İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiyeli Yahudilerle konuşmak (6): Moris Levi ile kavramlar ve kurumlar arasında gezinti

Dr. Gökhan Çınkara 

Moris Levi ile yaptığım mülakatın yoğun ilgi görmesi ve bunun ötesinde okuyucunun beğenisini toplaması beni çok mutlu etti. 

Bu nedenle Moris Levi ile mülakatı devam ettirme kararı aldık. Mülakatın okuyacağınız bu son bölümünde daha çok kavramlara ve kurumlara odaklanmayı tercih ettik. 

Kişisel deneyimlerin, miras aldığımız ve üzerinde kısmen düşündüğümüz kavram ve kurumlar etrafında oluşageldiğinden hareket ediyoruz. 

Sade yaşantılarımız farkına varmadığımız ama üzerine eğildiğimiz zaman görünürleşen değerlerden, aidiyetlerden ve bağlantılardan müteşekkil. 

Peki, Moris Levi için bunlar neyi ifade ediyor? Buyurun, kendisinden dinleyelim ne dersiniz?..
 

Moris Levi bir etkinlikte hitap ediyor.jpg

Moris Levi bir etkinlikte hitap ediyor

– Moris Bey, öncelikle geçmiş olsun ve başınız sağ olsun. Sizle röportajımızın ertesi bir dizi üzücü olayı deneyimlediniz. Rahatsızlandınız ve kayınpederinizi kaybettiniz. Art arda olan bu olaylardan başlamak istiyorum. Kendi pencerenizden hayata ve ölüme bakış açınız değişti mi? 

Hayır değişmedi. 

Çok küçük yaşta iken büyükbabamı kaybettim; onun ölümü kafamı karıştırdı. Hatta onun hakkında birkaç yıl önce yazdığım bir şiir bile var.

İlk olarak, bir gün herkesin öleceği ve tabii kendimin de öleceği fikrini hazmetmem gerekti. 

Sonra bu konuyu birlikte konuştuğumuz ilk arkadaşım, kuzenimi (dayıoğlu) çok genç yaşta kaybetmenin şokunu yaşadım. Sonra senelerce ölüm üzerine düşündüm. 

“Her şey boş” diyenlere Bertrand Russel’in bir sözü var:

Çocuğu ölümcül bir hastalığa tutulan ya da ölen birine sıkı ise “her şey boş” gibi beylik bir söz söyleyin gibi bir sözdü yanlış hatırlamıyor isem. “Ölüm”belki de tek gerçek. 

Biz Yahudilerde yaşam çok değerlidir. Onu doğal yoldan kaybetmemek için ne gerekirse yapmak dini bir emirdir. Ama biri öldüğünde de dini kurallar gereği bir hafta yas tutulur sonra da yaşamın gerekleri ile uğraşmak gerekir. Fazla yas tutmak günahtır çünkü. 

Her Yahudi öldüğünde arkasından “Kadiş” okumak şarttır. Aramice yazılı olan bu dua da bildiğim kadarı ile ölüm ile ilgili tek bir söz bile bulunmaz.

Bütün dua “Yaratıcının hikmetinden sual olunmaz” mantığı ile yazılmıştır. Bizde cennet / cehennem / ölümden sonra hayat / ahiret inancı çok da konuşulmayan, vurgulanmayan öğretilerdir.

Bizim inancımıza göre yaşamın doğru bir çizgide yürütülmesi için ahiret korkusu gerekmez, zaten insanoğlu mitzvalara (kural / sevap niteliğinde bir söz) uymak zorundadır, o kadar.

Yani her insanın belli oranda bir ruh yüceliğine ulaşması gerekliliği vardır diyeyim.

Tabii bunlar dini kural ve anlayış ama her insanın ulaşabildiği ya da ulaşamadığı bir yaşam / ölüm döngüsü anlayışı var. Bu tip olaylar da insanı ve onun bu anlayışı ne denli içselleştirdiğini sınıyor.
 

Moris Levi’nin “olağan” günlerinden tatlı bir enstantane.jpg

 Moris Levi’nin “olağan” günlerinden tatlı bir enstantane

“Para ve Yahudiliğin birlikte anılmasının tarihi ve ekonomik nedenleri var”

– Tam da bu noktada Yahudilerin “yaşam” kavramına bir değer olarak bakışını nasıl yorumlarsınız?

Yahudiler için en değerli tek şeyin “para” olduğu söylenir. Öncelikle şunu söyleyeyim; para kimin için değersizdir ki? “Para mutluluk getirmez ama parasızlık mutsuzluk getirir” diye çok doğru bir söz vardır. 

Para ve Yahudiliğin birlikte anılmasının tarihi ve ekonomik nedenleri var. 

Yahudilerin Roma İmparatorluğu’ndan Fransız İhtilali (1789) sonrasına kadar ticaret dışında bir meslek yapmalarına izin verilmediği gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor.

Toprak sahibi olamazlardı, devlet memuru olamazlardı, asker olamazlardı, silah taşıyamazlardı, yanlarında Yahudi olmayan birini çalıştıramazlardı. 

Ne yapsın bu adam? 

Korunabilmek için şehre yerleşti ve o dönemlerde herkesin hor gördüğü ticaret mesleğini yapabildi. Ticaret dünyanın gelişmesini sağlayan mesleklerin başında gelir. 

Keşifler, icatlar, pek çok teknolojik gelişmeler, sanayi, bankacılık hep ticari formasyonun doğurduğu alanlardır.  

Tüccar insan fayda üretmeye programlanmıştır, win win situation/kazan-kazan durumu arar, diplomattır. 

Ticaret yapmak eğitim gerektirir, orta çağda bile Yahudiler çocuklarına yabancı dil, matematik, tarih ve coğrafya öğretmek zorunda idiler. 

Dolayısıyla çocuklar için eğitim bir Yahudi ailesinin esas uğraşı haline geldi. Sonra Sanayi Devrimi oldu. Napolyon ile Avrupa’da hukukun karşısında eşitlik kazandılar ve kendilerini en elverişli konumlarda buluverdiler. 

Bu bakımdan bakıldığında Yahudi için esas değer “para” değil “bilgi”dir. Bilginiz var ise iyi yaşarsınız şansınız var ise para da kazanırsınız. 

Ama hem dini hem de esas perspektiften bakacak olur isek ne bilgi ne de para, Yahudi için en önemli vazgeçilmeyecek ve ne olursa olsun korunacak tek değer “yaşam”dır. 

Yaşamı korumak için barış şarttır. Yaşamak için taviz verilir, ilkeler rafa kaldırılabilir, uyum sağlanır, değişime açık olunur, gerektiğinde kaçılır ve ancak çok gerektiğinde de savaşılır. 

“Para”da “bilgi”de bütün bunlar için gereklidirler işte. “Akıllı olmak haklı olmaktan önemlidir”.


“Biz her şartta atalarımızdan kalan “dina demalhuta dina” (yaşadığın ülkenin yasaları senin yasalarındır) genel kuralına uyar ve devletimizin yanında dururuz”

– Biraz profesyonel yaşamınıza dönelim. Bugünün Türkiyesinde Yahudi toplumunun yönetim organizasyonu nasıl bir kurumsal çerçeveye sahiptir? Okuyucularımıza bahsedebilir misiniz?

Osmanlı’da dini toplumların yasa ile görev tanımları yapılmış üç tane meclisi vardı. Meclis-i Ruhani (Din adamlarının meclisi) Meclis-i Cismani (Sivil yöneticilerin Meclisi) ve Meclis-i Umumi (Genel meclis) Cumhuriyet ile birlikte yeni bir yasanın çıkacağı belirtilerek bu meclisler lağvedildiler. 

Bizim diğer dini gruplardan çok önemli bir farkımız var. Biz 2000 yıldır azınlığız. Zaman içerisinde refleksler, çözümler ve kurumlar geliştirdik. Kendi içimizde yukarıdaki gibi bir sistemi halen devam ettiriyoruz. 

Birbirine yasal olarak bağlı olmayan vakıf ve dernekler defacto merkeze bağlı olduklarını bilirler. Yasaların gücü ile değil, biraz ikna ve gelenekten gelen güçle, biraz mahalle baskısı ile sistemi işletmeye çalışıyor, kendi içimizdeki çatışma ve görüş farklarını yansıtmamaya gayret ediyoruz.

Bu sistem çıraklık-kalfalık-ustalık geleneği ile yürür. Son yıllarda bir türlü çıkmayan azınlık vakıflarının seçim yönetmeliği bu zinciri kopardı. Sistem şimdilik güçlü dini ve sivil liderlerin gayretleri ile yürüyor.

Yahudi toplum yönetimi apolitiktir. Biz her şartta atalarımızdan kalan “dina demalhuta dina” (yaşadığın ülkenin yasaları senin yasalarındır) genel kuralına uyar ve devletimizin yanında dururuz.

Bu süreçte siyasi bir görüşün toplum yönetimine etki yapmasına 1960 yılından bu yana izin verilmez.   

“Artık Yahudi dini adetlerini sürdürebilen, kimliğini koruyan Sabetayist olduğunu sanmıyorum”

– Zihnim beni yanıltmıyorsa siz bir dönem 500.Yıl Vakfı Başkanlığı yaptınız değil mi?

Evet, ben bir dönem 500. Yıl Vakfı‘nın Başkanlığı yaptım. Yönetim kurulu ve ben bizim kuşağın ve geniş toplumun en büyük merak konusu olan iki konuda daha fazla bilgi verici olmamız gerektiğine inanıyorduk.

Öncelikle gerçekçi olmalıyız ki 500 yıl her zaman pembe değildi. Az sayıda olsa da kimine göre gri, kimine göre kara dönemler de olmuştu. 

Türk Yahudi toplumunda büyük travmalar yaşamış ailelerin anıları bizim kuşağımıza intikal etmişti.  

500. Yıl Vakfı Müzemiz bu tarihi önemi büyük olayları görmezden geliyordu. 

Büyüklerimizi de çok iyi anlıyorum çünkü dönemlerinin koşullarını ve zamanlarının ruhunu bilmeden eleştirmek cahilliktir.

Ama biz dönemimizin vakıf yöneticileri hep birlikte artık zamanın geldiğini düşündük ve Ankara’da görev yapmış değerli bir bürokrata da danışıp Varlık Vergisi, Trakya Olayları, 6-7 Eylül Olayları, 20 Sınıf Asker, Struma Faciası gibi konuların bilgilerini müzede sunduk.

İkinci bir konu da Sabetayizm ile ilgili bilgilere, kısa da olsa müzede bir panoda yer verdik. Bu konu belli çevrelerce çok istismar ediliyordu.

Sabetayistler, Osmanlı Yahudiliğinden ayrıldığından bu yana 300 yılı aşkın süre bu iki toplum (Yahudi Toplumu ve Dönme/Selanikli Cemaati) hiç birlikte hareket etmedi, görüşmedi, kız alıp vermedi. Bu bilgiyi paylaştık.

“Dönme” diye adlandırılan kişilerle benim de hiç yakın bir ilişkim olmamıştır. Çok az sayıda kaldıklarını tahmin ediyorum. Onlarla ilgili tarafsız, önyargısız incelemeler okudum.

Eleştirmeden, hüküm vermeden önce anlamaya çalışmak gerek. Nesiller boyunca biz Yahudilerden çok daha ağır bir yaşam yükünü sırtlanmışlardır. Anne-babanızdan bir miras alıyorsunuz ve onu taşımaya kendinizi yükümlü hissediyorsunuz. 

30 yıl önce kadar, 50-60 yıl çalışma arkadaşlığı yaptığı bir dönme dostu ile bir cuma gecesi birlikte Kiduş yapan benden çok yaşlı bir Yahudi komşumu dinlemiştim.

Küçük dilini yutmuş soru sormadan geceyi bitirmişti ve sonra da benimle paylaşmıştı. Bu olayın kahramanları benim büyükbabam yaşında idiler. Ama artık Yahudi dini adetlerini sürdürebilen, kimliğini koruyan Sabetayist olduğunu sanmıyorum. 
 

Moris Levi bir dönem başkanlığını yaptığı 500.Yıl Vakfı’nın Müzesinde.jpg

Moris Levi bir dönem başkanlığını yaptığı 500.Yıl Vakfı’nın Müzesi’nde

“500. Yıl Vakfı, ülkemizin tarihinde fark edilmeyen bir dönemi dünyanın gözüne soktu”

– Türkiye Yahudi Toplumunun geniş toplumla ilişkilerinde bir dizi büyük kurumsal çabalar da oldu. İlk röportajımızda da bahsettik bir önceki soruda olduğu şekliyle 500. Yıl Vakfı gibi… Sizce bugünlerde yeni yaklaşıma ve stratejiye ihtiyaç var mı? Bu nasıl olmalı?

500. Yıl Vakfı toplumun bir kesimince çok eleştirilmesine karşın bana kalırsa büyük şeyler yapmıştır. 

Eleştirinin nedeni maalesef dozu abartılmış “şükran” söylemi idi. Ama bu söylem yüzünden hem ülkemize hem toplumumuza yapılmış hizmetler görmezlikten gelinmemeli. 

Ama açıkçası Türk Yahudi Toplumu tarihinin kimliğinin bilincinde değildi. 500. Yıl Vakfı toplumumuzun çoğunluğuna kim olduğumuzu öğretti. 

Dünyada ve Türkiye’de tanınmamıza neden oldu. Pek çok araştırmaya ve pek çok bilginin yayınlanmasına vesile oldu. Ülkemizin tarihinde fark edilmeyen bir dönemi dünyanın gözüne soktu.

Emeği geçenler, karar verenler, öneride bulunanlar ve dönemin hükümetini ikna edenlere ben şahsen teşekkür borçlu olduğumuza inanıyorum. 
 

– Türk Yahudi Toplumunda lider/yönetici pozisyonunda olmak neye karşılık geliyor? Yaşadığınız temel ve tipik zorluklardan ve keyif aldığınız durumlardan bahsedebilir misiniz? Bizlerle paylaşacağınız anılarınız var mı?

Öncelikle hiç de kolay olmadığını söyleyerek başlayayım. Öncelikle, daima üzüldüğünüz bir görevdir. 

Ben iş hayatından geliyorum. İş hayatında bir gün yeni bir mal geliştirir ya da satarsınız sevinirsiniz. Bir alacağınızı tahsil edersiniz sevinirsiniz. Zaten sevinmek üzülmekten daha fazla olmazsa devam etmezsiniz işinize. 

Ama bu görevde böyle bir şey yoktur. Sürekli sorun çözersiniz. Karşınıza inanamayacağınız, kahrolduğunuz olaylar, haksız saldırırlar gelir, elinizden bir şey gelmez. Zor kararlar vermek zorunda kalırsınız. Önyargı ve kişisel egolarla çok uğraşırsınız. Yutkunup sustuğunuz devreler çok olur. En kötüsü asla işinizi iyi ve adil yapabildiğinize emin olamazsınız. 

Tevrat’ta bir bölüm var; kimlerin kurban getirmesi gerektiğini yazar. “Eğer”diye başlar cümleler. “Eğer şunu şunu yapmış isen şöyle bir kurban yap” diye devam eder. Yani “günahı işlemiş isen kurban yap” diyor.

Ama hükümdar için öyle demiyor. Haşa hükümdar değiliz tabi ama insanlar için insiyatif almak, karar vermek zorunda kalıyoruz. Hükümdar için “eğer” sözü yok Tevrat’ta. “Hükümdar kurbanı yapsın” deniyor. Çünkü ne yaparsa yapsın günah işliyor. 


