İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dünya güzeli bir Arıza!..

Hıncal Uluç

Ercan getirdi dergiyi önüme koydu. Kapağına bakar bakmaz heyecanlandım. Yeni çıkmış.. Biz dağıtıyormuşuz..

“Kültür, Sanat, Edebiyat ve Güzel Şeyler Dergisi” yazıyor kapağın en tepesinde, ufaktan.

Sonra kocaman adı..

“ARIZADAYIZ”

Altında gene ufak yazı.. “Fakat muhabbetimiz iyidir.”

Açtım, bizim Cem Sancar’la başlıyor. Genel Yayın Müdürü o.. İlk yazı da ondan.. Çevirdim sayfaları.. Bakıyorum, okuyorum, atlıyorum, dalıyorum.. Epey bir zaman geçti.. Arka kapak..

Aaa!. Vedat Özdemiroğlu..

Benim ta Gırgır ve Cumhuriyet yıllarından tiryakisi olduğum, yazar çizer müthiş mizahçı..

Vedat’a yıllar sonra beni kavuşturması yeter.. Yeter de dergi okumak isteyenler için baştan sona güzel.. Çok güzel..

Lafta kalmasın diye içinden bir öykü, yaşanmış öykü seçtim, Pazar sayfama, sizler için, herhalde Cem kızmaz..

Bir de Vedat’tan alıntı yapayım o zaman da, gülümseyin. Bu hafta Pazar neşeniz de bu olsun!.

“Karşılaştırmalı Edebiyat

‘Olmak ya da olmamak!’

William Shakespeare

*

‘O sen olsan bari!’

Aleyna Tilki

………..

‘Ben aramam bulurum’

Pablo Picasso

*

Kendim ettim/Kendim buldum’

Neşet Ertaş”


‘HİSARBUSELİK’ BİR PAZAR ÖYKÜSÜ…

“Sokaklara sinmiş deri ve tiner kokusu genzimi yakıyordu. Duvarlar gözlerimin önünde bir büyüyor, bir küçülüyordu. Gedikpaşa:

Beyazıt’ın bu unutulmuş semtinde mimari şaheser sayılabilecek çoğu bina bakımsız imalathanelere dönüşmüştü…

Bir sigara yakmak istedi canım.. Omzumu çevredekilere oranla nispeten bakımlı bir kilisenin duvarına yaslandım. Surp Hovhannes Kilisesi’ne…

Kilisenin ismi öyle tanıdık gelmişti ki, hafızamın kuytularını didik didik etmeye gerek bile kalmadı…

Garip bir keşmekeş. Seksenler Akif Efendi’nin zihnine indirdiği darbeyi, Gedikpaşa’nın sokaklarına da başka türlü indirmiş. Şahlanan kapitalizm, bavul ticareti, köyden kente göç, el değiştiren servet, gözden düşen zarafet…”

..diye anlatıyor, Arıza’daki enfes öyküsünün Gedikpaşa’sının bugünkü halini.. Öykü gerçek mi, yoksa yaşanmışçasına hayal mi bilmem.. Ama çok ama çok güzel. Söz Elif’te..

*

Eve getirildikten sonra, Akif Efendi’nin ağzını günlerce bıçak açmamış. Sadece bazı bazı baygın bir mırıltıya, tütsülenmiş bir soluk eşlik ediyor gibi bir şarkı:

“Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar Yeriniz ne, yurdunuz ne, benden böyle korkunuz ne?”

*

Ayakkabımın burnu, kırık kaldırım taşının ardındaki yarığa girer gibi olunca hafifçe sendeledim. Zeybekler gibi diz vurmama ramak kaldı koskoca kaldırıma. Kulaklığımdaki şarkı çalmaya devam ediyordu o sıra. İskandinav kökenli bir grubun senfonik rock ezgileri ile çıktığım yokuşun, bu pejmürde kendi başınalığı tuhaf bir tezat oluştursa da sevmiştim bu uyumsuzluğu.

Süleyman’la Davutpaşa’daki kampüsten çıkmış, metrodan Aksaray’da inmiştik. Yaptığımız uzun yürüyüş Kadırga Öğrenci Yurdu’nun önünde son bulmuştu. Gündüz iş hanlarında yaşanan kaotik trafik, gece olunca yerini tekinsiz bir yalnızlığa bırakmıştı.

Ben de Süleyman’ı yurda bırakmıştım. Tramvayı bulana kadar yokuşlar çıkmaya mahkûm bir sokak acemisiydim. Birazdan bir Mozambiklinin yolumu kesip; “Naber len Ataşehir bebesi?” demeyeceğinin bir garantisi yoktu. Sendelediğim an, irademin tamamen dışına çıkarak dönüp arkama bakmamın nedenlerinden biri de buydu. Yüksek güvenlikli bir sitede doğup büyüsem de kendime muhallebi çocuğu dedirtemezdim. Lakin başım, dünyanın yuvarlak oluşuna iman eder bir hızla dönmeye başlamıştı, bu dönüş mağruriyet gösterimi de ister istemez son bulduracak gibiydi. Sokaklara sinmiş deri ve tiner kokusu genzimi yakıyordu. Duvarlar, gözlerimin önünde bir büyüyor, bir küçülüyordu.

Gerçekte mimari şaheser sayılabilecek çoğu bina, bakımsız imalathanelere dönüşmüştü bu sokakta. Bir sigara yakmak istedi canım. Omzumu çevredekilere oranla nispeten bakımlı bir kilisenin duvarına yasladım. Surp Hovhannes Kilisesi’ne.. Kilisenin ismi öyle tanıdık gelmişti ki, hafızamın kuytularını didik didik etmeye gerek bile kalmadı.

Babamın dedesi, diğer şekliyle dedemin babası olan Akif Efendi’yi soluk aile albümlerindeki arkası lekelenmiş resimler dışında hiç görmedim.

Resimlerdeki tütünden sararmış, dudak kenarlarının hizasından yukarıya yol bulmuş bıyıkları, sanırım yüzünün dikkat çeken en önemli kısmıydı. 80’lerin sonuna kadar babamlar Acıbadem’de bahçeli bir evde ikamet etmişler. İşte bu Akif Efendi de 1983 yılının sonbaharında, yani vefatından tam iki yıl önce bir sabah camiye gitmek üzere evden çıkmış ve akşama kadar geri gelmemiş.

Hanede bir telaş, bir panik… O vakitler babam ilkokul öğrencisi… Akşama doğru eve gelen polisler, Akif Efendi’nin Beyazıt Karakolu’nda saatlerdir beklemekte olduğunu haber vermişler. Meğer o gün evden çıkan adamcağızı, işte şu an sırtımı yasladığım bu kilisenin dış merdivenlerine çökmüş halde bulmuş Gedikpaşa esnafı…

“Duyuyorum sesinizi bazen derin bir kuyudan Dinliyorum uzakları kalkıp derin bir uykudan” Babam anının bu yerinde duraksar her defasında, gülümser, başını sallar… “Hisarbuselik” der, “Akif dedemin ömrünün tamburu başka makamdan ses vermeyi bilmedi ki hiç.” Ben Akif Efendi’yi görmediğim gibi, aile tarihimin yüz yıl öncesini inşa eden Gedikpaşa’yı da daha önce hiç görmedim. Oysa büyük dedem bu yokuşta, Sarayiçi sokakta kagir bir konakta doğup büyümüş.

Meşrutiyet’in ilk yılları. Gedikpaşa Tiyatrosu yıkılalı birkaç yıl olmuş. Tiyatronun yıkımına sebep olan Çerkez Özdenleri adlı oyun Ahmet Mithat Efendi’nin şöhretine pek zeval vermese de o oyunda cariye rolünde oynayan komşu Anjelik Hanım’ı bir anda işsiz bırakmış. Kocasının da yıllar önce terk ettiği bu kadın, teselliyi afyonda bulmuş. Kızı Nora, kilisenin hemen yanındaki Mesropyan Okulu’nun talebesi..

Akif Efendi’nin rüştiyesi ise Divanyolu’nda..

Sabahları o kısacık yokuşu birlikte çıkarken, Akif Efendi, geceden talim ettiği şiirleri Nora’ya sular seller gibi okuyor. Nora’nın gülüşü o anda Tecahül-i Arif sanatıyla yazılmış en güzel şiir…

Liseye başlayacakları sene, Akif Efendi bu sevda hikâyesini lisan-ı münasip ile annesine aktarıyor.

Lakin annesinin göğsünü yumuşatan bu havadis, babanın akşam kahvesinin köpüğünü kaçırıyor.

Gayrimüslim bir gelin adayı olmasından ziyade, oğluna bir kantocu eskisinin kızını reva görmüyor.

Akif’i o sene apar topar yatılı bir askeri idadiye kaydettiriyorlar. 1. Dünya Savaşı’nın ilk bulutları Dersaadet’in göğünü siyah derili bir astar gibi kaplıyor. Akif Efendi Çanakkale’de savaşırken, Gedikpaşa’da Anjelik Hanım’ın cesedi bir sabah kolunda morfin şırıngası ile bulunuyor.

Öksüz kalan Nora’yı, Fransa’daki teyzesi yanına aldırıyor. Savaş, sadece cephede yaşanmıyor.

Koskoca konak sahipleri bile mangala yakacak kömür bulamaz hale geliyor, evlerinin odalarını tek tek kiraya vermeye başlıyor. Lakin demin de, gamın da baki olmadığını biliyor insanoğlu. Feleğin hiç de aheste olmayan yürüyüşü ile bir halden diğerine savruluyor, yıllarla beraber…

1934 yılında İstanbul, artık bir imparatorluğun başkenti değil. Tıpkı Akif Efendi’nin Nora’ya sevdalı yeni yetme bir delikanlı olmadığı gibi.

Gedikpaşa’daki o konak çoktan elden çıkarılmış.

Akif Efendi üç çocuk babası…

Hanımı Hilmiye’yi seviyor sevmesine, ama gönülde kurulu binanın bir taşı hep eksik… Hilmiye Hanım bu yarım sevgiyi kendi canıyla, kanıyla tamamlamaya çalışıyor yıllar boyunca. Belki de bu yüzden genç sayılacak bir yaşta vefat ediyor.

1960’lar Yeşilçam rengine boyuyor İstanbul’u.

Gedikpaşa Tiyatrosu’nun yerine yapılan Azak Tiyatrosu’nda Gazanfer Özcan ve ekibi en güzel oyunlarını sahneye koyuyor. İstanbul bir daha savaş görmüyor ama 20 senede üç ihtilal eskitiyor.

Akif Efendi babasından aldığı terbiye gereği, devletine bağlı bir çelebilik ile siyasete hiç bulaşmadan yaşlanıyor. Ömrünün son yıllarında artık dedemin ve kardeşlerinin yanında dönüşümlü olarak bakılıyor, kendini idare edecek akıl sağlığını çoktan yitirmiş.

Surp Hovhannes Kilisesi’nin önünde şaşkın, bir yanı göçmüş halde bulunduğu gün, kafasının içinde gidip gelen hatıralarla birlikte, Nora’yı aramış, eski bir mecmuanın arasına not düştüğü şiirini göstermek için. Mesropyan Okulu’nun yanındaki binayı eliyle koymuş gibi bulmuş. Ama binanın girişinde “Perakende satışımız vardır” ibareli levhaya bir anlam verememiş. Nora’nın odasının pencerelerinde ayakkabı tokası, çanta kemeri çuvalları..

Ne yapsın Akif Efendi, el arabalı hamalların arasında kalakalmış cümle hatıraları sırtında.

Oturuvermiş kilisenin merdivenlerine. Bir hisarbuseliğine sığınmış, tutuvermiş elini bir şarkının.

Esnaf onu karakola getirirken de oğulcuğu telaşla Acıbadem’e götürmek için Kadıköy vapuruna bindirirken de hep o şarkıyı mırıldanmış.

Hatıralar onu sıkı sıkı sarmalamış, şarkıdaki gibi koynuna alırken. İki yıl o sarmalanmışlığın sıcaklığıyla yaşamış. Ardından kuşaklar boyu anlatılan bu hikâyesi kalmış.

Hepimiz birkaç yâd cümlesi olmayacak mıyız eninde sonunda?

Ooo, hayli geç olmuş. Neyse ki son vapuru yakaladım, atlarım bir Ataşehir dolmuşuna, kimse uyumadan eve girerim. Sabaha hazırlanacak bir sınav projem var ama olsun, babamdan ısrarla rica edeceğim. Yeniden anlattıracağım. Akif Efendi’nin hikâyesini.

Babam yine aynı anının aynı yerinde gülümseyecek. “Hisarbuselik” diyecek;

“Akif dedemin ömrünün tamburu başka makamdan ses vermeyi bilmedi ki hiç…”


LATİN SÖZLERİ

“Vulpem pilum mutare, non mores!.”

“Tilki tüyünü değiştirir, ama huyunu asla!.”


Sabah Gazetesi

Yorumlar kapatıldı.