpeği Toteve ile dertleştiği sakin bir hayat geçiriyor.

Çocukluğun kayıp koordinatlarında dağılmasını engelleyen, ölülerin yoldaşlığında mesleğe dönüşen mezar taşı ustalığı Avdo için ev kavramını da simgeliyor. Elif’in ve kendi için ayırdığı mezarın bulunduğu Merkez Efendi Mezarlığı Avdo’nun aidiyet alanını işaret ediyor. Zamandan mutlak bir kopuşu simgeleyen mezarlık; bedenleri, sınırları belirli bir mekâna ve zamana kilitliyor. Nefesten, kimliklerden düşen ölüler hayatın dışında kalıyor. Heterotopik bir mekân olan mezarlık, diğer kültürel mekânlara göre başka anlamlar içeriyor. “ (…) mezarlıklar kentin kutsal ve ölümsüz rüzgarını değil, her ailenin kendi karanlık ikametine sahip olduğu ‘öteki şehir’i meydana getirir.”(3) Ötekilerin hikâyelerini taşlara kazıyan Avdo için mezarlık, zihinsel imgeleri tetikleyen karanlık bir coğrafyayı ifade ediyor. Geceleri suçların, pişmanlıkların, öfkelerin, özlemlerin, heveslerin sesleri Avdo’nun çocukluk seslerine karışıyor. Çocukluğun karanlıkta yürüyen, yapraklarda çıtırdayan, yıldız tozlarına bulanan adımlarına Avdo hiçbir zaman yetişemiyor ama biliyor. Çocukluğu her gece mezarlıkta geziniyor. Mezarlığın yeraltı ve yeryüzü arasındaki muğlak, sisli atmosferi hem yasların derinleştiği hem de kriz anlarının ve yüzleşmelerin sahnesi oluyor. Ölüler mezarlarda, Avdo çocukluğunda saklanıyor. Aralık ayının en uzun gecesi mezarlıkta beliren gölge, mezarlığa kendi hikâyesini taşıyor. Geçmişten kapılar açılıyor, tanıdık sesler ölülerin seslerine karışıyor. Suikaste kurban giden Perihan Sultan ve Seyrani’nin kızı Reyhan, Avdo’nun hayatına sığınıyor.

Taş ve Gölge, Burhan Sönmez, 328 syf., İletişim Yayıncılık, 2021.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Reyhan, pankart asma suçuyla günlerce karakolda tutuluyor; şiddete, hakarete ve cinsel istismara maruz kalıyor. Yorgun, yıpranmış ve hamile bir kadın olarak Avdo’nun şimdisine katılıyor. İstismarın faili Şef Kobra, zalimliğini onu aradığı gece de devam ettiriyor. Mezarlıkta Reyhan’ı bulamayınca Avdo’ya saldırıp köpeği Toteve’yi de öldürüyor. -Şef Kobra mezarlığa ikinci gelişinde özür dileyecektir ancak çok sevdiğini kendine bile zor itiraf ettiği Reyhan’ı bir daha asla göremeyecektir.- Avdo, Reyhan’ı mezarlıktaki caminin çilehanesinde saklıyor. 40 gün sonra çilehaneden çıkış sembolik göndermeler içeriyor. Dervişlerin çileden sonraki dönüşümleri gibi Reyhan için de yeni bir hayat başlıyor. Avdo’nun nüfusuna aldığı Reyhan ve oğlu Baki, Avdo ölene kadar onunla birlikte mezarlığın yanındaki evde yaşıyor.

“Reyhan bir an onun gözlerinde kendisine benzeyen bir bakış yakaladı, sevgi denen cevherin insan bedeninde çoğalıp başka bedenlere aktarıldığına dair bir bakış. Çağlardır kuşaktan kuşağa geçen bu bakış onlara yalnızca yeni bir gelecek vermiyor, yeni bir geçmişin kapısını da aralıyordu. Birbirlerine inanacaklardı. O geçmişte birbirlerini bulacak, ölüp gitmiş tanıdıklarına yeni bir gözle bakacak, kalpten kalbe aktarılan bir özlemin izini sürerek yaşayacaklardı.” (syf.142)

Bir süre sonra Avdo’yu ziyarete gelen Kobra, yaptıklarından pişman olduğunu itiraf ediyor ancak eylemlerinin sorumluluğunu almak yerine şiddeti rasyonelleştirmeye çalışıyor.

