Dr. Gökhan Çınkara, Independent Türkçe için “Türkiyeli Yahudilerle konuşmak” röportaj serisinin yeni bölümünde emekli iş adamı Denis Ojalvo ile konuştu
“Türkiyeli Yahudilerle konuşmak” röportaj serisinin yeni bölümünde emekli iş adamı Denis Ojalvo ile konuştum.
Neden Denis Ojalvo ile konuştuğuma gelince, bu konuda sanırım haklı sebeplerim var.
Öncelikle Denis Ojalvo babası merhum Harry Ojalvo’nun 500. Yıl Vakfı Koordinatörlüğü nedeniyle siyaset dünyasının Türkiye Yahudi Toplumu ile kesiştiği birçok olaya tanıklık etti.
Bu açıdan Ojalvo’nun görüşleri Türkiye’de siyasi elitlerin bir azınlık grubu olan Türkiye Yahudileriyle ne tür ilişkiler geliştirdiklerini göstermesi açısından önem taşıyor.
1980’lerin ortalarından itibaren Ankara, Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerine yeni bir boyut katmak amacıyla Türkiye Yahudilerinin Amerikan Yahudi Toplumu’nun ileri gelenleriyle bir kamu diplomasisi yürütmesini arzuladı. 500. Yıl Vakfı bu düşünceyle ortaya çıktı.
Ayrıca röportajda göreceğiniz üzere, Ojalvo ailesi Osmanlı İmparatorluğu’nda bürokratik pozisyonlarda yer alma imkânı elde edebilmiş, sonrasında Cumhuriyet devrinde devlet erkanı ile temaslarını devam ettirebilmişlerdi.
İmparatorluktan Cumhuriyete uzanan İstanbullu Yahudi bir ailenin hikayesine hep beraber tanıklık etmeye ne dersiniz?
– Sayın Denis Ojalvo öncelikle kendinizi tanıtmanızı istiyorum. Klasik ve klişe bir soru olarak Denis Ojalvo kimdir?
Denis Ojalvo İstanbullu bir Türkiye Yahudisi.
İki kahramanım var:
1- Çağdaş ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk
2- Vahdet-i Vücut nazariyesinin kanımca en veciz temsilcisi olan içi dışı bir Yunus Emre.
İlkokulu Maçka İlkokulu’nda, sonrasında İtalyan Lisesi’nde ve Eseniş Lisesi’nde okudum.
On sekiz yaşına kadar Teşvikiye’de yaşadım.
1969-1975 yılları arasında eğitim gördüğüm İsrail Hayfa Üniversitesi Siyasal Bilimler ve Sosyoloji bölümlerinden mezun oldum.
Aynı üniversitede Siyasal Bilimlerde masterimi yaparken araştırma asistanı olarak kürsü profesörü Gerald E. Caiden’in ‘To Right Wrong: The Initial Ombudsman Experience in Israel’ isimli kitabının yazılmasına yardımcı oldum.
Ayrıca, İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü (1976) ve Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler bölümü mezunuyum (2005).
Tez konum Türk Yahudi Lobiciliği.
İyi derecede İngilizce ve Fransızca bilirim. Ayrıca, ilk üniversite tahsilimi İsrail’de yaptığımdan dolayı iyi derecede İbranice bilirim.
Bu sayede Yunus Emre felsefesini ve şiirlerini Türkçe asıllarından İbranice’ye tercüme edip İsrailli okurlarla buluşturdum.
Nihayet, Yahudi halkının ulus devleti İsrail‘in Endülüs‘te beraberce altın çağını yaşamış olduğu amca oğlu büyük Arap ulusu ile; Yahudi halkını 2 bin 500 küsur yıl önce Babil esaretinden kurtaran büyük İran halkıyla barış içinde yaşamasını samimiyetle temenni eden biriyim.
– Üniversite dönemine ilişkin bizimle paylaşabileceğiniz ilginç bir anınız var mı?
1975-1976 akademik yılında İstanbul Üniversitesi, İşletme İktisadı Enstitüsü’nde okuduğum dönemde çok kıymetli hocalarımız vardı.
