İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ahir zamanların Ebu Zer’i: Ömer Faruk Gergerlioğlu

***HyeTert, bu kaynağın ve/veya içeriğin yanlış ve/veya yanıltıcı bilgiler içerdiği/yaydığı kanısındadır. Metni paylaşmadan önce bu uyarıları göz önüne alarak, içeriği ve/veya kaynağı güvenilir kaynaklardan kontrol ediniz.***
Dert barış ama barış diyene savaştan başka bir şey reva görmeyenlerin çağı olmuş ahir zamanlar. Şunu unutmaması lazım kimsenin: Mansur’lardan, Ebu Hanife’lerden bu yana çok insan susturuldu doğruyu hâkim kılmak istemelerinden ötürü. Ama insanlığın sesi susmadı; susamaz da insan türü devam ettiği sürece. Gergerlioğlu, Hüda Kaya gibi isimler de susmaz; onların dostları da.Cengizhan Kaptan

Az önce Meclis Genel Kurulu, HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi kararını aldı. Yaşamını insan hakları ihlallerine karşı direnmeye, mazlumlarla dayanışmaya adamış birisinin hak gaspına uğraması, o kişinin kimler tarafından hedef haline getirildiğinin başlıca göstergesi.

Dostun da düşmanın da beklediği bir karardı bu gerçi. Dost olan, vefakârlığını, cefakârlığını, fedakârlığını ve bunlar için bedel ödemekten kaçınmayacağını ve mücadelesinden asla vazgeçmeyeceğini bilirken, düşman olan da bir punduna getirip tasarlanmış bir şekilde sesinin kısılmasını istiyordu Sn. Gergerlioğlu’nun. Peki susması mümkün müdür Gergerlioğlu’nun, temsil ettiği değerlerin ve insanların?

Gergerlioğlu, HDP yapısı altında yer alan bir isim. Bugün milletvekilliğinin düşürüldüğü dava neticesinde daha önceden de 27 yıl boyunca icra ettiği doktorluk mesleğinden ihraç edilmiş bir direnişçi. Savaşa karşı çıkan, barış için didinen birçok insanın maruz kaldığı bir biçimde barış isteği haykırırken şiddeti övdüğü gerekçesi ile suçlanmış bir yürek. Bu yaşananlar sadece bu coğrafyaya da mahsus değil. Ünlü sosyolog Zygmunt Bauman’ın Cemaatler kitabında -kitabın adı Cemaatler diye umarım bu da Bauman da suçlanmaz bu arada- ulus oluşturma yolunda homojen bir ulus dayatanların dil ve gelenekten doğan farklılıkları bastırmaları, bunların kültürel kalıntılar olduğunu dile getirmeleri, bu adetleri ve dilleri yöresel olarak tanımlayıp standart bir dili empoze ettikleri; yöresel olanın ilkellik, aydınlanmanın ise ilericilik olarak telkin edildiği, bu mozaik parçalarını söküp biçimsiz bir tek tipçiliği dayatmak için de vatanseverlik duygusunu her yana yayma gibi bir yol izlendiğini yazar. Bauman, vatanseverliğin (yani aslında homojen bir ulus dayatmanın) oluşumu için de kâh liberal kâh milliyetçi yollar izlendiğini veciz bir şekilde ifade ederek, milliyetçiliğin kasvetli ve ‘nadiren iyi huylu’ olabildiğini, tek ulus dayatmasını kabul etmeyenlere karşı da kanlı bir siyaset izlendiğini belirtir. Sanki bizim coğrafyada yaşamış da bu tespitleri oradaki gerçeklerden almıştır Bauman.

Oysa sorun farklıdır: Coğrafyayı diğer ülkelerden ayıran özellik, sorunların sadece buraya has olmasından değil, bilakis bu sorunlarda aynı yöntemlerle diretilmesidir. Kendine has bir durum aranacaksa, bu öncelikle bu sorunları hep aynı ve kanlı, baskıcı yöntemlerle çözme inadında ve basiretsizliğinde aranmalıdır.

Bu işin milliyetçi yanı. Bir de din çimentolu bir yanı var ki, toplumumuzda Emevi İslam’ı denilen tabirde kendini ifade eden bir saltanat İslam’ına denk düşer. Bir peygamber çıkıyor, topluma adalet çağrısı yapıyor; peygamberin vefatından otuz sene sonra aslen o peygambere en büyük muhalefet edenler tekrar başa geçip bir de saltanat kuruyorlar. Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye hilafeti alıyor; kendisine biat etmeyen herkesi ihanetçi ve nifak tohumu eken olarak nitelendiriyor. Tanrı’nın yeryüzündeki halifeliği iddiasından çıkılıp, yeryüzündeki sahtekarlığın dayanağı gökten getiriliyor. Buna karşı çıkanlar ise yine Müslümanlar, peygamberin çizgisinde kalanlar ya da kalmaya çalışanlar. Hristiyanlık da farklı değildi; İsa’yı fiziken görmeyip bir vizyon doğrultusunda gördüğünü ileri sürüp kendini havari statüsüne yükselten aslen Tarsuslu Saul bir anda oluverir Hristiyan ve havari Paul; sonrasında da İsa’nın bütün dediklerinin içini birer birer boşaltıp devletin dini haline getirir o içi boşaltılmışlığı.

Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din adlı, konuşmalarından derlenen kitabında ateist dönem öncesi fikir ve sistem savaşlarının dine karşı din özgülünde yapıldığı yazılır ve büyük ölçüde doğrudur. Keza Şeriati, Ana Baba, Biz Suçluyuz’da geleneksel din anlayışı ile çocukların yetişmesinde onları ilk sekteye uğratanın anne-baba olduğundan, çocuklara din eğitimi adı altında hurafe, aslı astarı olmayan şeyler öğretildiğinden bahseder. Elbette ki kendi savunduğum yöntem ve dünya görüşü farklıdır; ancak, dinin içinden egemen/baskıcı seslere karşı yükselen seslerin çıkmasının önemli olduğunu ve bu karşı çıkışlarda dinî referansları karşı çıkanların çok daha ileri düzeyde yaptıklarına dile getirmek önemlidir. Para için dua eden, gelir için dinden faydalanan, görünümü kurtarıp iyi insan olmak yolunda çaba görmek dışında adeta iyi bir insan olmamak için dinin arkasına sığınanların profillerini çok iyi çizmektedir Ali Şeriati. Hem Şah rejiminin hem de dönem alimlerinin tepkisini çekmesi de bundandır.

İslam coğrafyasında keza sorunlar hem milliyetçilik hem de din üzerinden gider. Din ile milliyetçiliğin iç içe geçmesi bundandır ve kaçınılmazdır da. Günümüz Ortadoğu milliyetçilik ve din olgularının bunların eklemlenmiş halleri üzerinden gitmesi de bu yüzden makuldür, en tutarlı metottur.

İşte bu saltanat dinine, bu perdeleme operasyonlarına karşı çıkıp milliyetçi-siyasi İslamcı kesimler tarafından susturulmak istenen Haluk Gergerlioğlu, Hüda Kaya, İhsan Eliaçık, Mustafa Öztürk, Edip Yüksel ve daha nice isimlerin uğradıkları gazap bundan kaynaklanmaktadır. İslamî bilgileri sağlam ve bir metoda dayanır; saltanatın da eleştirisini çok iyi yaparlar. Namaz kılıp da davranışları düzelmeyen birisinin namazının hiç işe yaramadığını (ki Kuran ayetidir), kesilen kurbanın kanının değil de sakınmanın Tanrı’ya ulaşan şey olduğunu (ki yine Kuran ayetidir) söyledikleri zaman insanları camiye siyasi propaganda yapmak için çağıran egemenlerin sinir uçlarına dokunmaktadırlar örneğin. Tanrı’nın dil-din-ırk ayrımını yapmadığını söylediklerinde, bir tutsağa işkence yapılmasının suç olduğunu dile getirdiklerinde terör savunucusu olurlar örneğin. Kürtlerin eşit olduğunu, kendi dillerinde konuşmalarının hem insanî hem dinî bir hak olduğunu ifade etmeleri ayrımcılık olarak damgalanır ya da. Oysa anlattıkları, inanalım-inanmayalım, dinin kendi kaynaklarına dayanmaktadır; ‘Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine tabi olsanız hidayete erersiniz’ diye Muaviye ve benzerine biat edilsin diye uydurulmuş hadislere değil. Bu yüzden önemlidir bu isimler ve yine bu yüzden toplumsal sözleşme yolunda dışarıda bırakılmak istenirler.

Bugün yaşananlar bir toplumsal sözleşmenin kaçınılmazlığını gözler önüne sermektedir. Bu yalnızca politik değil, insanî ve insanî kaygı içeren bir çağrıdır. Böylesi hem seküler hem de dinî anlamda dogmatik hale gelen bir toplumda çok on yıllar kaybedilecektir yoksa.

Dert barış ama barış diyene savaştan başka bir şey reva görmeyenlerin çağı olmuş ahir zamanlar. Şunu unutmaması lazım kimsenin: Mansur’lardan, Ebu Hanife’lerden bu yana çok insan susturuldu doğruyu hakim kılmak istemelerinden ötürü. Ama insanlığın sesi susmadı; susamaz da insan türü devam ettiği sürece. Gergerlioğlu, Hüda Kaya gibi isimler de susmaz; onların dostları da. Ebû Zer gibidirler onlar ahir zamanlarda; gerekirse çöpten yemek yerler de saltanatın haramına tamah etmezler.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.