İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ertan Tekin: Kurşunlar inanışlara sıkılmamalı

HABER MERKEZİ – Duduk ve meyin önemli temsilcilerinden Ertan Tekin, mekân ve müzik arasındaki ilişkiye değinerek, “Dili, dini, anlayışı, siyasal fikri, sanatsal tercihi ne olursa olsun bunların yaşanmaması gerekiyor. Kurşunların inanışlara sıkılmaması ve halkların da birbirine kurşun sıkmaması gerekiyor” diyor ve yaşam üçgeninin vicdan, adalet ve sanat olduğunu vurguluyor.


Söyleşi: Mahir Fırat Fidan


Ertan Tekin… Kürt ve Ermeni halklarının ortak enstrümanı olan duduk ve meyin en önemli ustalarından. 35 yıldır halkların acısına, kederine, hüznüne nefesiyle eşlik ediyor.

“Okulum” dediği babasından aldığı bayrağı dünyanın birçok yerine taşıyan Tekin, bu geleneğin devam etmesi için çalışmalarını sürdürüyor.

Tekin’i yakın zamanda, “Geçmişin Sesi Amida Konseri” kapsamında Diyarbakır Suriçi’ndeki konserde gördük. Başta Egidê Cimo olmak üzere Efoye Esed, Seyadê Şemedîn, Şarık Apo gibi birçok sanatçının bestesine nefesiyle can verdi.

Biz de bu vesileyle Ertan Tekin’in sanat yaşamını, mey ve dudukla olan gönül bağını ve bu enstrümanların Kürt ve Ermeni müziği söz konusu olduğunda ötelenen, göz ardı edilen ve çeşitli baskılarla yok sayılmaya çalışılan tarihini konuştuk.

Bugün duduk ve meyin büyülü sesi hakkında pek az kişi bilgi sahibi. Devlet konservatuvarlarında bu konuda ders verilmiyor ve temsilcisi de yok denecek kadar az. Duduk ve mey ile çok sayıda esere ruh veren biri olarak, bu iki enstrümanın hikâyesinden söz eder misiniz?

Duduk ve meyin büyülü sesinde binlerce yıllık insanlık tarihi ve mazisi vardır. Bu iki enstrüman İnsanlık tarihinin vurmalı ritim sazlarla beraber en eski enstrümanlarındandır. İnsanlık ilk önce bu enstrümanlarla kendini ifade etmeye başladı. Mezopotamya, Ortadoğu ve Anadolu coğrafyalarının çileli halklarının hüzünlü sesi oldu. Bu kadar önemli bir tarihe sahip olan bu enstrümanlar, devlet konservatuarlarında hep eksik anlatılıyor. Bu durum “Kral çıplak” meselesini hatırlatıyor. Duduk ve mey konservatuarlarda biliniyor ama bu enstrümanların eksik halkası olan, Kürt ve Ermeni müziği özellikle anlatılmıyor ve eğitimi verilmiyor. Sadece “mey” denilip geçiliyor. Duduk için ise balabanifadesi kullanılıyor. Oysa ki balaban, Kafkas coğrafyasında çalınan enstrümanın adıdır. Birbirlerine ait benzerlikleri vardır, fakat ifadeleri ve felsefeleri farklıdır. Ermeni duduğu Ermeni halkı için kutsal olan Tzirana Poğ’dur ve Kaysı çubuğu anlamına gelir. Mey ise, Meya Kurdan, yani Kürt Mey’i dediğimiz enstrümandır. Maalesef, devlet konservatuarları ve kurumları bu enstrümanları sürekli veto ediyorlar ve kendi yorumlarıyla anlatıyorlar. Devletin diğer kurumlarında, radyolarında ve korolarında da durum böyle. Ama müzisyenlerin ellerindeki enstrümanlar Ermenistan’dan gelen Ermeni duduğu olduğu halde bunu kabul etmiyorlar.

Çok iyi biliyoruz ki “Güneş balçıkla sıvanmaz.” Zaten bu nedenlerden dolayı benim devletin herhangi bir kurumuyla anlaşmalı ve sürekli çalışmam olmadı. Çünkü sanat anlayışıma göre; yaşadığımız coğrafyada biz bu enstrümanları çalıyorsak, bu müziği yapıyorsak Kürt ve Ermeni müziği kaçınılmazdır. Devletin tüm kurumlarında ve sanat okullarında bu enstrümanlar tüm tarafsızlığıyla, vicdan, adalet ve sanat üçgeniyle anlatılmalı ve öğretilmeli. Bu sebeple ben bir konservatuar okumadım ve okumayı düşünmedim. Benim okulum, beni her zaman yetiştiren babam oldu.

Sizin üflemeli çalgılarla olan serüveniniz nasıl başladı?

Az önceki soruda da dediğim gibi babamla beraber başladı. Altı yaşından itibaren babamı duymaya ve izlemeye başladım. O günden bu güne enstrümanlarla olan gönül bağım 43 yılı buldu. Benim okulum babam oldu ve bildiği her şeyi eksiksiz bir şekilde bana anlattı, gösterdi ve öğretti. Babam mey, zurna ve gırnata çalardı. Ben de başlangıçta mey ve zurna üfledim, 4-5 yıl sonra da duduğa başladım ve duduğu takibime aldım. Bu serüven böyle başladı diyebiliriz. Benim yol göstericim; vicdanımı, adalet duygumu, sanat anlayışımı, sanat felsefemi oluşturan babam Şahabettin Tekin ustama selam olsun. Babamın ruhuna buradan selam gönderiyorum.

Duduk ile mey ezilen iki halkın, Kürtler ile Ermenilerin ortak enstrümanıdır. Bu enstrümanlar iki halkın acısına, kederine ve tarihsel gerçekliğine tanıklık etti; yaşanılanları bugünlere taşıdı. Duduk ile meyin taşıdığı yükü nasıl görüyorsunuz?

Evet duduk ve mey, iki halkın, yani Kürtlerin ve Ermenilerin ortak enstrümanı. Anadolu’nun da bir bölümünde bu enstrümanlar biliniyor ve çalınıyor. Benim memleketim olan Erzurum’da 1890’lı yıllara kadar duduk icracıları ve duduk atölyeleri varmış. Bu enstrümanlar bu coğrafyanın ayrılmaz bir parçasıdır. Anadolu, Mezopotamya ve Ortadoğu halklarının kaderi de kültürü de ortaktır. Ben birçok araştırma ve gezilerimde, yani 35 yıllık profesyonel sanat yaşamımda buna şahit oldum. Halen kaderlerini ve çilelerini bu enstrümanlarla anlatmaya devam ediyorlar. Bu yük daha çok nefesli enstrümanlarda, yani duduk ve meyde. Neden diyeceksiniz. Teknik ve bilimsel açıdan baktığımızda nefesli enstrümanlar insan sesine en yakın olan enstrümanlardır ve bu ses binlerce yıl içerisinde gönlün, yüreğin sesi haline gelmiştir. Umarım bu enstrümanlarla bundan sonra ağıtlar değil de düğünler, govendler ve halaylar çalarız.

Halkın ortak kederi ve trajedisinden söz ederken, Malraux’un “Sanat, ölüme direnen tek şeydir”[1] sözlerini de anımsatmak istiyorum. Zira yaşadığımız coğrafyada çok sayıda katliam yaşandı ve bu sebeple insanlar acılara direnmenin birçok yolunu bağrında taşıyor. Siz de Hrant Dink’in katledilişinden sonra Agos gazetesinin önünde duduk çaldınız. Bu anlamda yaptığınız müziği bir direnme biçimi olarak görüyor musunuz?

“Sanat, ölüme direnen tek şeydir” sözünü anımsattığınız için teşekkür ediyorum. Benim anlayışım, tecrübelerim ve duygularım şunu söylüyor: Sanat ölümden de önce vardı. İnsandan da önce vardı. O yüzden zaman içerisinde ölüme direnen tek şey haline geldi. Bir nevi insan ötesi bir şeydir. İnsan sanat yaparken de, sanatı yaşarken de aslında hayata anlam katar. Sanatsız hayat asla olamaz. Sanatın olmadığı toplum çökmeye başlar.

Yaşadığımız coğrafyada çok katliamlar yaşandı ve yaşanıyor. Geçmişte bu coğrafyada Ermenilerin, Kürtlerin ve Alevilerin yaşadığı çok fazla çile var. Hrant Abi’nin katledişi de bunlardan biri ve ben bu katledilişten sonra, gazetenin önünden başlayıp Hrant Abi’nin defnedilmesine kadar geçen o zamanı unutamıyorum. Bir insan denizi üzerindeydim. Halkların oradaki yüzlerini ve hallerini unutamıyorum. Benim için çok ağır bir zamandı.19 Ocak 2007, asla ve asla unutulmayacak bir tarihtir. Yıllardır Hrant Dink’e yapılan katliam kim tarafından, nasıl yapıldı, nasıl azmettirildi bilmiyoruz. Bu coğrafyanın halklarının bence ortak sorusudur bu. Neden böyle oluyor ve bunun çözümü ne olmalı?

Ermeni, Kürt ve Alevi müziği, yaşadığımız coğrafyanın kozmopolit dilleri, kültürleri hakim düzen tarafından baskı altında tutulduğu ve baskı altında yaşadığı için direnişi sürekli müzik ve sanatla göstermiş. Sanatın içinde siyaset ne kadar olur ya da ne kadar olmalı bu ayrı bir tartışma konusu. Ben sanatı tüm inanışlardan, tüm etnik, siyasal ve politik anlayışlardan bağımsız tutmak isterim. Çünkü o zaman insanüstü bir şey oluyor. Sanat; dinleri, dilleri ve ırkları da aşan bir şeydir. Bence önce sanat vardır, sonra insanın dini, dili ve ırkı vardır. Sanatın bir atmosferi ve ruhu var, önce onu solumak gerekiyor diye düşünüyorum ve böyle inanıyorum.

Yakın zamanda, “Geçmişin Sesi Amida Konserleri” kapsamında Diyarbakır Suriçi’nde bulunan Dêra Mor Petyun Katolik Kilisesi’ndeki konserde yer almıştınız. Bu konser bana Schelling’in “Mimarlık donmuş müziktir”[2] ifadelerini anımsattı. Schelling, bu ifadeleriyle, mimarinin ahengine ve armonisine müzik üzerinden vurgu yapıyor. Sizin hem mimari ve müzik arasındaki uyumla ilgili görüşünüzü merak ediyorum hem de o mekânda bulunurken neler hissettiğinizi sormak istiyorum.

Evet, Amed’deydim. Suriçi’nde bulunan Dêra Mor Petyun Katolik Kilisesi’nde provalarımızı yapıp, aynı gün konser verdik. Daha önceki provalarımız ise “Ma Müzik Center”da oldu. Oradaki dostlarımız bizimle ilgilendiler. Müthiş bir dostluk ve birliktelik örneği vardı.

Tabii ki sanat dediğimizde onun içerisine başka kategoriler de girer. İşitsel tarafı müzik, görsel tarafı tiyatro ve resim… Mimarlık da bütün bunların toplamıyla, tecrübesiyle oluşuyor. Mutlaka bu armoninin içinde mimari de var. Sanatın gelişen muhteşem ruhuyla beraber mimari kendisini hissettiriyor. O mekânda neler hissettiğime gelince… Mekânda oturduğumuzda, yani kilisenin içerisinde, kolonlarda ve duvarlarda kurşun izleri gördüm. Bu durum beni çok etkiledi. Oraya tek bir kurşunun hatta tek bir kibrit çöpünün dahi atılmaması gerekiyor. Çünkü inanış böyledir. Orası Tanrı’nın evi değil midir? Tanrı’nın evine kurşun sıkılmaz. Bir kibrit çöpü atılmaz ve atılmamalı. Geçmişte yaşanan çatışmaların ve olayların iziydi. Gördüm ve çok çok üzüldüm. Dili, dini, anlayışı, siyasal fikri, sanatsal tercihi ne olursa olsun bunların yaşanmaması gerekiyor. Kurşunların inanışlara sıkılmaması ve halkların da birbirine kurşun sıkmaması gerekiyor. Kutsal mekânlara hiçbir şekilde, hiçbir zararın verilmemesi gerekiyor.

Sonuçta orada müthiş bir sanat eseri var. Ne diyor Schopenhauer, “Bir sanat eserinin karşısında çok saygı duyduğunuz bir insanın karşısında durur gibi durunuz.” Bu söz muhteşem. Nietzsche’nin de cehalet üzerine bir sözü var. Cehaleti o kadar güzel yorumlamış ki. Benim köşe taşlarımdan biridir. Nietzsche “Cahil; kurnaz ve ahlaksızdır” diyor. Cahili böylesine kısa ama böylesine ağır ve gerçek anlatan, doğru anlatan başka bir söz duymadım, bilmiyorum. Cehalete müsaade etmememiz gerekiyor. Bu coğrafya ve bize dair her şey binlerce yıl içerisinde oluştu. Bu tarihi ve coğrafyayı cehaletle yok etmemeliyiz. Cehalet gerçekten dipsiz bir kuyu, düşen çıkamıyor.

Duduk sesini ilk defa babanızın Erivan Radyosu’nu dinlemesiyle duyuyorsunuz. Duduk, kaval ve mey özellikle Ermenistan’daki Kürt kültürü için önemli bir yer tutuyor. 2019 yılında yaşama veda eden, 35 yıl boyunca Erivan Radyosu’nda çalışan ve “Mîrê Bilurê” olarak anılan Egîdê Cimo bunun önemli bir temsilcisiydi. Onun müzik hayatınızda nasıl bir etkisi oldu?

Babam Erzurum’da köyde radyosu olan birkaç insandan biriydi. Erivan Radyosu’nu dinler ve o sırada enstrümanını çalardı. Ben babama Erivan Radyosu’na gideceğime dair söz vermiştim ve 1998 yılında Erivan’a gittiğimde Erivan Radyosu’nu da ziyaret ettim. Beni Keremê Seyad karşıladı. Orada kayıt yaptım ve “Dilê Yaman”ı çaldım. Erivan Radyosu ile ilgili böyle bir anım var. Tabii 1998’den beri senede birkaç defa gidiyorum.

Duduk, kaval ve mey Ermenistan’daki Kürt kültürü için gerçekten önemli bir yer tutuyor. Erivan Radyosu’unda çok büyük bir arşiv var ve bunu korumuşlar. Ve bu arşivde “Mîrê Bilurê”, mamoste Egîdê Cimo’nun kayıtları da var. Egîdê Cimo ustayla Hasankeyf, Amed ve İstanbul’da beraber çaldık. Hatta son görüşmemizde enstrümanlarının bakımını yaptım, mey kamışlarını tazeledim ve yeni kamışlar verdim. Böyle de bir anımız oldu. Feyzoye Rızo ile beraber çalıp okuduklarında ben de beraber çaldım ve ona destek oldum. Egîdê Cimo gerçekten “Mîrê Bilurê”dır, “Mamoste”dir ve benim hayatımda Meya Kurdan, yani Kürt tarzı mey icrası konusunda tam bir ekoldür. Ruhu şad olsun. 2019’da mamosteyi kaybettikten sonra ben Hewler’e gittim. Hewler’de Delîl Dilanar dostumla beraber mamoste için bir ağıt yaptık ve kayda aldık.

2019 yılında Ermeni duduk ustalarına, Kürt mey ustalarına ve Egîdê Cimo’ya karşı misyonum ve sorumluluğum çok daha fazla artı. Çünkü Ermenistan sanat ekolleri, konservatuarları, dernekleri ve kültür bakanlığı beni yıllarca dinlemişler, bir anlamda sanatsal takibimi yapmışlar. 2019’un Aralık ayında, Ermenistan Cumhuriyeti’ne bağlı Besteciler Birliği bana onur belgesi ve büyük üstat besteci kompozitör Gomidas Vartabed altın madalyasını takdim etti. Bu çok onur verici bir durumdu. Ben de gelecek nesillere bunu aktarmak için elimden geleni yapıyorum ve yapmaya da devam edeceğim.

Ermenistan Cumhuriyeti’ne bağlı Besteciler Birliği Onur Ödülü

“Amedî”, “Azade Şîrîn”, “Bostanê” ve “Lawiko” gibi Kürt müziğinin önemli bestelerini yeniden yorumlayıp “Demans” adlı albümde müzikseverlerinizle buluştunuz. Son olarak Pervin Chakar ve İklim Tamkan ile “Lo Şivano” adlı çalışmanız yayımlandı. Kürt müziğine önemli katkılar sunan biri olarak Kürt müziğinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, Kürt müziğinin önemli bestelerini bir albümde topladım. Dediğim gibi, benim yaşam üçgenim vicdan, adalet ve sanattır. Sanat hayatımda da böyle davranırım. Vicdanlı ve adaletli olamaya çalışırım. Sanatı hayatımın her yerinde görmek ve solumak isterim. Sanat hayatımın içerisinde Kürt ve Ermeni müziği ve bu müziklere ait besteler benim için çok önemlidir. Bu yüzden bu bestelerden bazılarını “Demans” albümünde kendimce yorumlamaya çalıştım. “Demans” teknik anlamda bunama anlamına gelir. Beni yetiştiren ustam, babam alzheimerdı ve demans hastalığına düştü. Babamı 2005’te kaybettik. Beni yetiştiren ustama ithaf ettim bu çalışmamı. Bu çalışma dünyanın birçok yerinde de kendisine yer buldu.

Son olarak da; Pervin Chakar ve İklim Tamkan arkadaşımla beraber “Lo Şivano” eserini yorumladık ve çalışmalarımız içinden geçtiğimiz pandemi sürecinden dolayı daha çok dijital anlamda devam ediyor. Bu konuda üzgünüm. Çünkü sanat bence yüz yüze olmalı ve sizi dinleyenler, izleyenler, sizden bir şeyler öğrenmeye çalışanlar (eğer eğitim de veriyorsanız) mutlaka sizin ışığınızı ve ateşinizi hissetmelidir. O sebeple sanat yüz yüze olmalıdır. Dijital bir sanat galerisi gezilemez. Cep telefonundan bir konser dinlenemez. Üzgünüm ki şu an böyle yapılıyor ama eskiye dönmesi lazım. Sanatsız olmaz. Evrenin her hareketinde mutlaka sanat vardır. Fakat sanatı daha çok insanlar icra eder. Biz öyle biliyoruz, biz öyle görüyoruz. Muhakkak evrenin ve doğanın her hareketi bir sanat eylemidir. Ama bizim icra alanımız cep telefonunun ekranları, 3 santimetre karelik bir yer değildir. Eğitim için de durum böyle. Dijital eğitimlerde de problem yaşanıyor, görüyorsunuz. Hep beraber bu süreci yaşıyoruz. Geçiş sürecinde yeni bir dünya bakalım nasıl bir dünya olacak. Gerçekten onu da bilmiyoruz.

Kürt müziğinin durumuna gelecek olursak; geçmişte arabesk anlayış denen şey Kürt müziğine de dokunur gibi oldu. Fakat Kürt müziği, Ermeni müziği ve Anadolu müziği çok kadim tarzlardır, kadim halkların kadim sesleridir. Bu müzik kültürü binlere yılın tecrübesiyle oluşmuştur. Ve bu arabesk tarza halklar müsaade etmedi, etmeyecektir de. Zaman içerisinde Kürt müziği durmadan gelişiyor ve gelişmeye de devam edecektir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Öncelikle bu röportaj teklifiniz için tekrar teşekkür ediyorum. Tüm canlara, tüm dostlara selam olsun. Gelek spas, zor spas…


[1] Aktaran Gilles Deleuze (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=JgMOjjOdNmU)
[2] Friedrich von Schelling, Philosophy of Art, 1805.

https://gazetekarinca.com/2021/03/ertan-tekin-kursunlar-inanislara-sikilmamali/

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın