İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Muhammed Salar – Bediüzzaman, Ermeniler ve Paşalar (Son)

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Bugün de benzerini yaşadığımız gibi; o zaman muhalefette iken doğru istemlere odaklanan İttihatçılar, iktidarı ele geçirdiklerinde zulümleriyle A.Hamid’i aratır oldular.

Yazı dizimizin bu son bölümünde Bediüzzaman üzerine yapılan özellikle biyografik çalışmalarda tashihe muhtaç daha bir çok meselenin bulunduğunu belirtip kamuoyunun merak ettiği bir-iki konuya daha temas etmekle yetineyim. Anlaşılan; tüm hayat karelerini irdelemek için bir değil birkaç yazı dizisi de yeterli gelmeyecektir.

Nursi’nin Bitlis’te vali Ömer Paşa’nın evinde, Wan’da vali Tahir Paşa konağında ve İstanbul’da ferik Ahmet Paşa’nın evinde kalması şüpheyle karşılanmış ve O’nun kimi İttihatçı Paşalarla girdiği önemli diyaloglar da sorgulanmıştır.

Yazar Aydınkaya; birinci konuyu doğrudan Osmanlı’nın devşirme siyaseti üzerinden okuma taraftarıdır. Halbuki; bir insanın ve dolayısıyla bir bürokratın toplumda birden fazla kimliği bulunabilir. Bir devlet memurunun resmi görevinin dışında ailede, camide, taziyede, medresede, alışverişte ve benzeri diğer yaşam alanlarında geliştireceği her diyaloğundan politik maksatlar güttüğünü çıkartmak zorlama, determinist bir yaklaşımdır.

O dönemin vali evleri de bürokratik bir sitenin merkezi hüviyetini taşıyan yapılar olmaktan bir hayli uzaktırlar. Onun için, Bitlis’te misafir kaldığı eve, resmi bir hükümet konağı anlamı yüklemeye meyyal yazarların ve ortodoks Nurcuların hilafına Nursi, valinin ailesiyle birlikte kaldığı evin sivil kimliğini, Paşa’nın da insanî karakterini öne çıkararak “Ömer Paşa hanesi” demekte ısrar etmiştir;

“Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı aded kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum…” (Emirdağ-1)

Yunanistan-Mora-Yenişehir doğumlu Ömer Paşa;

1894 Sason Olayları sırasında henüz Bitlis’e atanmamıştı. (Kürdlere oranla çok daha yüksek rakamlarda Ermeni kayıplarının gerçekleştiği) Sason Olaylarında hatalı görüldüğü için, Sason Tahkik komisyonu tarafından azledilen Bitlis Valisi Tahsin Paşa’nın yerine önce vekâleten atanıyor (28.01.1895). Bir yıl sonra (Nursi’nin de geldiği) 1896 senesinde Bitlis’e asaleten atanıyor ve 25.05.1898 yılında yine Bitlis’te vefat ediyor… Bu kısa tarihçeden anlaşılan; Nursi’yi evinde iki yıl boyunca misafir eden valinin, bölgedeki Ermeni Katliamı”nda kışkırtıcı değil daha çok yatıştırıcı bir rol oynadığıdır. Dahası; ilme ziyade hürmeti olan valinin 1896-1897 yıllarında Bitlis’te evinde misafir ettiği Nursi’nin gözleri önünde cereyan eden herhangi bir Ermeni pogromu olmamıştı..!

Aydınkaya ve Cilasun; Ermeni Katliamı’nda sicili bozuk olduğu için sonradan Malta’ya sürgün edilecek olan Van valisi Cevdet’in, Nursi’nin talebesi ve dostu olduğunu ısrarla iddia ederler. Dahası; Wan’ın düşüşünden sonra Nursi, Bitlis’e kadar yol boyunca vali Cevdet’e eşlik edip katliamcı eylemlerine ses çıkarmamakla itham edilir. (Bediüzzaman’ın Hançeri s. 270, 273. avesta. Bediüzzaman Efsanesi s. 123, 314, 222. Tekin y.) Hâlbuki;

Nursi’nin ilk olarak 1898 yılında yirmi-yirmi bir yaşlarında iken Van’a geldiğini biliyoruz. Babası gibi kendisi de İşkodra doğumlu olan Cevdet’in yirmi yaşından sonra ama memurluk hayatından önce kendi yaşıtı olan Nursi’ye Wan Horhor Medresesinde talebe olabilmesinin çok zor bir ihtimal olduğunu bilmek gerekiyor. Çünkü; 1914 yılının sonlarında Van’a atanmadan önce Makedonya, Başkale, Hakkâri gibi yerlerde de bürokratik görevler üstlenen Cevdet’in, Tahir Paşa gibi Osmanlı’nın önemli bir valisinin 1898 doğumlu bir çocuğu olarak okula başlama yaşını ve resmî tahsil süresini de dikkate almamız gerekiyor.

Her iki yazarın yanında, Weld ve Badıllı da rivayetleri şaibeli Şahiner kaynaklı tek anlatıdan yola çıkarak vali Cevdet’in Bediüzzaman’ın ahbabı olduğunu tartışmasız kabul etmişler. Hâlbuki; söz konusu anlatıyı sahih kabul etsek bile yine bu iddia havada kalır. Çünkü; rivayette geçen Nursi’nin; “Van valisi ahbabımdır.” Sözüyle kastettiği Cevdet Paşa değil, Hasan Tahsin (Uzer)’dir. Rivayete konu olan tarihte Wan valisi olan Hasan Tahsin Bey, 1914’ün sonlarında Erzurum’a atandıktan sonradır ki yerine Cevdet Bey atanmıştır. Araştırmacılara göre Erzurum’da Ermeni Katliamı’nda engelleyici tavırlarıyla bilinen Tahsin Bey, Wan’da iken de her kesimden sevilen bir profile sahiptir…

Şimdi; kötü lakabı Başkale Nalbantçısı olarak çıkan vali Cevdet Belbez’in, babası Tahir Paşa’nın Van’dan ayrılış tarihi olan 1906’dan önce Nursi’ye talebelik yaptığını nakleden herhangi bir belge veya tanık da yokken diğer bir deyişle; elimizde hiç bir sağlam veri yokken ittihatçı Cevdet’i, 1900’lerin başında Nursi’ye zorla talebe, ahbap veya dost yapmanın sonra da 1915 Ermeni Katliamı’ndaki kötü rolü üzerinden Nursi’ye yüklenmenin hiçbir bilimsel değeri olmadığı gibi hiçbir etik yanı da yoktur. Nursi’nin biyografisini ele alan yazarlardan sadece C. Canlı ve K. Beysülen’in bu kurguya iltifat etmediklerini vurgulamalıyım.

Nursi’nin 1917 yılında Wan’dan Bitlis’e olan yolculuğunu vali Cevdet Paşa ile beraber gerçekleştirmediğini de daha önce yazmıştım. (Bkn; Bediüzzaman ve Ermeniler-2)

Her ne kadar dikkatlere sunulmasa da Nursi, üç yıl kadar kaldığı İstanbul hayatının sadece iki ayını korgeneral Ahmet Paşa’nın evinde geçirmiştir. Geriye kalan uzun zaman dilimini ise Şekerci Hanı ve;

“Şişli’de bir Ermeni’nin evi” gibi farklı ve tamamen sivil mekânlarda geçirmiştir. (Divan-Harb-i Örfi)

Yine yazarlarımız; Bitlis valisi Memduh Bey aracılığıyla Talat Paşa’nın Kızılay üzerinden Tiflis’te esarette bulunan Nursi için bir miktar para göndermek istemesinden yola çıkarak Nursi’nin Talat’la tanış olduğuna ve dolayısıyla da İttihatçılar ile sıkı-fıkılığına yorarlar. (age. s. 268, 270) Halbuki; o telgraftan böyle bir sonuç çıkmadığı gibi Memduh Beyin, Muş’ta bulunan topların kurtarılıp Bitlis’e taşınması gibi Nursi’nin savaştaki gönüllü hizmetlerine atıf yaparak Nursi’yi tanıtmaya çalışması Talat Paşa’yla tanış olduklarına değil, olmadıklarına yorulmalı. Abdülhamid devrinin gözde valileri olan Tahir Paşa ve Ömer Paşa’dan merhum diyerek bahseden Nursi’nin hiç bir eserinde veya beyanatında Talat, Cemal ve Cevdet gibi İttihadçı Paşa’lara değinmemesi ise, İTC’nin kurmaylarıyla özellikle savaş yıllarında bir hayli mesafeli olduğunu hatıra getirir.

Niyazi ve Enver Paşa Meselesi

Aydınkaya ve Cilasun gibi araştırmacıların bu sorunlu yaklaşımlarını, Bediüzzaman’ın kimi şahsiyetlerle kurduğu diyaloglarını kurcalarken tercih ettikleri şüpheci okumalarında da görmek mümkün. Elde arşiv belgeleri gibi bilimsel veriler yokken pekâlâ vicdanî, insani bir okuma yapmak mümkünken, İTC’nin elitleri arasında yer alan Enver Paşa ve Niyazi Bey gibi kişilerle Nursi’nin belli bir mesafeden yürüttüğü ilişkilerini; İTC’nin bir tür yarı-resmi gönüllü bir görevlisi ya da cemiyetin legal çalışan gizli bir görevlisi olduğu izlenimini uyandıracak bir üsluptan kamuoyunun zihnine servis etmeleri düşündürücüdür.

Meşrutiyet devrinde İTC ile girdiği şeffaf, seviyeli, mesafeli, ilkeli diyaloglarından daha o zaman evhama düşüp;

“Sen Selanik’te İttihad ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?” Diye soranlara;

“İrşâd: Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lâkin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar.” (İctimai Reçeteler II)

Diyerek savaştan önce İTC’nin belli şahsiyetleriyle takip ettiği dindarane, hamiyetli mesleğine bağlı kaldığını savunmuştur. Savaştan sonra, İstanbul kamuoyunun İTC ve HİF arasında ikiye bölündüğü bir toplumsal zeminde kendisinden sorulan bir soruya verdiği son bir cevabından ise vaktiyle İTC’ye cılız değil belki radikal düzeyde muhalefet ettiğini anlıyoruz.

“İttihad’a şedid bir muarız idin.

Neden şimdi sükût ediyorsun?

Dedim: Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan.” (Sünuhat)

Aydınkaya; eli silahlı bir isyancı olarak nitelendirdiği Resne’li Niyazi Bey’den, Nursi’nin; “Ey zamanın Rüstem-i Zal’i!” Diye onure edici bir hitapta bulunmasını garipserken, Enver Paşa’yı ise “Hürriyet kahramanı!” Olarak kabul ettiğini iddia eder. (age. s. 176) Cilasun’a göre ise Enver Paşa zaten Nursi’nin dostudur.

Evet; İkinci Meşrutiyetin ilânı için apoletlerini söküp 200 fedaisi ile dağa çıkarak Abdülhamid’i, İkinci Meşrutiyetin ilanına mecbur bırakan Niyazi Bey’in yaptığı bu fedakârane kahramanlığından dolayı Nursi’nin kendisine; “Ey zamanın Rüstem-i Zal’i!” diyerek hitapta bulunduğu ve O’nu bu hizmetinden dolayı övdüğü doğrudur. (bkn; Nutuk) Fakat; hemen ardından Niyazi Bey’i takip ederek dağa çıkan Enver Paşa’ya buna benzer sitayişkâr bir hitabı yoktur. En azından Nur Külliyatında geçmez. Hatta abartılarak anlatılan, Nursi’nin esaret dönüşü İşaratü’l İ’caz adlı tefsir kitabının basımında Enver Paşa’nın katkısı; ısrarla hayrına ortak olmak niyetini öne sürmesinin sonucu olarak yalnızca kağıt masrafını karşılamasından ibarettir. Savaşta bir çok hatası olan maceraperest bir kumandanın, hürmet beslediği eskiden tanış bir alimin yine savaş yadigârı bir eserinin basımına yardımcı olmak istemesinin gayet normal insani bir tutum olduğunu vurgulamaya bilmem gerek var mıdır?

Özetle; Nursi’nin tüm şöhretine rağmen gerek resmi gerekse sivil siyasal aktörler sanılanın aksine çoğu konuda O’nu dinlememişlerdir. Bu da Onun; orduya, devlete ve devlet ricaline yaklaşımının geleneksel ulema-umera diyalektiğine muhalif olduğunu gösterir. Belli bir seviyeden mesafeli ve muhalif duruşu olmasaydı; İttihad Terakki devrinde patlak veren bir Bitlis Hadisesi’nde isyanın aktörleri gelip Bediüzzaman’a danışmazlardı. Danıştıkları halde neticesiz isyana kalkışmazlardı. Sultan Abdülhamid devri maceralarını, Mustafa Kemal’le diyaloglarını ve Şêx Said’le hâdise öncesi görüşmelerini sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

Sonuç olarak diyebilirim ki; hürriyetine son derece düşkün Said-i Kürdî en-Nursi’nin kendisine özgü bir ajandası olup O, özne olarak at koşturamadığı bir siyasetin özellikle parti, örgüt ve devletlerin sosyo-siyasal mühendisliklerine alet ve araç olmamıştır. Onun için, Nursi’nin Kürdleri teskin etmek için Kürd aşiretleri arasına gidip ders verdiğini, Arap milliyetçiliğini susturmak için Şam’a gidip hutbe okuduğunu, Arnavut ve Makedon milliyetçiliğini pasifize etmek için Kosova’ya gittiğini iddia ederek O’nu, İttihatçı projelerin taşıyıcısı konumunda tartışmak yanıltıcıdır. Evet O; ayrılıkçı olmayıp Kürdlere de Araplara da önce kendi aralarında birlik olmalarını tavsiye etmiştir. Bir sonraki aşama olan diğer kavimlerle birlikte ortak yaşamı da savunmuştur. Fakat; siyasal birlik, siyasal statü, meşrutiyet gibi kritik kavramlara, müellifin kendi eserlerinde yüklediği manalar üzerinden bakmak önceliğimiz olmalıdır. Kendi zihin evrenimizde inşa ettiğimiz kendi anlam kalıplarımızla onları tartmak, zamanın yüklediği aktüel klişeler üzerinden onlara yaklaşıp tespitlerde bulunmak veya Nursi’yi illa da devrin bir projesinde konumlandırmak arzusu yanıltıcıdır.

Bugün de benzerini yaşadığımız gibi; o zaman muhalefette iken doğru istemlere odaklanan İttihatçılar, iktidarı ele geçirdiklerinde zulümleriyle A.Hamid’i aratır oldular. Bu sonuçtan yola çıkarak Nursi’nin onlarla muhalefetteyken mesela Selanik’te girdiği diyalogları veya okuduğu hürriyet nutkunu sorumlu tutmak absürd bir yaklaşım olur.

Nursi hakkında çalışmaları olan Cilasun, Aydınkaya’nın iddiaları hilafına O’nun ne Kürdistan seyahati ne Şam Hutbesi ne de Kosova gezisine katılmış olması bir İttihatçı projeye alet olmak değildir. (Ayşe Hür de Öteki Tarih’te Şam Hutbesi’nin büyük ihtimalle bir İttihad Terakki projesi olduğunu savunur.)

İttihatçı siyasal pragmatizmin farkında olarak Nursi’nin sıklıkla dile getirdiği ittihad, ittihad-ı millî kelâmı; Kürdleri, Arapları veya Arnavutları sonsuza dek Türk egemenliğine teslim etmek veya Osmanlıcılık siyasetine lehimlemek anlamına gelmez. Bilakis O’nun literatüründe; “İttihad, ref”i imtiyazdan başka olmaz.” (Divan-Harb-i Örfi)

Yani; yerli-millî veya dini ne derseniz deyin toplumların varlık ve dirlik sebebi olan birlik; herhangi bir kişiye, zümreye, dil, mezhep, parti, ırk veya dine hiç bir imtiyaz ve ayrıcalığın tanınmamasıyla mümkündür. Bu da coğrafyamızın en önemli sorunları olan millî-mezhebi-dini ırkçılığı ve her türlü patronaj ve klientelizm ilişkilerini özetle; favoritizmi-nepotizmi dışlar. Hukukta mutlak eşitliği, sosyo-siyasal arenada adîl bir temsiliyeti, liyakatı ve ekonomik hayatta fırsat eşitliğini gerektirir.

Dedik ki; Bitlis Hadisesi aktörleri, İttihatçılar ve Kemalist kadro O’nu dinlemediler, doğrudur. Peki; Menderes, Bayar veya müntesibi olduklarını iddia eden koca Nurcu camia, O’nu dinledi mi? İmanı katmıyorum ama sosyo-siyasal mesajlarında dinlemedikleri kesin!


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.