İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Araştırmacı-Yazar Serdar Korucu: Direniş tarihini konuşurken Musa Dağ’ı unutmamalıyız

Araştırmacı-Yazar Serdar Korucu ile Aras Yayıncılık’tan çıkan “Sancak Düştü” ve “Ahalinin Gidişi” adlı kitaplarına dair konuştuk.

Hilal KOLCU

Araştırmacı-Yazar Serdar Korucu’nun Aras Yayıncılık’tan çıkan iki kitabı, “Sancak Düştü” ve “Ahalinin Gidişi”, Musa Dağ direnişini okuyucusuna hatırlatıyor. Korucu, bu topraklarda direniş tarihinden bahsedilirken Musa Dağ’ın da unutulmaması gerektiğinin altını çiziyor.

Ahalinin Gidişi, Musa Dağlı Ermeniler ile söyleşilerinizden, onların anılarından oluşuyor. Konuştuğunuz Ermenilerin ortak paydası nelerdi?

Bu kitap için hem Musa Dağ’dan gidenlerle hem kalanlarla konuştum. Türkiye’de Musa Dağ ve İstanbul’un dışında, Musa Dağlıların peşinden Lübnan’a, Ermenistan’a ve Fransa’ya gittim. Hepsinin ortak noktası 1939 öncesi doğmuş olmaları. Yani İskenderun Sancağı, Türkiye’nin şehirlerinden biri olmadan, Hatay adını almadan önce. Bu dönemde Musa Dağlı her ailenin tanıdığı, akrabası, yakını bu topraklarından ayrılmak zorunda kalmış. Evet, bu zorunluluk devletin getirdiği bir yaptırım değildi ama 1915’te yaşananların hafızası çok tazeydi. Dönemi içinde Türkiye’de yazılan resmi raporlarda da göçte “Geçmişte yaşananların” etkili olduğu vurgulanıyor. Kalanlar köylerin boşalmasını hatırlıyor. Her gideninse gittiği yere göre hafızasında farklı unsurlar öne çıkıyor.

Ne gibi farklılıklar var?

Mesela Ermenistan’a gitmiş olanlar, ülkenin kuruluş yıllarında çok yokluk çektikleri için ağırlıklı olarak Musa Dağ’ın zenginliğini yad ediyor. Lübnan’da kalanların içinde hep geri dönememek kalmış. Hem yakın, hem uzak olmak… Kendileri de, aile büyükleri de Musa Dağ’a dönmek istemişler. Şartlar değişmeyince bağlarını korumaya çalışmışlar. Batı ülkelerine gidenlerin durumuysa farklı. Çevrelerindeki farklı şehirlerden, bölgelerden gelen Ermeniler soykırımı tüm ağırlığıyla anlatırken kendi anlatılarını aktarmak onların gözünde ikinci plana düşmüş. Ya da en azından benim konuştuğum ailelerin hepsinde, asıl acıyı yaşayanın diğer şehirlerdeki Ermeniler olduğuna dair bir vurgu vardı.

Hem “Sancak Düştü” hem de “Ahalinin Gidişi” kitabınızda ortak nokta Hatay’ın Samandağ ilçesi sınırları içindeki Musa Dağ. Bu bölgeye niçin odaklandınız?

İster resmi tarih, ister alternatif tarih çalışmaları olsun, konu Ermeniler olunca öncelik soykırımda. Soykırım öncesi, soykırım süreci ya da soykırım sonrası yaşananlarda. Aslında Musa Dağ’ın da anlatısı 1915’ten farklı olarak burası tehcir kararına uymayı kabul etmeyen köylülerin direnişi ve savaşın sonunda tekrar topraklarına gelebilmelerine dair bir anlatıyı taşıyor. Bunu sahiplenmesi, konuşması, dillendirmesi gereken kesimlerden biri de bu topraklarda direnişler üstüne çalışanlar, konuşanlardı bence. Ne yazık ki en iyi ihtimalle “atlanıverdi” bu konu. Türkiye’de solun tarihi yazılırken Ermeni toplumu nasıl atlanamayacak, unutulamayacaksa, direnişi, direnişlerin tarihini konuşurken Musa Dağ’ı unutmamalıyız.

Bugün neden arka planda kaldı?

Sorun çok boyutlu. Bugün daha çok turizm merkezi olarak görülüyor. Zaten Hatay’da “hoşgörü” mottosu ile iç turizmi çekmeye çalışıyor. Bu bölgenin geçmişini hatırlatan, hatırlatacak çok fazla çalışma da yok ne yazık ki. Halbuki Musa Dağ direnişi sadece yaşandığı dönemi değil, Franz Werfel’in hakkında yazdığı roman ile, “Musa Dağ’da 40 Gün” ile birlikte Naziler döneminde Yahudi gettolarını da etkileyecek, Varşova Gettosu’na ilham verdiği kaydı düşülecekti. Türkiye’deyse tarihin bu sayfası üzerinde yeterince durulmuyor.

1930’LARDA TÜRKİYE MEDYASININ ERMENİLERE BAKIŞI

“Sancak Düştü” kitabınız ise sadece Musa Dağ değil, tüm İskenderun Sancağı’na odaklanıyor. Bu kitapta Türkiye medyasının Ermenilere bakışını incelemişsiniz. Bu bakış dönem dönem değişiyor mu?

Değişmez mi, elbette farklılık gösteriyor. Fakat önce şunu ifade etmem lazım. O dönemin medyası bugünkünden farklı. 1930’lar Türkiye’sinde devletin başındaki isimler sadece kritik süreçlerde gazetelere demeçler veriyor. Yani her gün mesaj, her gün bir açıklama yok. Bırakın devletin zirvesini, hiçbir yetkili o kadar sık açıklama yapmıyor. Bu nedenle medya, özellikle de ana akım devlet içinden çıkan, çoğu zaman tek güçlü ses haline geliyor. 1936’nın başında Ermeniler için sıcak mesajlar veriliyor. Bu mesajlar, Ermenilerin çoğunun yaşadıkları bölgenin Türkiye’ye katılmasına karşı olduğunun açıkça ortaya çıkmasıyla düşmanlaşıyor. 1937 ve sonrasında Ermeniler önce “iyi” ve “kötü” olarak ayrılıyor ardındansa artık bir zamanlar bölge nüfusunun yüzde 11’ini oluşturan bu halkın çok büyük bölümünün göç etmesiyle, geride sembolik bir sayının kalmasıyla gündemden düşüyor. Kitap da bu değişim sürecini ele alıyor.


Evrensel Gazetesi

Yorumlar kapatıldı.