İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Rejimin Truva atları

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, tek kişinin keyfiyetinden kaynaklanan geriye doğru yıkıcı bir karar olarak tarihe geçecek.Josef H. KILÇIKSIZ

Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler’in Arap şubelerine koruma ve destek sağlaması ideolojik bir adım olmakla birlikte Ortadoğu’daki aktif bir ağa güvenerek bölgesel itibarını pekiştirmek amacı da taşıyor. Mısır ile son yakınlaşmada yaşanan U dönüşü, Müslümanların ihlal edilen haklarının savunulmasında lider olarak görünme arzusu taşıyan bir siyasal İslamcının “yıkıcı pragmatizmi” olarak ön plana çıktı.

Rejim, Müslüman Kardeşler‘den esinlenilen bağnaz İslamlaşma trendi doğrultusunda ülkenin son laik kırıntılarını da ortadan kaldırmayı hedefliyor. Karşı devrimin protagonistleri, cumhuriyetçi ve laik rejime karşı kesin bir zaferi tekamüle erdirmek üzeredir.

Rejim başarısız darbe girişimine, “Sultanının mutlakiyetçiliğine” doğru ilerlemeyi sağlayan sivil başka bir darbeyle karşılık verdi.

Erdoğan toplumda giderek küçülen son «laik cepleri» fethetmenin önünde sanırım kadınları engel olarak görüyor.

Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle ilk emarelerini veren, Erdoğan’ın İslamcı Türk milliyetçiliğine yönelik gittikçe artan saldırgan doğrultusunun diğer bir boyutu ise kendini İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmakla belli etti.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, tek kişinin keyfiyetinden kaynaklanan geriye doğru yıkıcı bir karar olarak tarihe geçecek.

Sözleşme’den çekilme, kadınları çocuk doğuran ve evde kalıp onları yetiştiren makineler olarak kabul eden Erdoğan’ın onları “İslami vesayet” altına almasına dair ideolojik bir girişim olarak değerlendiriliyor.

Avrupa ruhunu şeytana satan Faust misali, mülteci meselesini şark kurnazlığıyla mahir bir şekilde kullananla bir anlaşma imzalamıştı. Bu “pazarlık kozunu” Erdoğan çok araçsallaştırıp Avrupa’yı pasifize etmeyi başardı.

Diğer yandan Avrupa, AKP’yi daha kolay kontrol edip otoriter savrulmalarını önlemek ve sözüm ona içerdeki muhalif kurum ve partilere demokratik bir perspektif sunmak adına rejim ile ilişkilerini, düşük profilde de olsa, koparmamaya özen gösteriyor. Fakat, demokratik yörüngeden çıkıp otokratik savrulmalar açısından rejim her gün umut kırıcı örnekler vermeye devam ediyor.

Bu Truva atı karşısında, Avrupa’yı doğrudan duvara toslatacak olan aynı devekuşu politikasını sürdürmenin muhtemelen Avrupa için yıkıcı sonuçları olacak.

Son zamanlarda şekillenen laiklik tartışmaları babında, küçük ortak MHP’nin AKP’den görece daha laik olup olmadığı sorusu, Kürt azınlığın haklarını inkâr etmek ya da kadınların özgürleşmesini sekteye uğratmak söz konusu olduğunda önemini giderek yitirdi. Anlaşılan Pan-Türkist şovenizm, Atatürk’ün laik mirasını bozguna uğratarak derinden derine yol almaya devam ediyor.

Saf ırkçılıkla renklendirilmiş aşırı milliyetçilik, on yıl önce oldukça sekülerken şimdi siyasi İslamcılarla bir simbiyoz içine girerek laik niteliğini giderek kaybetti.

AKP yönetiminde liderin, partisinin ve devletin birleştiği rejim, bütün laik kurumları boğup, Cumhuriyet kanunlarını aşındırmayı sürdürüyor.

MHP’nin laikliğin aşındırılmasına sessiz kalmasını, faşist özneyi laik olandan önce kapan siyasal İslam’ın başarılı bir «siyasi fagositozu» olarak değerlendirmek mümkündür. İki parti arasındaki oy geçişkenliği bu siyasi fagositozu kolaylaştıran bir değişken olarak işlev gördü.

Farklı faşizmlerin birbiriyle kanlı bir şekilde hesaplaştığı başarısız 2016 darbesini, Erdoğan’ın kendi İslamcı kampını tasfiye etmesinin ardından Moskova ile dışarıda, içeride ise aşırı milliyetçi MHP ile yakınlaşma izledi.

