İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Papa’nın Irak gezisi, dinler arası diyalog ve FETÖ

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Selçuk Türkyılmaz

Papa’nın Irak’ı ziyareti ile dinler arası diyalog konusu tekrar gündeme geldi. Türkiye’nin yakın tarihinin anlaşılabilmesi açısından konunun tekrar gündeme gelmesi önemlidir fakat geçmişe dair birçok ayrıntı hâlâ gün yüzüne çıkarılamadığı için sağlıklı bir değerlendirme yapmak mümkün olmuyor. Bilindiği gibi konu 1990’ların ortasında FETÖ elebaşının küresel ilişki ağlarının içinde yer almasıyla tartışılmaya başlanmıştı. Papalığın siyasî ve dinî merkezi Vatikan’ın ilgili faaliyetleri hakkında bilgi sahibi olanlar için FETÖ’cülerin ilişkileri ile gündeme gelen diyalog meselesi şaşırtıcı değildi fakat tartışmalar kamuoyunu aydınlatacak bir içerik zenginliğine ulaşmamıştı.

Hatta içeride çok kuvvetli bir “diyalog ve hoşgörü” rüzgârı estirildiği için akıntının karşısında durmak neredeyse imkânsızdı.

Aydın kavramı etrafında tartışma yapacak değilim. Fakat Türkiye’nin ve coğrafyamızın son otuz yılını ABD ve Avrupa merkezli emperyalist işgal ve istila bağlamında ayrıca ele aldığımızda kendi zamanını ve sonraki dönemleri bütün güçlüklerine rağmen aydınlatabilen fikir insanlarını ortaya çıkarmak gerektiğini belirtmemiz gerekir. Sovyetler dağıldıktan sonra yeni bir dünya kurulamadığı için sürecin devam ettiğini ve 1990’lar için geçerli olan emperyalist emellerin bugün için de geçerli olduğunu artan gerilimlerden anlayabiliriz. Bu da din, siyaset ve fikir dünyasını anlamamızı zorunlu hâle getiriyor. Kolonyalizm çağlarında dinî kurumlar Batılı işgal, istila ve istismar siyasetini yönlendiren ve meşrulaştıran bir işleve sahipti. FETÖ’cülüğün Sovyet sonrası dönemde Türk ve İslam coğrafyası bakımından benzer bir rol üstlendiği 90’larda dahi görülebiliyordu. Dolayısıyla geçmişin farklı bir gözle yeniden ele alınması adeta bir zorunluluk hâlini aldı.

Türkiye, Sovyet sonrası dönemi üst seviyede bir iç siyasî karmaşa ile karşıladı. Bağımsızlığa kavuşan Türk ülkeleriyle ilişkiler geliştirilmek isteniyordu ama el yordamı ile hareket etmekten başka bir çıkar yol yoktu. Buna rağmen Türk cumhuriyetlerinden Türkiye’ye gelen öğrencilerin sayısı gelecekle ilgili çok farklı planlar yapılmasına imkân tanıyordu. Bu planların özellikle Amerika’da yapıldığını anlıyoruz. Rakamlar on binlere vardı ve Türkiye’nin geleceğe yönelik büyük planlara sahip olduğu gibi bir izlenim oluşturuldu. Eğer o zamanda coğrafyamızla ilgili FETÖ’nün içinde yer aldığı uzun vadeli planlar tartışılsaydı tarihin akışını değiştirmek mümkün olabilirdi. Çünkü atılan adımların varacağı yer görüldüğü için Amerika, coğrafyamıza FETÖ ile giriyor ve Türkiye’yi tasfiye diyordu. Türkiye’nin Balkanlar, Kafkaslar ve tarihî Türkistan coğrafyasında varlık kazanması engellendi. Sayılan yerlerde FETÖ organizasyonunu görmeye başladık. FETÖ’cüler Sovyet sonrası dönemde Türkiye’nin yükselişine ilk darbeyi o zaman vurmuştu. Bu durum Afrika ülkeleri için de geçerlidir.

Dinler arası diyalog meselesiyle ilgili ayrıntılı çalışmaların yapılamadığını söyleyebiliriz. Benzer platformlara dâhil olan başka kişi ve gruplar hakkında da derli toplu malumata rastlamak mümkün değil. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemlerde büyük güçlerin farklı kimlikler altında coğrafyamızda kalıcı faaliyetler yürüttükleri bilinmeyen bir durum değildir. Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak bağımlı yapılar teşekkül etti. İki kutuplu dünya döneminde ABD, bu yapılara nüfuz etti ve onları, küresel ilişki ağları içinde yeniden yapılandırdı. Bugün millî devletlerle küresel şirketler arasında sert bir savaştan bahsediliyor. Türkiye’nin aynı anda hem ABD gibi devletler hem de küresel ilişki ağları içinde yeniden yapılandırılmış güç odaklarıyla mücadele içinde olması bu savaşın anlaşılması açısından önemlidir. Konu, muhalif duruş mantığı içinde anlaşılamaz.

Ne dünya ne de Türkiye doksanları yaşıyor. O dönemler geride kaldı. Arada geçen zaman bir insan ömrü için dahi kısa sayılır. Bugün herhangi bir konuda görüş beyan etmek için korku duyulduğuna dair bir işaretten bahsedemeyiz. Aksi yöndeki ifadeler, geçmişte olduğu gibi karartma amaçlı olarak dile getirilmektedir. Batı ülkelerinin aksine Türkiye özgürlük alanını genişletmeye çalışıyor. ABD ve Avrupa ülkeleri, Batı merkezli bakış açısına göre anlamlandırılmış bir kavramlar dünyası ile söylem üstünlüğünü muhafaza etmek istiyor. Hâlbuki dünya değişiyor ve Türkiye kendi bakış açısı ile yeni bir dünyanın kurulmasına gayret gösteriyor. Bu, asil bir mücadeledir. Onlar kendi dinlerini dahi iktisadî çıkarlarına alet etti. Türkiye’nin asaletini tam da burada aramak gerekir. Dünya beşten büyüktür, diyebilmek için bu asalete sahip olmak gerekir.


Yeni Şafak

Yorumlar kapatıldı.