“Ama bizim işimiz de kolay sayılmaz, bambaşka zorlukları var, bazen yanlışa düşüyoruz, devleti korumak, milleti korumak için elimizden geleni yapıyoruz ama her zaman doğru davranamıyoruz, nereden bileceksin ki, bazen istemeden suçsuz insanları incitiyoruz.” (syf.53 )

Şef Kobra’nın Avdo’ya anlatmadığı, ölmüş ablasının mezarına itiraf ettiği, telafisi mümkün olmayan kötülük Reyhan’a yaptığıdır. Reyhan’ın karakoldaki perişan halini görünce bu kadar ezilmesi için idamları protesto etmesi değil bir karakolu havaya uçurması gerekirdi diye düşünen Şef Kobra Reyhan’a aşık olunca- ki onunki aşk değil sahip olma arzusunun yıkıcı bir hırsa dönüşmesidir- ve karşılık göremeyince benliğinin karanlık parçası eyleme geçiyor.

“Elemanları dışarı çıkardım, Reyhan’la baş başa kaldım. Gözleri bağlıydı. Yerde oturuyordu. Ayağa kaldırdım, ellerini masaya bağladım. Her şeyi hatırlıyorum. O gece yaptıklarımı o kadar sarhoş olmama rağmen hatırlıyorum. Şu anda ne isterdim biliyor musun Abla? Hayır, onun yakalanmasını değil. Öncelikle o gecenin hiç yaşanmamasını isterdim.” (syf.245)

Burhan Sönmez, taş sözcüğünü hem seslerle hem sessizlikle ilişkilendiriyor. Kişiler ve eylemleri, taş sözcüğünü farklı metaforik bağlamlara ulaştırıyor. Mezarlığın yaşayanlar ve ölüler için bir kesişim noktası olması gibi taşlar da düşünsel/eylemsel krizlerin ve duygusal travmaların çarpıştığı bir simgeye dönüşüyor. İçindeki taşlarla kime dokunsa kıranlarla, başındaki taşlarla şimdiye sızanlar bir arada yaşıyor.

GÖLGELERİN SESİ

Anlatının 1938’de başlayan parçasında yedi adlı adamın ve Asteğmen Adem Giritli’nin hikâyeleri birbirine dolanıyor. Asteğmen Adem Giritli’nin günlüğünden, anılarından ivmelenen olaylar 2002’de İstanbul’a ulaşıyor.

Romanın başlangıcında Avdo’nun mezar taşı yaptığı, çocukluğunda Mardin’de onun adı İsa’yken tanıştığı yedi adlı adam, eski bir askerdir. Dersim Harekatı sırasında Fırat Nehri’nin kıyısında yaralı ve baygın bulunduğunda belleğini yitirmiştir. Onu bulan askerler, adının Haydar olduğunu, Kürt- Zaza çetelerinin saldırısında yaralandığını ve yeniden birliğine katılması gerektiğini söylüyor. Ancak köylü bir kadın onun asıl adının Ali olduğunu ve sürgün sırasında kaçarken vurulduğunu belirtiyor.

“Onu bulan askerler, belleğini yitirdiğini görünce ona yeni bir geçmiş ve yeni bir gelecek vermiş, bir asker olduğunu söylemişlerdi. Öteki kimliğini öğrenen asker birliğinden firar etti, güneye, Mezopotamya Ovası’na kaçtı. Mezopotamya ona gerçek kimliğinin olmadığını söyledi. Sen ne Haydar’sın ne de Ali, ikisinin de çocukluğunu hatırlamıyorsun. Çocukluğunu hatırlamayan, kendisini bilemez.” (syf.8)

Birliğinden kaçan Ali/Haydar adlarına ad, dillerine dil, dinlerine din ekleyerek, yıldızları izleyerek, bulduğu her kitabı okuyarak ömrünün sonuna kadar yürüyor. Josef Usta yedi adlı adamın gavsono olduğunu söylüyor Avdo’ya. Süryanice mülteci anlamına geliyor. “Kendi toprağından kopan, başka toprağa savrulan kişiye denir. Rüzgârın önündeki yaprak gibi. Toprağını yitirmek belleğini yitirmektir. İsa bunu tersinden yaşadı, önce belleğini sonra toprağını yitirdi, rüzgâra kapılmış, oradan oraya dolanıyor.” (syf.87) Josef Usta’ya göre İsa çaresiz kalınca varlığını yitirmiş ve gölgeye dönüşmüştür. O gölgenin hiçbir şeyi yoktur, yalnızca kalpten ibarettir. Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus, Adem kırk yıl boyunca Kudüs, Kahire, Girit, Atina, Roma ve İstanbul’u dolaşarak kendini, kimliğini arıyor. İstanbul’da öldüğündeyse Avdo’ya iletilmek üzere bir mektup ve çanta bırakıyor.

“Herkesin ruhuna uygun mezartaşı yaptığını söylediler. Bana da yap bir tane. Benim mezartaşım şunu söylesin kâinata: Tanrı’nın tek kötülüğü, var olmamasıdır.” (syf.8)

Yıllar sonra Avdo onun mezar taşıyla konuşurken ustasının sözlerini hatırlıyor ve kendisini de gölgeye benzetiyor.

“Ben de bir gölgeymişim, bunu yaşım ilerledikten sonra anladım. Kalpten ibaret, acının ve özlemin girdabına kapılmış bir gölgeyim işte. Ayışığı şu anda önümdeki taşı aydınlatıyor. Benim gölgem taşın üstüne düşüyor. Bu bir rüya, taş yok, ben yokum, yalnızca gölge var. Elimde tokmağın gölgesini tutuyor, keskinin gölgesinin üstüne indiriyorum. Gölgeler karanlıkta içli içli çınlıyor.” (syf.144)

Yedi adlı adam ve Asteğmen Adem Giritli’nin yolu Dersim’de kesişiyor. İstanbul’daki nişanlısı Miskal’e her gün mektup yazan ve bir de günlük tutan Adem Giritli’nin harekat sırasında tanıştığı ve günlüğünde “Haydar tuhaf bir askerdi. Geçen ay bir çatışma sırasında yaralanmış, baygın düşüp belleğini yitirmiş. (…) Bazen çantasından flütünü çıkarıyor, bize değil de karşıki dağlara ve ormanlara bakarak çalıyordu” (syf.265) diye bahsettiği askerlerden biri Haydar. Onlarca askerin cinsel istismarı sonucu ölen genç kızın cesedini herkesten gizlice gömerken Adem’in yanındaki sırdaş… Günlüğünün de gelecekteki sahibi. Tarih öğretmeni Adem Giritli harekat sırasında içinde bulunduğu şartlarda, şahit oldukları karşısında gerçek benliğini yitirdiğini düşünmeye başlar. Sürgünün ‘biz tarafı’ ve ‘ötekiler tarafı’ arasındaki gerilimde içsel rotası bulanıklaşır. Miskal’den, kendi hayatından uzakta, çatışmaların ortasında ayakta durmaya çalışıyordur.

“Ve ruhum, yanı başımdaki Haydar’ın duymayacağı biçimde benimle konuştu, kulağıma fısıldadı. Bana gördüklerimi akımda tutmamı söyledi ve kötülükleri görmemi istedi. Asteğmen Adem, dedi ruhum bana, insan her yerde aynı kişi değildir, sen askerde başka birine dönüştün, Öğretmen Adem olduğunu unuttun. Yanındaki er Haydar’dan farkın kalmadı, o da geçmişteki kişiliğini unuttu. O kendisini hatırlamaya çalışıyor, sen de onun gibi yap, kendini hatırlamaya, geçmişteki halini bulmaya gayret et.” (syf.266)

Anlatıdaki hafıza nesnelerinden biri olan günlük, Asteğmen Adem Giritli’nin Fırat Nehri kıyısındaki ölümüyle Haydar’ın eline geçiyor. Asteğmen Adem’in kaldığı yerden yazmaya devam eden Haydar’ın cümleleriyle de gerçekler muğlak bir alana çekiliyor. Geçmişin puslu koridorlarında dolaşan Haydar, belki de Adem Giritli olduğumu hatırlarım diye düşünmeye başlıyor. İçindeki gölgenin sesini, sahibini arıyor.

“Kafamın içine bin türlü düşünce doluşuyor ve bazen kendi kendime şöyle diyorum: Geçmişimi hatırlamıyorsam geçmişte Asteğmen Adem olmadığım ne malum. Bu günlüğü belki o yüzden taşıyorum. Bir çatışmada yaralanınca beynim sarsılmış, belki yanımda ölen Haydar adlı bir askerin yerine kendimin öldüğünü sanmışım. Adımı unutup birliğimden kaçmışım.” (syf.284)

Gezdiği tüm kentlerde günlüğü yazmaya devam ediyor, belki bir gün İstanbul’da Miskal’le buluşacak ve onu tanıyacağını düşünüyor. Romanın sonunda Avdo’nun eline geçen günlük Reyhan’ın oğlu Baki aracılığıyla Adem Giritli’nin nişanlısı Miskal’e değil ama torunu Miskal’e ulaşıyor.

“Adem Giritli askerde öldü mü yoksa belleğini yitirip gezgin mi oldu? Belleğini yitiren kişi Adem Giritli mi başka biri mi?” (s.307 )

Burhan Sönmez, gölge sözcüğünü de taş sözcüğü gibi farklı metaforik bağlamlarda kullanıyor. Gölge, optik anlamının dışında, iç dünyanın karanlık yanlarına, kimliğin kaybolan parçalarına, kötülüğe bulaşmak yerine sessizliğe bürünmeye dair göndermeler içeriyor.

ANLATININ BELLEĞİ

“Kurmaca evinin pek çok penceresi olmasına karşılık yalnızca iki ya da üç kapısı vardır.”(4) James Wood. ‘Taş ve Gölge’ de birçok penceresi olan ve farklı görüş açılarıyla genişleyen bir metin. Mekân ve zamanın kişilerin davranış eğilimlerini etkileyen gücüyle inşa edilen kurgu düzleminde kronolojik zamanın kırıldığı, zikzaklarla dinamik bir yapıya ulaşıldığı görülür. Mekan ise döngüsel bir seyir izler. Merkez Efendi Mezarlığı’nda açılan ve farklı kentleri dolaşan anlatı aynı mezarlıkta kapanır. Yaşayanlarla ölenler, geçmişle bugün arasında bir eşik kimliğindedir mezarlık. Avdo içinse çorak bir şimdiki zamana seslerin sızdığı hafıza mekânıdır. Yitirilen annenin hatırlanmayan adı, geceleri adım adım dolaşan çocukluğun elini tutar. Ancak o çocukluğun içinde baba figürü yer almaz.

Roman, duygusal bir rota izlemesine, romantik bir ana hat üzerinden ilerlemesine rağmen Burhan Sönmez, tarihsel gerçeklikleri de metnin zaman tasarımlarına işaretler. Kolektif hafızaya ışık tutan olaylar, anlatının belleğini oluşturan noktaları tamamlar. Adnan Menderes’in olduğu uçağın düşüşü, Deniz Gezmiş’in idamı, Sivas katliamı, Dersim Harekatı, üniversitelerdeki öğrenci protestoları gibi siyasal olayları ya da toplumsal hayatı biçimlendiren ekonomik ve sosyal gelişmeleri radyo haberleri, gazete sayfaları ile metnin dokusuna yerleştirir. Zaman zaman didaktik tonun ağır bastığı art alan bilgilerinin anlatının ritmini yavaşlattığı söylenebilir.

Taşranın sıkışmışlığı, siyasi partilere yaslanan ağaların köylüler üzerindeki tahakkümleri; kentlerde mafya adıyla bilinen şiddet temelli oluşumlar estetik düzleme taşınır. Açık veya örtük tüm hiyerarşik yapıların kadın ve erkek temsilleri üzerindeki etkileri kurgu evreninde görünür hale getirilir. Bazı karakterlerin tercihleri, davranışlarını belirleyen sebepler sosyolojik analizlere zemin oluşturur. Reyhan’ın cinsel istismar sonucu oluşan hamileliği kabullenişi farklı okumalara açık bir alan bırakır. Travmatik deneyimin inkârı, eksik anne imgesinin telafisi, bireyin kendi bedeni üzerindeki tek söz sahibi olması ya da eril tahakkümün meşrulaştırılması, anneliğin kutsanması gibi.

Dipnotlar

1.Homeros, Odysseia
2.Burhan Sönmez, Taş ve Gölge, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021 (Alıntılar bu baskıdandır. )
3.Michel Foucault, Özne ve İktidar Seçme Yazılar 2 (çev. Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s.297
4.James Wood, Kurmaca Nasıl İşler? (çev.Ekin Bodur), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013, s. 17


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.