Başarısız askeri kalkışma Erdoğan için bir “siyasi nimet” işlevi gördü. Darbenin ardından Erdoğan’ın İslamcı-milliyetçiliği bugünkü şiddetiyle kendini göstermeye başladı. Orduyu edilgenleştirerek kendine alan açan Erdoğan’ın küçük ortağıyla birlikte Türkiye Cumhuriyet’inin kurucu genleriyle oynayabileceğine dair özgüveni giderek arttı.

Post-otoriter rejimi karakterize etmesi bakımından, “Faşizme karşı omuz omuza”, son yıllarda AKP-MHP iktidarına yönelik çeşitli meydan okumaların çığır açan sloganlarından biri haline geldi.

“Faşizm” terimi Türkiye siyasetinde güçlü bir siyasi anlama karşılık geliyor ve genellikle siyasi arenadaki aktörler tarafından, özellikle son zamanlarda, AKP-MHP rejiminin faşizan karakterine karşı direngenlikle eş anlamda kullanılıyor.

Faşizme karşı omuz omuza, lise yıllarımdan beri sıklıkla haykırdığımız bir slogandı. Ancak ellili yaşlarına gelmiş birçok yoldaş bu “omuz omuzalığın” faşizmi durdurmaya yetmediğini acı bir şekilde deneyimleme olanağı buldu.

Faşizm, aynı zamanda, militarizme dayalı devlet faşizmi, İslami-Türk aşırı milliyetçiliği ve Sünni-İslamcı-faşizm gibi rejimin farklı otoriter sürümlerini tanımlayan bir üst kavram olma özelliği de taşıyor.

Kutuplaştırma, sürekli olarak kendi gerçekliğini inşa eden bir gücün teşvik ettiği bir fenomen haline geldi ve ülkenin bir bölümünün diğer bölümüyle arasında anlamsal bir uçurumun daha da derinleşmesine yol açtı. Ortak bir gerçeklikte yaşamayı çoktan bırakan halk kategorileri arasındaki anlamsal ve duygusal kırılmalar, toplumun kutuplaşmasına ve toplumsal dokunun çözülmesine hız kazandırdı.

Toplumu yanılsamaya sürükleyen programlarıyla ana akım medyanın manipülatif saldırıları, otoriter kapitalizmin yürüttüğü bir abrakadabra harekâtı olarak somutluk kazandı.

İktidar kendi havuz medyası sayesinde paralel ve hayali bir gerçeklik inşa ededursun, bu çerçevede, Louis Althusser’in çok sevdiği, medya, eğitim ve yönetim denen ideolojik devlet aygıtları her alanda mükemmel bir şekilde habis icraatlarına devam ediyorlar.

Öyle ki mesela, İstanbul yerel seçimi ile ülkenin bekası arasında bir bağlantı olduğunu savunanların sayısı manipülatif yayınlar nedeniyle epey artmıştı. Fırat’ın doğusuna gerçekleştirilen operasyonlara “Barış” ve Zeytin Dalı” adları verilerek operasyonların iç kamuoyunda savaş veya işgal kavramlarını çağrıştırmaları engellenmişti.

A. Gramsci’nin “pasif devrim” kavramsallaştırması, gerçek, yapısal değişimi erteleyen, kitlelerin siyasal sisteme tam katılımını yadsıyan, muhalefeti devlet aygıtına entegre eden, değişen güç dengeleri ve yönetici sınıfların ideolojik konsensüsün veya organizasyonal tutumumun yokluğunda sınıf çatışmalarını yönetme stratejisinin adıdır.

Gramsci’ci bir kavram olarak ‘pasif devrimi’ (rivoluzione passiva) saymazsak, İslamcı burjuvazinin totaliter şiddet kullanmadan işçiyi, orta sınıfı ve köylüyü kendi ajandasına eklemleyebilme kabiliyeti nereden geliyor?

Türk ayrıksılığı içinde bu kabiliyet, kanımca, İslâm’ın kültürel üretim alanından tedarik edilen “toplumsal rıza” ile mümkün oldu.

40’lı yıllardan bugüne gelen demokrasi sorunu veya mücadelesinin onlarca yıl geriye uzanan arka planında, siyasal İslâm’ın uzun vadeli, sabırlı bir örgütlenme iradesi bulunuyor. Popülist sağ, kültürel üretim alanından tedarik ettiği toplumsal rızayı da kullanarak uzun yıllardır özenle hazırladığı İslamo-faşist projeyi uygulamaya soktu.

Siyasal alanın yeniden inşa edilmesi sürecinde hegemonyasını sürdürmek için burjuvazinin bulduğu bir proje olarak siyasal İslâm, burjuva stratejisinin hegemonya bunalımına verdiği gerici bir yanıt niteliği taşıyor.

Burjuvazinin hegemonyasının zayıfladığı zaman devreye soktuğu tılsımlı bir vasıta olarak siyasal İslâm, kapitalizmin kriz ve çelişkilerinin soğrulması çabası olarak ön plana çıktı. İhvancı akım, İslami meydan okumayı kapitalizmin içine absorbe etmeyi kısmen de olsa başardı.

Siyasal İslam’ın kullandığı önemli bir strateji olarak” pasif devrim”, devletin sadece bazı belirli parçalarını dönüştüren, muhalifleri bertaraf eden ya da uysallaştıran, önceki yönetici sınıfların bir kısmını müttefik edinen, kitle desteği için sınırlı ekonomik reformlar yapan, desteğini aldığı kitleleri doğrudan yönetime dahil etmekten sakınan klasik faşizme benzer bir yöne doğru giden basamakları içeriyor.

Ruhani olanla iş birliği sayesinde sorgulanamayan bu siyasi projenin, sınıfsal bilinci olmayan “alçak” tabakaların enerjisini emen ve onları ehlileştiren bir işlevi de bulunuyor.

Devlet inşasının kökenlerine geri dönüş, toplumun karşı devrimle başlayıp teokratik tiranlığa uzanan yolculuğunu ve ülkeyi kasıp kavuran siyasi şizofreniyi anlamada merkezî bir öneme sahip bulunuyor.

Bugün Türkiye halklarının maruz kaldığı siyasi felaketi daha iyi anlamak için, siyasal sistemdeki aşırı milliyetçi hareketlerin kökenini, gücün uygulanma şekli ve zaman içindeki gelişimini, faşist erkin tahkim edilme biçimlerini ve elverişli toplumsal zeminini iyi kavramak gerekiyor.

Bu bağlamda, ulus-devletin kötülükleri, Jakobenizmin totaliter temelleri, ulusal birliğin gecikmesi, ülkenin doğusu ve batısı arasındaki ekonomik gelişme farkı, liderin halkının kaderi ile sözüm ona mistik birliği, şahıs kültü, mitik olanın toplumsal bir gerçekliğe dönüşmesi, lidere yanıltıcı ve destansı bir karakter bahşedilmesi, rejimin acımasız anti-entelektüalizmi, popülist aşırı milliyetçiliği, Ermeni soykırımı, bayrak kültü, kutsalların acımasızca sömürülerek basit olgusallığın gösterimine dönüştürülmesi, merkezdeki, sağdaki ve soldaki partilerin giderek hibrit yapılar tarafından yutulması gibi olguları, faşizmin kökleşmesini sağlayan elverişli toplumsal zemine örnekler olarak sıralamak mümkündür.

Otoriter cumhuriyet, darbeler, gizli totalitarizm, siyasi sınıfların ayrışması, şiddet, nepotist yönetişim, rüşvet ve yalanlara dayalı dev yozlaşma eski rejimin saygınlığını kitlelerin gözünde epey aşındırmıştı. Bu saygınlık ve inandırıcılık yitimi, «arınma» vadedip adil ve mükemmel düzenin arketipini savunan siyasal İslam’ı 2000’li yıllarda halkın gözünde gerçek bir alternatif haline getirdi.

İslam, zaten toplumu bir bütün olarak düzenleyen dört başı mamur siyasi bir projedir. Siyasette uygulanması halinde, İran, Suudi Arabistan, Sudan ve Afganistan’da olduğu gibi, totaliter bir devlet düzeneği doğurması kaçınılmaz olacaktır.

Kendi tarihsel kontekstinde otoriter, Jakoben ve laik Kemalist rejim 1923’te doğdu ve muhtemelen sadece yüz yıl yaşayabilecek. Gerçek demokrasiyi asla tanımamış bir ülke için bu zaten yeterince uzun bir süredir.

Kemalist devrimlerin, imparatorluk kalıntısı feodal toplumsal doku üzerinde kökleşmesi zaten neredeyse olanaksız bir şeydi.

Çok partili sistem cahil halka demokrasi olarak yutturuldu, oysa ülkenin siyasi sistemi, ordunun dikkatli bakışları altında süren bir tür “otoriter parlamentarizmdi.”

Yüz yıllık siyasi serüveninde ülke otoriter uğraklarda her gün daha da faşistleştirildi. Şimdi post-totaliter ve post-faşist bir devlet biçimiyle karşı karşıya bulunuyoruz.

Ancak siyasal İslamcılar, geleneksel elitlerin onayı, düzen yanlısı burjuvazinin suç ortaklığı ve ordunun görmezden gelen tutumu olmaksızın asla iktidara gelemezdi.

Ordunun, toplumun militarizasyonundan tutun da devlet aygıtının İslamlaştırılmasına kadar oynadığı rol darbe süreçlerinde belirleyici oldu.

Tek partili dönemden çok partili döneme geçilirken yüz yıldır ulusal hassasiyetler büyüsü altında inşa edilmek istenen ulusal birlik mitinde bir kırılma yaşandı.

Ayrılan kahveler ve mahallelerden, yapay solunumdaki ulusal birlik mitine uzanan uzun yolculukta Türkiye “lanetli” bir uğraktan geçiyor. Bu uğrağın adı laikliktir.

29 Ekim 1923’te Mustafa Kemal Atatürk 624 yıllık Osmanlı tarihini reddedip Cumhuriyeti kurarken bir günde ülkenin geçmişini yok etmişti. Osmanlının reddi-mirası, toplumun tarihsel belleğinin yok edilmesi anlamına geliyordu. Topyekûn bir reddi- miras saikiyle başlatılan devrim bir ülkeyi, bir ulusu, yeni bir insan profilini yeniden icat etmek ve tarihi yeniden yazmayı gerektiriyordu. Bu da ülkenin Müslüman köklerinden bilinçli olarak radikal kopuşunu doğuruyordu. Kopuş ve pozitivizm kavşağında konuşlanan Kemalizm’in yeri işte bu bakımdan “lanetlidir”.

Devrimlerin gerici bir dirençle karşılaşması karşısında Atatürk ve arkadaşlarının başvurduğu yöntemler otoriter savrulmaları körükledi.

Kemalist yönetimin, uluslararası platformda, “aydınlanmış despotizm” (anayasacı Maurice Duverger) olarak yankılanan uygulamaları toplumda hacimli bir altüst oluşa yol açtı. 36 etnik kökene sahip bir ülkede ırk ve millet kavramlarını feci halde birbiriyle karıştıran uygulamalar denendi.

Andımız etrafında şekillenen son tartışmalar, modern ulus anlayışının etnik bir gruba dayandırılarak reddedilmesinin yol açtığı sosyal travmaları kolektif hafızaya geri çağırdı. Bir Ermeni’nin, Rum’un veya Kürt’ün, aidiyetin kapsamını daraltan «Türk’üm» çağrısı ile “ulusal birliğe” davet edilmeleri tarihsel travmalar bağlamında karşılık bulamıyor.

Her ne kadar «Türk’üm» bir ırkı nitelemiyor olsa da, maruz kaldıkları faşist travmalar nedeniyle ülkesiyle duygusal kopuşlar yaşayıp aidiyet bağları zayıflamış insanlar için bu kavramın tüyler ürpertici çağrışımları bulunuyor.

Atatürk’ü şiddetle eleştiren Siyasal İslamcıların, 2002’de hükümete geldikleri yıldan beri, insanları başka türden bir aidiyet çeşidine zorlamaları uygulamalarıyla açığa çıktı. Bu yeni «aidiyet zorbalığı» ırkçı ve teokratiktir, İslam’ın Sünni sürümüdür, bir zamanlar generallerin uyguladığı Türk-İslam sentezi konseptinin devamıdır.

Sünni «Big Brother» sadece bütün bir ülkeyi değil, bölgesini de altüst etmeyi başardı. Özellikle Mayıs-Haziran 2013’te İstanbul’daki Gezi Parkı’ndaki ayaklanmanın ardından toplumu amansız bir baskıya maruz bırakan bu yeni patolojik rejim, siyasal İslam ve demokrasinin bir arada olamayacağının değişik kanıtlarını iç ve dış kamuoyuna gani gani sunmaya devam ediyor.