Hatıraya gelince; bir gün çok büyük sıkıntılarda bir çift gelmişti yanıma. Uçan kuşa bile borçları vardı. Çıkmaz içinde idiler. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Dikkatle dinledim. Çifti izledim. Sonra ağzımı açıp “Bir çocuk yapın siz”dedim. Adam gözleri fal taşı gibi kulaklarına inanamadı sordu “Ne diyorsunuz siz?” diye.

Genç kadın ise hemen üzerine atıldı teklifimin. Kadının yaşı geçiyordu ve bu keyiften mahrum kalacaklardı. Bugün yine borçlarla boğuşuyorlar ama çok tatlı eve geldiklerinde kendilerine yaşama sevinci veren bir kızları var. 

Şimdi söyleyin bana doğru bir karar mıydı verdiğim? Neye göre doğru idi? Neye göre yanlış idi?

“Ateist bile olabilirsin ama kendine Yahudiyim diyen herkes Yeşiva tarzı eğitim almalı”

– Din konusuna gelmek istiyorum. Farkındayım oldukça şahsi bir mesele. Fakat ilk bölümde oldukça dinden uzak büyüdüğünüz anlaşılıyor. Dini literatüre ve öğretilere ne zaman ilgi duydunuz?

Yaklaşık 45 yaşına kadar muhafazakâr ve dindar Yahudilerin ve din adamlarımızın yanında kendimi bulamadım. Onların yaşama baktıkları yerden bakmayı ne biliyordum ne de açıkçası istiyordum. 

2000 yılında Türkiye’ye Fransa Hahambaşısı ziyarete geldi. Toplum yöneticisi olarak kendisini ağırladık. Bir konferans vermek istedi; dinlemeye gittim.

Ve orada ağzım açık kaldı. Adam felsefe doktorası yapmış bir din adamı idi. Engin bilgisi ve yaklaşımına hayran oldum. Kafamdaki bir başka önyargı bir gecede çatırdadı.

Dindar insanların da bir rasyonalitelerinin olduğunu ve üstelik derin bir rasyonalitelerinin olduğunu o zaman sezdim.

O tarihe kadar din ve inançlı yaşama benim için büyük anne ve babalarımın bana anlattıkları öyküler ve yaşamı sınırlayan kurallar ve kısıtlamalardan ibarettiler. Bu önyargının oluşmasında kusur tamamen bende tabii; uzak duran bendim.

Pekâlâ bizim din adamlarımıza da yaklaşmış olsam aynı derinliği görebilirdim. Bizimkilerin tek tercihi; eğitim sırasında çok eski kalıplara uyarak uygulamaları derinliğin önüne koymaları idi.

İlk röportajda İsrail’de yaşayan komünist amcamdan bahsetmiştim. İşte bu amcam ben 40’lı yaşlarımda iken bir kez bizi ziyarete geldi ve sohbet ederken bana artık emekli olacağını söyledi. 

Kibbutzun ne olduğunu biliyordum. Dağ başında bir çiftlik düşünün. Çalışmaz iseniz yapacak hiçbir şey yok. Ben de saf saf sordum; “Amca, kibbutzda emekli olmak ne demektir ne yapacaksın bütün gün?”.

Bana çok şaşırdığım bir cevap verdi “Yeşiva’ya (Yahudi dini okulu) gideceğim”. Şok olmuştum, sordum; “Sen ateist değil misin? Yeşiva’da ne işin var?”  

“Saçmalama” dedi. “Ateist bile olabilirsin ama kendine Yahudiyim diyen herkes Yeşiva tarzı eğitim almalı”.

Amcamın yüzde yüz haklı olduğunu ben Cemaat yöneticisi olarak Hahambaşılık’ta bir odam olduğu zaman çok iyi anladım.

Yeşiva öğrenimi sorgulamaya yöneliktir. Yeşiva’ya ilk kez gelen öğrencinin sınıfını sorduğu soru belirler, kendisine sorulan soruya verdiği eski bir bilgenin ezberlenmiş yorumu değil.

Daha iyi anlatmak için; örneğin Tevrat’tan bir ayet alınır ve sizce ne demek isteniyor diye öğrencilere sorulur. Önce ezilmesinler ve susmasınlar diye en acemiler fikirlerini söylerler.

Tartışılır yorumlar sorgulanır sonra da bilgelerin söylediği farklı yorumlamalar aktarılır. Sokratik yönteme benziyor diyebilirsiniz buna.

Ama yüzyıllar boyunca kuşaklar, bilgeler ve öğrenciler sürekli birbirleri ile tartışıp durmuşlardır ve bir düşünme metodu geliştirmişlerdir.  

Son derece özgür, yaratıcı ve arkasından gelen sağlam bagajın da yardımı ile ayıklayıcı bir yöntemdir bu. 

Sanki cennetimi bulmuştum. Bu durumu anladıktan hemen sonra her hafta hahamlarımız ile bir saat o haftanın peraşasını (haftanın Tevrat bölümünü) tartışmaya ve öğrenmeye çalıştım.

Kendi okuduğum bildiklerimle birlikte bu öğretiler ve yöntemin inanılmaz bir frekans tutturduğunu zihnimde ve ruhumda seziyorum. 

Ama yine de dindar bir Yahudi ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın. (Gülüyor) Halen büyük ölçüde yaşamımı laik bakış açım şekillendiriyor.