Bunların arasında Mustafa Aysan, Zeyyat Hatipoğlu, Hayri Ülgen, Muhittin Karabulut, Bülent Kobu, Ülkü Gönenli ve Sabahattin Zaim de vardı.
Prof. Sabahattin Zaim çalışma ekonomisi hocamızdı ve derslerini ağdalı bir Osmanlıca ile anlatırdı; bir gün Munzam Hasılanın inhikâsını anlatmaya başlayınca hepimiz koptuk (Gülüyor).
“Hocam, bu ne demek?” diye sorduğumuzda hemen yeni Türkçesini “Ek gelirin yansıması” diye gülerek izah etmişti. Bazen ağdalı lisanımı ona borçlu olduğumu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bir gün hocalarımızdan biri (Sabahattin Bey olabilir) dersimize bir misafirin katılacağını söyledi. Kimdir diye sorduğumuzda Korkut Özal dediğinde hepimiz gülüşmüştük. Kendisi o devirde yanılmıyorsam AP ve MSP’nin ortak olduğu Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetinde bakandı.
Bulunduğumuz amfinin kapısı açıldı ve içeriye sağlam yapılı esmer bir adam, Korkut Özal girdi. Konuşmaya başlar başlamaz hepimiz karşımızda çok bilgili ve hiç boş laf etmeyen biri olduğunu hemen anlamıştık.
O gün, mukaddesatçı kesim bağlamındaki önyargılarımı bir kenara koyduğum ve her insanı kendi meziyetleri çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini öğrendiğim gündü.
– İstanbullu Yahudilerin sınıfsal durumları ve toplumsal statüleri tanıklık ettiğiniz dönem içerisinde ne yönde gelişti? Halk düzeyinde egemen olan bir anlayış olarak “zenginlik” ve “üst-sınıfa mensubiyet” İstanbullu Yahudiler için gerçekten verili bir durum muydu?
Türkiye Yahudileri toplumun geneli gibi çeşitli sosyal sınıflardan oluşuyordu. Tanzimat sonrasında ve Cumhuriyet öncesinde, Meclis-i Mebusan, bürokrasi, askeriye ve zaptiye dahil, aynı diğer gayrimüslim anasır gibi, devletin bütün kurumlarında, temsiliyetleri mevcuttu.
Cumhuriyet öncesi Ermeni tehciri ve Yunanistan’la yapılan nüfus mübadelesi ülkede yaşayan gayrimüslim nüfusu adamakıllı azaltmış ama bitirememişti.
Yahudiler bağlamında ise, 1867’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda Fransızca tedrisat yapan Alyans okullarından (Alliance Israélite Universelle) yetişen gençler üzerinden Fransa istikametinde daimî bir göç süreci söz konusuydu.
1912’de kaybettiğimiz Balkan Savaşı arifesinde 200 bin civarında olan Yahudi nüfusu, Selanik ve civar coğrafyanın kaybıyla Cumhuriyet kurulduğunda 90 bin civarına düşmüş ve Türkiye eğitimli, girişimci Yahudi nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmişti.
Yahudiler hariç diğer gayrimüslimlerin İstiklal Savaşı esnasında sergiledikleri tartışmalı tutum, Milli Devlet’in kuruluş sürecinde tüm azınlıkların askerî ve mülkî bürokrasiden soyutlanmalarıyla neticelendi.
Dahası, bunların iktisadi alanda, çeşitli sektörlerdeki belirgin mevcudiyetleri toplumda kıskançlık yaratıyor ve azınlık düşmanlığı üretiyordu.
“Ekonominin Türkleştirilmesi siyaseti”, Yahudiler dahil, gayrimüslim azınlıklar açısından oldukça sancılı bir süreç olmuştur.
Atatürk’ün sağlığında gerçekleşen ve “Light Pogrom” olarak adlandırabileceğimiz 1934 Trakya Olaylarıyla Edirne, Kırklareli, Babaeski, Uzunköprü gibi şehir ve kasabalarda oturan, peynircilik ve ticaretle uğraşan Yahudiler İstanbul’a kaçmak zorunda kalmışlar ve Trakya ekonomisinden soyutlanma süreçleri görece zaiyatsız bir şekilde gerçekleşmişti.
Bunların bir kısmı İstanbul ve Anadolu üzerinen henüz kurulmamış olan İsrail’e yani İngiliz Mandası’ndaki Filistin’e gidebilmişlerdi.
Atatürk’ün vefatı ile neredeyse eş zamanlı çıkan İkinci Cihan harbi, “Ekonominin Türkleştirilmesi Siyaseti”ne yeni bir ivme kazandırdı.
Neticede 1941’de 20 sınıf askere alma ile askerliklerini bitirmiş olsalar bile 20-45 yaşları arasındaki gayrimüslim erkekler apar topar askere alınıp ellerine kazma kürek verilerek “Nafıa Takımları”nda yol inşaatlarında çalıştırıldılar.
Zahiri amaç bunların celp edilerek Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunmalarını engellemekti.
Esas maksat ise bunları ticaretten soyutlayıp piyasayı Müslüman Türk unsuruna kazandırmaktı.
Ancak, bu “iş bilen” kesim aniden kaybolunca ticaret ve zenaat da durmuş ve ekonomi felç olmuştu.
Bu yüzden 1942’de farklı bir yöntem uygulandı: Varlık Vergisi!
1666’dan beri ihtida etmiş Yahudilerden oluşan “Dönmeler” de Yahudiler, Rumlarve Ermenilerle beraber hiçbir nesnel temeli olmayan ve ödeyemeyecekleri derecede yüksek vergilere tabi tutuldular.
Kişiler varlarını yoklarını üç otuz paraya satıp vergilerini ödemeye çalıştılar.
Paraları yetişmeyenler ise yevmiye ile borçlarını kapatmak üzere Aşkale’ye çalışma kampına gönderildiler.
Konuyu merak edenler İstanbul Defterdarlığı’ndan emekli olan Faik Ökte’nin ‘Varlık Vergisi Faciası’ kitabını, edinip okuyabilirler.
Yakın zamanda Rıdvan Akar, Ayhan Aktar ve Rifat Bali gibi araştırmacı yazarlar bu konuyu işleyen kitaplar yazdılar. Keza konu Doktora ve Yüksek Lisans tezlerinde detaylı biçimde incelendi.
Günümüzde sola yakın olan Cumhuriyet gazetesinin hükümetin Nazi sempatizanı faşist uygulamalarına destek veren yazıları arşivlerde araştırmacıların emrine âmâde bekliyor.
Yaşı tutanlarımız, çok değil, 30 sene öncesine kadar o zamanlar “solda” olan Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazarlarının “Gayri-millî Burjuvazi” söylemini hatırlayacaklardır.
Bu deyim iki yöne çekilebilen cinsten:
1. Burjuvazi aslında gayri-millî anasırdan oluşmakta,
2. Paranın dini imanı olmaz, dolayısıyla Burjuvazi de dini ne olursa olsun, ulusal duygulardan yoksun asalak bir sınıf teşkil eder.
Sorduğun soruya dönecek olursam, İkinci Cihan Harbi esnasında yukarıda mezkûr uygulamalar yüzünden epey fakirleşen Yahudilerin nispeten az eğitimli olanları kaybedecek bir şeyleri kalmadığı için 1948 yılında kurulan İsrail‘e göç ettiler ve Türkiye’deki Yahudi nüfusu yarıya yani 45 bin civarına indi.
Kalanlar nispeten eğitimli orta sınıfa mensup oldukları için batılı yaşam tarzlarıyla daha göze batar oldular.
Yurt dışına ABD, Kanada, Avrupa, İsrail gibi ülkelere eğitime giden gençlerin büyük kısmı hayatlarını o ülkelerde kurunca ebeveynleri de peşlerinden gitti.
Günümüzde, kala kala İstanbul’da yaklaşık 12 bin, İzmir’de ise bin kadar Yahudi’nin yaşadığı tahmin ediliyor.
En doğru rakam tabii ki devletimizde mevcut. Keşke açıklansa da kaç kişi kaldığımızı öğrensek.
– Denis Bey bu noktada aileniz konusunda biraz ayrıntı almak istiyorum. Anneniz ve babanızdan bahsedebilir misiniz? Ayrıca üniversite tahsilinize kadar yaşadığınız İstanbul’da Türkiye Yahudi Toplumu’nun kültürel yapısı nasıldı ve hangi toplumsal sorunlar tartışılıyordu?
Çocukluğum dahil, üniversite öncesi döneme ilişkin ilk gözlemim 5-6 yaşlarındayken radyodan yankılanan ve sonradan Kıbrıs sorunundan kaynaklandığını öğrendiğim “Ya taksim ya ölüm” diye slogan atılan nümayişlerdi.
Kendi kendime “Taksim’den ne istiyorlar?” diye sorduğumu hatırlıyorum.
İlk bilinçli siyasi gözlemim ise 1960 ihtilali öncesinde İstanbul radyosunda her gün“Vatan Cephesi”ne katılan kişilerin isimlerinin okunduğunda gerçekleşti. Babama“Bu iş nedir” diye sorduğumda gülerek “sonra konuşuruz” dediğini hatırlıyorum.
Okunan isimlerin uydurma olduğunu anlamış, bir tuhaflık olduğunu sezinlemiş, ama 9 yaşındaki aklımla bağlamına oturtamamıştım.
Birkaç hafta sonra, 27 Mayıs 1960‘ta ihtilal olmuş ve Spor ve Sergi Sarayı’nın arkasından Dolmabahçe’ye inen yokuştan geçen tanklar dikkatimi çekmişti.
Akabinde radyoda neredeyse her akşam yayımlanan Yassıada saatinin açılışını ve hâkim Salim Başol‘un “Sanıklar bağlı olmayarak yerlerini aldılar, müdafiler haazır” cümlesi zihnime kazınmıştı. Daha sonra yapılan idamlar çocuk benliğimde kötü izler bırakmıştı.
Babam Harry Ojalvo, 27 Mayıs İhtilali öncesinden itibaren annem Lea (Niego) ise ihtilalin hemen akabinde CHP bünyesinde epey faallerdi. Annem 1964 senesinde kalabalık bir Türk Kadınlar Birliği heyetiyle İsrail’i ziyaret etmiş ve heyet üyeleri Dışişleri bakanı Golda Meir tarafından kabul edilmişlerdi.
Geniş aile çevrem haricinde Yahudi toplumuyla pek bir ilişkim olmadı.
1964 yılında Yunan pasaportu hamili İstanbul Rumları Kıbrıs olayları yüzünden sınır dışı edildiğinde izleri hâlâ taze olan 6-7 Eylül 1955 ve 1942 Varlık Vergisi konularının tekrar gündeme gelmesiyle bunlar hakkında üstünkörü bilgi sahibi olmuştum. Rum arkadaşlarımızın tedrici şekilde buharlaşmaları ağzımda buruk bir tat bırakmıştı.
İhtilal sonrası dönemde Türkiye-İsrail ilişkileri iyi seyrediyor, çeşitli dalların sporcuları gidip geliyordu.
Oradan gelen folklor ekipleri gösteriler yapıyor ve İstanbul halkı tarafından ilgiyle karşılanıyordu.
1967 Arap-İsrail savaşı uzun sayılabilecek ve basınla radyo üzerinden genişçe işlenen bir bekleme döneminden sonra patlak verdiğinde yakın çevremdeki kişilerin endişelerini izlemek üzüntü vericiydi.
Savaşın bitimiyle bu endişe yerini hayrete ve “Bu adamlar neymiş, bu işin altından nasıl da kalktılar!” duygusuna bırakmıştı.
1968 Avrupa’da ve Türkiye’de öğrenci olaylarının patlak verdiği yıldı.
Dolayısıyla yurt dışında üniversite tahsili imkânı ortaya çıkınca bunu kullanmaya karar verdim ve 1969’da İsrail’e gittim.
Bu döneme ilişkin hatıralarım böyle.
– Sayın Ojalvo, 1969 yılına kadar hafızanızda yer edinmiş Türkiye Yahudi Toplumu kişiliklerinden kimleri sayardınız? Bunların önemlerini belirtmeniz mümkün müdür?
Dediğim gibi 18 yaşıma kadar yani İsrail’e üniversite tahsiline gidene kadar Yahudi toplumuyla, onun sosyal kulüpleriyle bir alışverişim olmadı.
O dönemden aklımda kalan tek isim, isim babalığını aile dostumuz CHP İstanbul senatörü Emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım’ın yaptığı Yıldırım Spor Kulübü’nün kurucu başkanı Dr. Menahem Mitrani’dir.
Yıldırım Spor Kulübü, İstanbul’daki Yahudi gençliğinin spor tesisi ihtiyaçlarını gidermek için kuruldu. Daha önce bunların Kurtuluş ve Beyoğluspor gibi kulüplere gittiklerini tahmin ediyorum. Ama bu bir ilk değildi. Türkiye’de ilk Yahudi spor kulübünün kuruluş tarihi 1895’tir. İsmi de meşhur Maccabi’dir.
Sizlere Cemal Yıldırım Bey ile olan bir anımı anlatmak isterim. Aile dostumuz, babamın özel kalemliğini yaptığı İstanbul CHP senatörü Cemal Yıldırım Bey bir gün beni kenara çekip elime yeşil renkte 10 liralık bir banknot sıkıştırmıştı.
O güne kadar sahip olduğum en değerli banknot koyu pembe 2,5 liralık olanıydı. Cemal amcaya babamı gösterip o benim babam, siz ise para babamsınız demiştim ve bol bol gülüşmüştük.
– Sayın Ojalvo yaşınız ve sosyal çevreniz itibarıyla zamanın hahambaşısı Rav David Asseo hakkında ne gibi anılar zihninizde mevcut?
Hahambaşı Rav David Asseo’nun din eğitimini Rodos Rabinik Teoloji Seminerinde gördüğünü biliyorum. Bu Yahudi eğitim kurumunun Rodos’ta olması ilginç bir husus.
Tabiî İkinci Cihan harbinden önceki dönemden bahsediyoruz. Kendisi çok kültürlü ve Türkçe’ye ilaveten İbranice, Fransızca, İtalyanca, Yunanca ve İspanyolca bilen muhterem biriydi.
Babam Harry Ojalvo’nun 1961 Hahambaşı Seçimleri’ndeki dahlinden hatıratı üzerinden bahsetmek isterim. Babam dindar kesimle iletişime geçme isteğini arkadaşı çocuk doktoru Moiz Çiprut’a açmış. O zaman da Hahambaşı Rafael Saban ağır hasta ve vefatı an meselesi.
Babam ve Doktor Çiprut Kuledibine yakın oturan Rav David Asseo’yu ziyaret ediyorlar. Tam bu sırada Hahambaşı Saban vefat ediyor. Babama bu seçime karışmaması konusunda telkinler olsa da babam zamanın Milli Birlik Komitesi’ndeki bağlantıları sayesinde ya Asseo ya da hiç diyor.
Gazeteci İzak Kohen, Şalom gazetesi sahibi Avram Leyon, Nissim Behar’ın desteğiyle David Asseo yeni hahambaşı oluyor.
Fakat Rav Asseo’nun icraatının detayına maalesef vâkıf değilim.
– Sayın Ojalvo biliyorsunuz Türkiye’de son yıllarda çokça tartışılan bir konu var; Sabetay Sevi ve Dönmeler. Bu toplumsal gruba ait bireylerle bir iletişiminiz oldu mu ve aileniz tarafından bu konu nasıl ele alınırdı?
1666’dan beri ihtida etmiş olan Yahudi kökenli bu toplumsal gruba ait kişilerle ailece iletişimimiz oldu. Bunlar Türk toplumunun eğitimli, laik ve Batı yaşam tarzını benimsemiş kültürlü kesiminden kişilerdi. İlişkilerimiz daima karşılıklı saygı ve dostluk temelinde olmuştur.
Bu toplumun insanlarının mezarları özellikle Üsküdar’daki Bülbülderesi mezarlığındadır. Bu mezarlık bu konuda çok ilginç antropolojik bir kaynaktır.
Bunların bir kısmı Edirne, İstanbul, İzmir ve Ege şehirlerinde oturmaktaydı ancak önemli bir kısmı 1923-1927 Lozan mübadele sürecinde özellikle Selânik’ten Türkiye’ye gelen ailelerdendir. Dolayısıyla “Selânikli” olarak bilinirler.
“Dönme” sıfatı tarihî bir gerçeği yansıtmakla beraber oldukça küçültücü bir ifade olduğundan kullanılmasını ayrımcı bir tasarruf olarak değerlendiriyorum. Türkiye’deki çeşitli Rumeli veya Karadeniz kökenli etnisitelere mensup kişilere“Dönme” denmezken bunları “Dönme” diye yaftalamak çok yakışıksız.
Bunların çetelesinin devletimizde mevcut olması lazım. Şöyle ki, bunlar 1942 Varlık Vergisi döneminde “D” kategorisi ile aynı Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler gibi âfâkî ve yüksek vergi oranlarına tâbi tutuldular.
Umarım arşivlerimiz bir gün açılır ve geniş toplum, başlangıçta özgün bir grup teşkil etmiş olup şimdilerde toplumda neredeyse tamamen erimiş olan bu kişilerin ülkemizin askeriyesine, mülkiyesine, sanayiine, ticaretine, sanatına, tıbbına, akademisine, yargısına, diplomasisine, müziğine, sporuna, sinemacılığına v.s. olan katkılarını öğrenme fırsatı bulur.
– Babanız ve annenizin aile geçmişinden bahsetmenizi istiyorum.
Ebeveynimin aile geçmişi özel bir konu ama birkaç şey söyleyeyim:
Ojalvo ailesinin ismi babamın anlatısına göre 12’nci yüzyılda tarihteki yerini alıyor. İspanya’da 8. Alfons zamanında duyulan bir yerleşim yerinin ismi Ojalvo.
Ojo göz, ama aynı zamanda pınar, yani suyun yerden yüzeye çıktığı yer demek.
Türkçe’de de göz pınarı demiyormuyuz?
Alvo ise berrak, duru ve ak anlamına geliyor. Soyadımı Türkçeleştirseydim herhalde Akpınar veya Durupınar’dan birini seçerdim.
Dedem Vital Ojalvo hakkında bir anekdot aktarmak isterim. Vital Ojalvo 1939’da New York Dünya Fuarı’nda Türkiye için ayrılmış sergi alanını düzenledi ve işletti. Bunu seyahat acentalığından edindiği tecrübeyle yaptı.
Vital Ojalvo dışişleri eski bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın dostuydu ve sektörün ilk/ öncü şirketi NATTA (National Turkish Travel Agency, Milli Türk Seyahat Acentalığı)’nın ortaklarındandı.
Babamın dayısı Osmanlı Dışişlerinde diplomat olduğu için ondan bahsedeyim:
Marko Kohen 1878-1963 yılları arasında yaşadı. Cumhuriyet devrinde Selim Oner ismini de iktisap etti.
Rahmetli Babam Harry Ojalvo’nun (1920-2018) Galatasaray mezunu dayısı Emekli Konsolos Marko Kohen’e (1878-1963) ilişkin tarihi bir belgeyi burada sizlerle paylaşıyorum.
Aşağıda, Marko Kohen’e Trablusgarp harbi esnasındaki hizmetinden dolayı verilen Gümüş Liyakat madalyası‘na ilişkin Sultan V. Mehmet Reşat tuğralı Takdir Beratı’nın tercümesi var.
Berat’taki söz konusu “Ahsen Hidmet” (güzel hizmet) Marko Kohen’in Trablusgarp’ta savaşan Osmanlı kuvvetlerine mühimmat sevkiyatına ilişkindir. Sevkiyat Cezayir üzerinden yapılmış.
Takdir Beratı’nın Metni:
Marsilya şehbezirhanesi (şehbenderhane olacak – Konsolosluk) memurlarından Marko Kohen Efendi İtalya muharebe-i zailesi esnasında ibraz eylediği ahsen hidmetten naşi, seza-var-ı atıfet-i seniyye-i şahanem olduğuna binaen bil istizan şeref efra-yı sünük ve sudür olan irade-i seniyye-i mülukanem mucibince mumaileyhe gümüş liyakat madalyası inayet ve ihsan kılınmış olduğunu mütezammin işbu berat-ı ali-şani iştar olundu.
Mukarrer fi-l yevm-üs şal-aşere min sehri Cemaziyülevvel sene işna sülüsun ve semanemie. 13 Cemaziyülevvel 832 (1332)
Miladi 9 Nisan 1914
– Babanız Harry Ojalvo’yu bize tanıtır mısınız?
1920 İstanbul doğumlu babam Harry Ojalvo ilginç bir çocukluk geçirdi.
Atatürk ile olan bir anısını hatıratında zikretti. Bu alıntılanan metni okuyucularımız inceleyebilir:
Kendisi bir Burgazada aşığı ve aynı zamanda kendisinden 14 yaş büyük olan Sait Faik’in balıkçılık arkadaşıydı.
Onu zikrettiği şiirini ekte sunuyorum:
Cehennem Taşı
Heybeliada arkasındadır
Kerterizi kolay ve hatırlardadır
İsa kürek çıkar Büyükada iskelesi
Diğer yandan otel ve Burgaz iskelesi
Muvakkar siyada durur
Oltalar apiko olur
Zokalar dipten bir karış yukarı
Canlı kolyoz çeker yukarı
Dört sandal rekabettedir
Birinde Muvakkar beklemektedir
Diğerinden Sait yan bakar
Sütçü Pandeli balığı tutar
Altı kiloluk kırmızı
Baktırır hepimizi
Gün ve ömür bitmiştir
Muvakkar, Sait, Pandeli gitmiştir
Üçü de ebediyyen oltalarını sardı
Bana şimdilik hatıraları kaldı
Babam Harry Ojalvo 6-7 Eylül 1955 Olayları esnasında Burgaz’daydı. Ona Burgaz’dan kimlerin çapulcuların adaya inmelerine mâni olduğunu sordum.
Başta elde tabanca Orhan ve İlhan Özalp kardeşler, Avukat Melih Naziki ve görevdeki polis komiseri olduğunu söyledi. Kendisi de arkadaşları olan aynı kişilerle birlikte iskeledeydi.
Burgaz Adasın’a çok hizmetleri oldu. Bunların arasında İlk Yardım Merkezi’nin kurulması, Burgazada Camiinin inşası için komite teşkili, Su ve kanalizasyon sisteminin yapılması için çalışmalar yaptı.
Burgazada Deniz Kulübü idare heyetinde uzun seneler bulundu. Burgazada Lions Kulübünün kurucu üyelerindendi.
Babamın siyasetle tanışması hatıratından bir sayfa;
Sosyal ilişkileri
Cumhuriyet Halk Partisi camiasındaki faaliyetleri ve edindiği dostluklar köklüydü ve bu kişiler vefat edene kadar sürdüler.
Harry Ojalvo, dostlukları sayesinde Türk-İsrail ilişkilerinin gelişimine katkıda bulundu
Bu dostluğu sayesinde, 1967 savaşından beri kapalı olan Süveyş kanalından Akdeniz’e geçemeyen büyük Türk denizcisi Sadun Boro’nun KISMET yatını İsrail’in Kızıl Deniz’deki Eilat limanından bir TIR’a yükleterek İsrail’in Akdeniz’deki Aşdod Limanı’na bilâ-bedel taşıttı. Bu olay 9 Nisan 1968’de Hürriyet gazetesine manşet oldu.
1989’dan itibaren Türkiye’nin yurtdışındaki tanıtımını ve lobiciliğini yapan 500. Yıl Vakfı danışmanı ve akabinde koordinatörü olarak Kurucu Başkan Jak Kamhi ile uzun yıllar çalıştı. Vakıf adına Uluslararası konferanslara ve sergilere katıldı.
500. Yıl Vakfı Musevi müzesinin kuruluş aşamasında küratörlüğünü yaptı, 1998’de Prof. Erdal İnönü gibi mümtaz şahsiyetleri ve yabancı diplomatları ağırladı.
– Babanızın iş ve sosyal çevresine baktığınızda Ankara ile ilişkileri nasıldı?
Sn. İsmet İnönü‘nün CHP başkanı olduğu dönemde ilişkileri yukarıdaki fotoğraflarda da görülebileceği gibi daha çok İstanbul odaklıydı.
Dışişleri Bakanlığımız ile olan ilişkileri ise 1990’dan itibaren 500. Yıl Vakfı’nın Lobicilik faaliyetleri çerçevesinde, yurtdışı tanıtım faaliyetleri, konferanslar ve sergiler vesilesiyle olmuştur.
– 500. Yıl Vakfı’nın kurulması hangi ihtiyaçlar ertesinde gerçekleşti? 500.Yıl Vakfı’nın kurulmasında sizce temel dinamik “devlet aklı” mıydı?
Sorduğun sorunun ikinci bölümünden başlayayım: Evet, Devlet aklıydı!
Bu konuyu 2005 yılında Galatasaray Üniversitesi’nde Fransızca dilinde verdiğim Türk Yahudi Lobiciliği (Le Lobbysme juif en Turquie) başlıklı Yüksek Lisans tezimde ayrıntılarıyla işledim. (YÖK Tez No.: 161880)
Tezin giriş kısmından alıntı:
…(Türkiye) Kıbrıs’ta kendisine yakıştırılan ‘Yabancı İşgalci’ statüsünün ve ‘Ermeni Soykırımı’ iddialarını reddetmesinin verdiği olumsuz görüntüyle ciddi bir imaj ve halkla ilişkiler sorunuyla baş etmek zorunda kalıyordu.
Türkiye’nin ABD silahlarına olan bağımlılığının bilincinde olan Yunan ve Ermeni lobileri böylece Türk dış politikasını rehin alıyor ve Amerikan Kongresine yaptıkları başarılı baskılarla Türkiye’ye silah ambargosu konulmasına ve milli güvenliğinin tehlikeye girmesine sebep oluyorlardı.
Türkiye, böylece, lobiciliğin Amerikan demokrasisinin özelliklerinden biri olduğunun ve bu ülkenin dış politikasını etkilediğinin bilincine varacaktı. Türkiye, bu yeni olguyla başa çıkabilmek için profesyonel lobi şirketlerine hatırı sayılır ödemelerde bulunacaktı.
Bu gayretler faydalı olmakla beraber, etnik lobilerin Kongre nezdindeki gücü karşısında yetersiz kalıyordu. Dolayısıyla, bu olgu ile mücadele edebilmek için Türkiye’nin tezlerini destekleyebilecek, hiç olmazsa hasım lobilerin verdiği zararı telafi edebilecek diğer bir lobi ile işbirliği yapmanın gereği ortaya çıkıyordu.
Bu lobi Amerikan Yahudi lobisi olabilirdi. Ancak, bu lobiye ulaşmak ve onu işbirliğine ikna etmek gerekiyordu. Türk Yahudi toplumu bu iş için bir vektör, bir ara yüz gibi devreye girecekti…
Siyasi düzlemde projenin yaratıcısı önce Başbakan, sonradan Cumhurbaşkanı sıfatıyla Turgut Özal, projeyi yürüten Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz, proje boyunca başbakanlık görevlerinde bulunan Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel; proje süresinde Dışişleri bakanlığı yapmış olan Prof Dr Ali Bozer, A. Kurtcebe Alptemoçin, Safa Giray ve Hikmet Çetin, bu projenin başarılı uygulayıcıları oldular.
Tezin Giriş, Özet ve Sonuç kısımlarını okumak isteyenler üç bölüm halindeki bu linklere girip meraklarını giderebilirler:
https://www.salom.com.tr/arsiv/haber-67332-turk_yahudi_lobiciligi_1.html
https://www.salom.com.tr/arsiv/haber-67391-turk_yahudi_lobiciligi_2.html
https://www.salom.com.tr/arsiv/haber-67448-turk_yahudi_lobiciligi_3.html
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish
İlk yorum yapan siz olun