Baştaki köktenci niteliğini kaybeden laikliğin ehlileştirilmesi sürecinde kurucu paradigma ve siyasal İslâm adeta iki eski müttefik gibi davrandı.

Kemalizm’in siyasal İslam’ı gömdüğü unutulmuşluktan bizzat kendisinin kurtarması, aslında tıkanmış sistemi restore etme ihtiyacından kaynaklanıyor.

Cumhuriyet’in iktidar katmanları gözle görülür bir biçimde üst üste duruyor ve sonunda İslami projeyi de absorbe eden girift bir devlet modeli ortaya çıkarıyor.

12 Eylül cuntasının solu bastırdığı, serbest pazara, muhafazakâr İslâm’a ve milliyetçiliğe dayalı yeni bir resmî ideoloji inşa ettiği bir ortamda, kurucu paradigmanın izini yer yer İslâmcı projede sürmek mümkündü.

Ordu yaptığı darbelerle sivil siyasetçileri ortadan kaldırırken bazı uygulamalarıyla İslamcıları mağdur etti ve onlar da bu mağduriyeti kullanarak siyaseten kendilerine alan açtılar. Kendini sözüm ona ülkenin laik gücü olarak konumlandıran darbeci generaller, aslında parlamenter rejimdeki ayrıcalıklarını arayan iflah olmaz tamahkâr oligarklardı.

Toplumda rövanşist, habis, dinci bir enerjinin birikmesine neden olan Kemalizm, yarattığı mağduriyetle siyasal İslam’ın iktidarının, dolayısıyla kendi iktidarının farklı formlar altında yeniden üretilmesine katkıda bulundu.

Kemalizm’in yürüyüşü, kültürel açıdan İslami ve ırkçı tüm bileşenleri ve ideolojik kırılmalarıyla hâlâ süren bir iktidar yolculuğudur.

12 Eylül faşizminin yoğun olarak yaşandığı 1985 Ankara’sında emniyette göz altındayım. İşkence gece gündüz bütün hızıyla sürüyor. Hücrelerden alınan yoldaşlar, dudakları patlamış kaşları açılmış, hayaları sıkılmış bir şekilde hücreye sürüklenerek geri getiriliyorlar.

Hücrede başka bir şahısla birlikte kalıyorum. Adım, nüfus cüzdanımdaki din hanesinde Hristiyan Ortodoks bilgisi nedeniyle, “papaz kurusuna” çıkmış. Polisin biri mazgal deliğinden göz bağını uzatırken, “Aranızda bir papaz varmış, her kimse alsın bu göz bağını” diyor. Aynı hücredeki diğer şahıs “Amirim ben elhamdülillah Müslümanım, abdest almak istiyorum” diyor. Daha sonra albay olduğunu öğrendiğim işkenceci zorba, “Başlatma lan abdestine, komutanım diyeceksin” diye yanımdaki silik şahsı azarlıyor. Sonra sinkaflı küfürler ederek “Neredesin papaz?” diye bağırmaya başlıyor. Çaresiz mazgala yaklaşıyorum. Bıyıklarımın yarısı bir önceki işkence faslında yolunmuş. “Ne bu hal lan, kim yaptı bunu?” diye soruyor. Korkuyla donakalmışım. Bu sefer beni gözü açık bir şekilde başka bir odaya götürüyor. “Bak kardeşim, ben bu diğerlerine benzemem. Allah korkusu var bende. Seyidimiz Hz. İsa Kuran’da da geçer. Eğer kelime-i şahadet getirirsen seni buradan çıkarabilirim.” diyor. Bu koşul kipi cümlesinin etrafında şekillenen pazarlıkla birlikte kafamda, “Dinde zorlama olmaz, Deir ez Zor çölü, büyükanneme, babama, kız kardeşlerime reva görülen ayrımcılık, okulda bozuk aksanla Türkçe konuşmak yüzünden yediğim dayaklar, Nafia askeri büyükbabam” gibi deli çağrışımlar yankılanıyor. Bir direngenlik bin bir giziyle, duygusal, duyusal, aidiyetsel, varoluşsal dolaşımıyla, bir yeraltı ırmağı gibi sessizce, kendini ele vermeden akıp gidiyor içimde. Albay bozuntusuna “Asla” diyorum. Bir tekme darbesiyle olduğum yere yığılıyorum sonra. Gözlerimi hücrede açıyorum. Yüzüm gözüm kan içinde….


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.