Günah sayılmasın ama uygulamalarda yani günlük ibadetlerde Kaşerut’ta (Yahudi inancına göre helal beslenme kuralları: et ile süt karıştırılmaz vb.) Şabat’ı tutmakta vb.de yokum ama bu bilgileri bize taşımış atalarıma, bunlara dikkat edenlere çok saygı duyarım, bunları uygulayan insanları asla saplantılı / cahil / dar kafalı olarak nitelendirmem. 

Aynı şekilde her dinden ve inançtan benden çok daha fazla inanan ve uygulayanları da anlarım. Ama açıkçası ben büyük ölçüde inanç açısından da pek çok diğer açıdan da liberal ve reformistim. Bazı bakış açılarına da “inanmıyorum” demeyeyim de “anlayamıyorum” diyeyim.
 

Moris Levi Edirne Sinagogu’nda.jpg

Moris Levi Edirne Sinagogu’nda

– 21’inci yüzyılda yaşıyoruz. Bugünün Türkiye Yahudisi gelenekle ve evrensellikle bağını nasıl kurmalı? 

Türkiye Yahudilerinin büyük kısmı için dini gelenekler kimliği ileriye taşımanın olmazsa olmaz bir aracı sadece. Dikkat edin büyük çoğunluk için bu sözlerim. (Samimi olarak inananlara saygım var; daha da ilerisi özeniyorum onlara.

Çünkü her şeyin cevabını dini bir kuralda ya da bir bilgenin sözlerinde bulabiliyorlar.)  Büyük çoğunluk için ise kimlikleri, içinde İngilizlerin deyimi ile kendilerini rahat hissettikleri comfort zone’ları (güvenlik alanları). 

Bu kimliğin dönemsel gereklerini yerine getirdiğinizde küçük toplumunuz sizi dışlamıyor, çevreniz sizi kabulleniyor. Yaşamın sıkıntıları ile uğraşırken bir de yalnız kalmakla ve dışlanmakla uğraşmıyorsunuz.

Bu yüzden her zaman sadece ekonomik bağımsızlığını kazanmış ailelerin büyük kısmı toplumun uyguladığı geleneklerinden daha cesaretli bir biçimde uzaklaşmış. 

Bu sefer de toplumun büyük çoğunluğu rol model kabul ettiği bu kesimi taklit etmiş son 15- 20 yıla kadar giderek dinden kopuş toplumun bütününde kendini göstermiş.

Bu şimdilerde bir nebze yurt dışında öğrenim gören din adamları ile değişti. Tabi her gün Yahudilik dinine söven saldıran belli çevrelerin etkisi ile de saflar bir nebze sıklaştı ama şu anda Türkiye’de çok farklı algılamalar var.

zülerek söylüyorum ne yazık ki bu karmaşada dünya Yahudi din adamlarının organizasyonlarının Yahudiliği sadece kuralların bütünüyle içinde yaşayan Yahudileri kabullenme ve eleştirileri ile herkesi kucaklamaya çalışan din adamlarımızın cesaretini kırma davranışlarının etkisi çok büyük. 

Türkiye’de Yahudilerin çok büyük bir kısmı Suka’nın (Çardaklar bayramında altına girilen çardak) altında yenilen mezonotun (Çardaklar bayramında ve diğer günlerde ekmek yerine yenilen yiyecek) kaç gram olması gerektiğini heyecanla tartışan din adamları ile aynı kesimde görünmek istemiyor. Bırakın mezonotu, suka nedir bilmiyor. 

Ömründe bir kere bile suka görmemiş. Ben de 30’lu yaşlarıma kadar görmedim mesela.  İşte din anlayışı ile ilgili bu uçurum, getto yaşamından uzak farklı semtlerde yaşamaya çalışan farklı gelir ve anlayış sahibi kesimler, bir yandan da demografik gerçekler, göç, Türkiye’de Yahudi yaşamını bizim kuşaktan sonra ne yazık ki büyük ölçüde bitirecek. 

Bizim gençlerimizin en az yüzde 30’u aile kurmak istemiyor, bekar yaşıyorlar. Her yıl boşanmaların sayısı evlenmelerin yarısı kadar. Bu dengesizliğin daha da bozulacağı görülüyor.

Yoğun yurt dışına göç var. Göç edenlerin bir kısmı dönüyor bir kısmı başka yere göç ediyor. Gençler hiçbir şeye değer vermez görünüyorlar ama aslında hiç de öyle değil bilesiniz. Yaşamları teknoloji, iletişim sayesinde daha çeşitli, renkli ama daha rekabetçi olacak. İşleri de zor. 


– Peki, Diaspora ve İsrail’de yaşayan Yahudiler arasındaki farkları nasıl görüyorsunuz?

Halen diasporada yaşayan Yahudiler ile İsrailli Yahudiler arasında çok temel bir yaşama bakış farkı var. Biz Yahudiler haftada 3 kez okuduğumuz Tevrat’tan beslenmeye ve örnek vermeye severiz.

Kitaba göre Hz. Musa (Biz sadece Moşe deriz bu bir benimsemişlik göstergesidir saygısızlık değildir). Yahudileri Mısır’dan çıkarmış ve Kızıldeniz’in önüne getirmiş. Aynı anda Firavun’da aldığı karardan pişman olmuş ve savaş arabaları ile onları kovalamaya başlamış.

Tevrat Yahudilerdeki erkek sayısının 600 bin olduğunu ve savaş arabalarının yeni olanlarının sayısını 600 olarak yazıyor. Yahudiler paniğe kapılmışlar. Düşünebiliyor musunuz 600 bin erkek 1000 kadar savaş arabasından korkmuşlar.

Her biri bir kere tükürse arabalar boğulurdu. Çünkü köle ruhluymuşlar. Özgürlüğün değerini ve özgürlük için savaşmak gerektiğini bilmiyorlarmış.

Öykünün devamında Moşe, Tanrı’nın emri ile asasını uzatıyor Kızıldeniz yarılıyor karşıya geçiyorlar. Sonra ne oluyor vaat edilmiş toprakların sınırlarına geliyorlar.

Moşe içeriye casuslar gönderiyor ve giden casuslardan ikisi hariç hepsi yılgın ve korkmuş dönüyorlar. Girecekleri ülkedeki insanlar gözlerine güçlü devler gibi görünmüştür.

Tanrı yine kızıyor ve 40 yıl çölde dolaştırıyor onları. Çünkü Moşe köleliği yaşamış olan bir kuşak ile savaşılamayacağını anlamıştır. Çok şeyden yoksun olsa bile özgürlüğün sahibi olan yeni bir kuşak ile ülke fethedilebilecektir.

Diasporada yaşayan Yahudiler en gelişmiş uygarlıklarda bile dönem dönem hukuksuzluğun, önyargıların ve zulmün acısını anımsayan köle değilse de azınlık olma ruhunu içselleştirmiş Yahudilerdir.

İsrail’de ise bugüne kadar batı tipi bir hukuk ve demokraside yaşayan vatandaş İbraniler yaşıyor. 72 milletten gelmişler sürekli birbirleri ile çekişip duruyorlar.

Onların yaşama bakışlarında bizim gibi diasporada yaşayan Yahudilerin yaşamları ile paralellik bulamayacağınız çok şey var.
 

Moris Levi ABD’de lezzetli bir yemeğin başlangıcında.jpg

Moris Levi ABD’de lezzetli bir yemeğin başlangıcında

– Bu minvalde dünya Yahudiliğini nasıl görüyorsunuz?

İsrail’in kuruluşu ile birlikte dünya Yahudiliği yeni bir açmazla karşı karşıya kaldı. “Beşana habaa be Yeruşalayim” (Gelecek yıl Yeruşalayim’de/Kudüs’de kutlarız/oluruz) dileği bir gerçek haline geldiği andan itibaren diaspora ciddi bir ikilemle karşı karşıya kaldı.

Öte yandan İsrail’i kuranlar da tarihin garip bir cilvesi olarak Ateist Yahudilerdi. Aslında dini öyküler / menkıbeler burada bizi çağırıyorlar.

Pesah (Hamursuz) Seder’inde (Sofrasında) her yıl Diaspora’da yaşayan Yahudiler iki gece asırlarca önce yazılmış bir menkıbeyi çocuklarının anlayacağı dilde okurlar.

Gece masanın en küçük çocuğunun bir soru sorması ile başlar. “Ma niştana halayla hazeh mikol haleylot? ” (Bu gecenin diğer gecelerden farkı nedir?)

Gece boyunca bu sorunun cevabı verilmeye çalışılır. Burada aile büyüklerine hitaben menkıbede yazılı olan bir yönetmelik vardır.

“Dört tip çocuk vardır” der menkıbe. “Soru sormasını bilen bilge çocuk. Kötü soru soran asi çocuk. Basit saf çocuk ve soru sormayı bilmeyen çocuk” 

Burada hiyerarşiye dikkat çekmek isterim. Yahudiler tarih boyunca soru sormayı bilen çocukları öne aldılar. Bu çocuklardan en “kötü” olarak nitelenen asi çocuk değildir sıralamaya göre “soru sormasını bilmeyen”çocuktur.  

Büyük felsefe var bunun altında ama konumuza dönecek olur isek; İsrail’i ikinci derecede makbul çocuk olan “asi çocuk” kurdu. Ama bilge çocuk olmasa idi de Yahudilik binlerce yıl yaşayamazdı.    


“Olaylara ve doğaya hatta her şeye farklı bir pencereden bakabilen insanlara hayran yetiştiriliyoruz”

– Yahudiler neden farklı algılanıyorlar?

Çünkü dünyaya başka yerden bakıyorlar. Tarih, dini öğretiler ve sürgün onlara bu özelliği kazandırmış. 

Konuşmalarıma genelde bilinen fincanın kulpu öyküsü ile başlarım:

İki arkadaş Yahudilerin nasıl olup da hayata daha farklı baktıkları konusunda sohbet ediyorlardı.

Yahudi olmayan şansın ve metotlu çalışmanın en önemli nedenler olduğunu söyledi.

Yahudi olan ise şansın ve çalışmanın önemini yadsımadığını ama yaratıcı düşünme ve problem çözme becerisinin insanı bir adım öne götürdüğüne inandığını belirtti.

Tartışma uzayınca arkadaşlardan ikincisi “Gel sana bir şey göstereceğim ne demek istediğimi anlayacaksın” dedi ve arkadaşını bir zücaciye dükkanına götürdü. Dükkâna girer girmez tezgâhta bulunan dükkân sahibine şu soruyu sordu; 

– Sizde sol el için fincan var mı? Dükkân sahibi şaşkın baktı ve

– Ne istediğinizi anlamadım, dedi

– Solaklar için çay fincanı istiyorum, dedi Yahudi. 

Dükkân sahibi arkasındaki rafta duran fincanlara baktı sonra kafasını olumsuz anlamda salladı ve 

– Yok, dedi, bizde normal çay fincanı var, dedi.

İki arkadaş ikinci bir dükkâna gittiler ve aynı senaryo orada da tekrarlandı. Sonra da üçüncü dükkâna gittiler ve yine aynı şey oldu. Anlaşılan hiçbir zücaciye dükkanında solaklar için fincan yoktu.

Arkadaşlardan birincisi bu anlamsız gezintiden sıkılmıştı ki ikinci adam,

– Bak şimdi ne olacak? deyip işinde oldukça başarılı olmuş bir Yahudi zücaciyecinin dükkanına gideceklerini söyledi.

İçeri girer girmez dükkân sahibine aynı soruyu sordu;

– Sizde sol el için fincan var mı? Yani solaklar için çay fincanı…

Dükkân sahibi bir an tereddüt etti ve sonra gülümseyerek;

– Tabi ki efendim, dedi ve arkasındaki raftan olağan bir çay fincanını aldı kulpunu karşısındakinin sol elinin tarafına doğru döndürerek;

– İşte solaklar için fincan, dedi.

 
Arkadaşını dükkân dükkân gezdiren adam bu noktada “farkı gördün mü?” der gibi dostuna baktı ve ayıp olmasın diye “solaklar için olan” fincanı satın alıp birlikte dışarı çıktılar.

Bir süre sessiz birlikte yürüdüler. Birinci adam bir anda durdu ve isyankâr bir sesle.

– Bu yaptığın gösterinin hiçbir anlamı yoktu! Adam alt tarafı dükkanında daha fazla çeşit bulunduruyor, dedi.


Bu hikâyede anlatıldığı gibi açıkçası olaylara ve doğaya hatta her şeye farklı bir pencereden bakabilen insanlara hayran yetiştiriliyoruz. 

Bu ticaret formasyonundan da beslenen bir özelliğimiz. Bu coğrafyada ne yazık ki küçümsenir ama ticari formasyon çok değerlidir.

İnsanı sürekli yeniliğe uyum sağlamaya ve yeniliğin içerisinde kazan-kazan durumları yaratmaya teşvik eder. Bu bakımdan başarılı tüccarlar çoğunluğun dışında “garip” görünen insanlardır. 

Goerge Bernard Shaw dünyayı ileri götüren insanlar özdeyişi önemlidir:

Makul kişiler kendilerini dünyaya uyarlarlar. Makul olmayanlar ise dünyayı kendilerine uyarlamakta ısrar ederler. Bu nedenle tüm ilerlemeler makul olmayan kişiler sayesinde gerçekleşir.

Çok büyük çığır açmış Yahudi bilim adamlarına bakın, kimsenin düşünemeyeceği pencereden bakan insanlardı.

Dikkat ediniz, bunlar dindar ailelerden gelmiyorlardı, ama dini araştırma metodlarından etkilenmiş idiler. Albert Einstein zamanı sorguladı, Karl Marx artık değeri, Sigmund Freud bebeklerin cinsel arzuları gibi tabu bir konuyu irdeledi.

“Ben koleksiyonu yaptım. Koleksiyon bugünkü ‘ben’i yaptı”

– Sosyal medya mecralarında düzenli bir şekilde paylaşımlar yapıyorsunuz. Bu paylaşımlar genellikle kısa hikayeler şeklinde oluyor. Bunu yazma fikri nereden çıktı?

Yukarıda anlatmak istediğim şu ki yıllarca çok çok kitap okudum. Elime geçen her şeyi okudum diyebilirim. Yutarcasına, masal dinler gibi çok derinine inmeden okudum.

Okumadığım bir kitabın/yazarın ismini ya da methini duyduğumda kendi kendime kızdım. Sosyalist manifesto da okudum tasavvuf metinleri de okudum, dünyanın her tarafından öykü ve masal okudum durdum.

Artık ne yazık ki okuyamıyorum ama halen kitap alıp duruyorum.


28 yaşında mesel biriktirmeye başladım. Şükürler olsun internet ve Google olduğu bir dönemde bu uğraşım baya meyve verdi.

Zaman zaman Facebook’ta paylaştıklarıma olan yorumlarda bana bilge deniyor, bilge filan değilim. İnterneti iyi kullanan ve düşünen sezgilerimi dinlemeye çalışan biriyim o kadar.

Okulumda, okuduğum biriktirdiğim masallarda, ailemde, dinimin öğretilerinde ve babamın telkinlerinde çeşitliliği ve çok renkliliği, sorgulamayı, farklı pencerelerden bakmayı, tartışmayı ve olmazsa olmaz özgür düşünceyi öğrendim ve içselleştirdim.

Fikir görüş değiştirmekten yanıldığımı görmekten hiç gocunmam. Kimseyi küçümsemem kimseye de biat etmemeyi gözümde büyütmemeyi öğrendim.

Herkesin bu arada benim de çok kusurum var. Zamanın ruhuna ve en değerli şeyin tartışmasız yaşam olduğuna inanırım. Zaten dinimiz de bunu söyler. 


İnanınız ihtiyacımız olan her şeyi atalarımız bize aktarmış. İnsanlık 50 bin yıldır var. Tarihi, biyografileri, masalları, kutsal yazıtları ve hatta tam karşıtlarını önyargısız özgürce okuyun her şeyin yanıtı var. Ama her şeyi okuyun ve sakına asla hiçbir şey için hüküm vermekte acele etmeyin.

30’lu yaşlarımda birden düşünme ve değerlendirme tarzımın okuduğum öykülerden çok etkilenmiş olduğunu fark ettim.

Yaşamda karşı karşıya kaldığım kişi ve problemleri kitaplarda okuduğum karakterlerle ya da olaylarla karşılaştırıyordum. İşte bu beni meseller, kitaplardan pasajlar, düşünce yazıları vesaire biriktirmeye itti.

Ve bir koleksiyon oluşturmaya başladım. Ben koleksiyonu yaptım. Koleksiyon bugünkü “ben”i yaptı diyebilirim.

Dört yıl oldu Facebook’da her hafta bir yazı paylaşıyorum. Başlarda koleksiyonumdaki parçayı yorum vb. yapmadan öylesine yazardım. Sonra ufak ufak cesaret geldi yorumlar eklemeye başladım. 

Derken çok iyi reaksiyonlar aldım giderek yorumları uzattım. Her yazı bana çok şey öğretiyor. Her bir yazı için yaklaşık 10 saat harcıyorum. Facebook da son paylaştığım 13-14. versiyon oluyor.

İlk versiyonlar nedense gençlik gibi hüküm verici oluyor sonra sonra yazı oturuyor ve kapsayıcı oluyor. Tıpkı yaşam gibi. Kim bilir, belki de kızıl saçlı fişek gibi babamın ruhu ile yazıyorum ilk yazıyı, son yazıda bilge sakin ve huzur dolu annemle koyuyorum noktayı.


– Moris Bey zihninizde ne gibi yeni projeler var? Yapmayı arzuladığınız fakat zaman bulamadığınız veya beklemeye aldığınız işler mevcut mu?

Gelecekte torunlarım için çocuk masalları yazmak istiyorum. Nasıl olacak, okunmaya değer olacaklar mı bilemiyorum? Ama niyetim masal yazmak.  


“Allah aşkına bakış açınızı değiştirmekten korkmayın!”

– Son olarak çocuklarınıza ve okuyucuya söyleyeceğiniz bir şey var mı?

Var tabi. Yaşam nerede ise benim bütün ötekileştirmelerimle, küçümsemelerimle ve tenkitlerimle alay etti. Daha sonra hepsini kendimin de yaptığını gördüm ve onunla birlikte güldük.

Dünyayı başkalarının pencerelerinden de görmek iyi yaşayabilmek için bir gerekliliktir. Azınlık olmanın faydası da budur işte; azınlıklar (ve çocuklarım gibi göçmenler) “iyi” değil “sadece” yaşamak için bunu yapmayı hemen öğreniverirler.

Tanrı kimseyi sınamasın. Hiç kimseyi gözünüzde büyütmeyin demek istiyorum.  Herkes dönem dönem doğrular ve yanlışlar yapar.  

Yaşam dengeler üzerine kurulu. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu da bilemezsiniz. Bugünün doğrusu da yarın doğru olmayacak. Büyük gerçek Rav Hillel’in Musevi dinine geçmek isteyen bir Tanrı tanımaza söylediği sözlerinde gizli;

Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma. Gerisini şimdi git çalış!

Yaşamda her şey değişkendir. Bu değişimi göremez ve ayak uyduramazsan köşene çekil daha iyi. Sorgula, başka başka pencerelerden bak, dinle ve konuşmasını bildiğinden daha fazla gerektiğinde susmasını bil.

Gözünüzü çok renkliliğe, kulağınızı da çok sesliliğe alıştırın. Azıcık yapabildiğiniz gün sevineceksiniz sonra da daha önce neler kaçırmış olduğunuzu fark edip üzüleceksiniz.

Ve de Allah aşkına bakış açınızı değiştirmekten korkmayın! Sorgulayın, araştırın, kendinizi yetiştirin ve neyin doğru olduğuna kendiniz karar vermeyi öğrenin. İnsan olarak o yetiniz var.

“Bu böyledir” diye size belletilen her şey, eğer kafanız çalışıyorsa sizi değilse de ruhunuzu isyan ettiriyor. O iç çekişmelerinizle mutsuz oluyorsunuz. Daha da kötüsü sizden sonraki nesillerin de mutsuz olması için elinizden geleni ardınıza koymuyorsunuz. 

İnanırsınız, inanmazsınız hepimiz nasibimize düşeni almaya geldik. Gerisi, laf-ı güzaf.

Ayrıca Independent Türkçe‘ye deneyimlerimi ve görüşlerimi aktarma imkânı verdikleri için teşekkür ederim.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

https://www.indyturk.com/node/333321/türki̇yeden-sesler/türkiyeli-yahudilerle-konuşmak-6-moris-levi-ile-kavramlar-ve-kurumlar

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın