İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Utanç

L. DOĞAN TILIÇ

Ocak meşum bir ay Türkiye için. Hiçbiri aydınlatılmamış şu üç cinayet bile yeter meşum tanımlaması için: Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), Gaffar Okkan (24 0cak 2001), Hrant Dink (19 Ocak 2007).

Mumcu ve Dink iki gazeteci. Birisi, bu mesleğe özenmemi sağlayan kişi; diğeri, aynı gazetede çalışma onurunu paylaştığım meslektaşım. G. Okkan devletin vatandaşa yaklaşımının neleri değiştirdiğini kanıtlamış ve ölümünden kısa süre önce Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nin verdiği “yılın bürokratı” ödülünü kendisine takdim ettiğim polis.

70’ler, 80’ler, 90’lar… Türkiye’ye “aydınlatılmamış cinayetler ülkesi” dedirten yıllar. Kimilerini on binler, yüz binlerle protesto ettiğimiz cinayetler… Benim yaşlarımda biriyseniz ve siyasal yelpazenin en genel anlamında demokratlar tarafında duruyorsanız, olasılıkla tanık olduğunuz en kitlesel, insanların sel olup aktığı, iki cenaze törenidir Ankara’da Mumcu’nun, İstanbul’da Hrant’ınkiler.

Peki, ne hissettik o iyi insanların cansız bedenleri ardında yürürken? İç içe, sarmaş dolaş birçok duygu belki. Ya utanç?

Kendini “bir güvercinin ruh tedirginliği içinde” gören, “bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” inancına sarılmış Hrant’ı yaşatamamış olmanın utancı?

Ya da ardından yüz binlerle yürüdüğümüz Mumcu’nun cesaretinden, gerçeğe bağlılığından geriye çok az şey kalmış bir gazetecilik halinin utancı?

Gerçeğe değil de bir güce bağlı olduklarından güç merkezi değiştikçe dönüp fırıldak olan, en sorulması gereken soruları soramayan, aklını bir yerlere kiralamış ve kendisi olmaktan vaz geçmiş “gazeteciler”in utanmazlığından utanmak?

Necmi Erdoğan’ın BirGün Pazar’da yayımlanan son derece düşündürücü “Günümüz Faşizmi Üzerine Notlar”ının sonunda utanca dair satırlar da vardı. Gazete için biraz kısaltıldığından bazılarını okuyamadınız satırlar: Prusya yönetiminin biraz da bugünlere benzeyen ucubeliği karşısında utançtan yüzlerini kapattıklarını söyleyen Marx’a, utançtan bir devrim çıkmaz diye itiraz edilince, “kendi içine dönük bir çeşit öfke” olarak “utancın bir çeşit devrim” olduğunu savunur Marx. “Alman halkını kastederek, ‘bütün bir ulus gerçekten utanç duygusu içinde olsaydı, ileri atılmaya hazır bir aslan gibi olurdu’ diye de” ekler.

Türk ve Yunan gazeteciliğini anlattığım kitabıma “Utanıyorum Ama Gazeteciyim” adını koyarken, ben de utancın bir başlangıç olduğunu düşünüyordum. Asıl son, utanç da yok olduğunda geliyor!

Necmi’nin yazısı son derece ağır bir soruyla bitiyordu: “Yaşanan bunca şeye rağmen sadece yazabiliyor olmak: Utanmak için daha iyi bir neden var mı?”

Evet, yazabiliyor olmaktan fazlasını yapabilmek gerek! Nitekim Uğur Mumcu, en azından benim mesleğim alanında yapılaması gerekenleri, daha Temmuz ‘78’deki bir yazısında belirtmiş ve bir görev olarak önümüze bırakmış: “Basın özgürlüğünü kısıtlayan sınırların hukuk devletleri içindeki yeri ile polis devletlerindeki yerleri ayrıdır. Hukuk devleti sınırları içerisinde polis devleti yöntemlerine başvurulursa, bütün demokratik kuruluşların ve yayın organlarının bu tür uygulamalara karşı çıkmaları gerekir.”

Andrei Aliaksandrau, Avrupa Gazeteciler Birliği’nin (AEJ) 2010 yılında Ordu’da yaptığımız kongresinde aramıza katılan ve Belarus şubesini kuran meslektaşımız, ülkesindeki protestoları haberleştirdiği ve sansüre karşı çıktığı için gözaltında ve ağır hapis cezasına çarptırılma tehdidiyle yüz yüze.

Bizdeki durum malumumuz ve buna karşı dünyadan da de sesler yükseliyor. Tam 42 yıl önce “karşı çıkmaları gerekiyor” diye Mumcu’nun önümüze koyduğu görevin başarılması da uluslararası bir dayanışma gerektiriyor.

Ve yazabilmekten fazlası!


BirGün Gazetesi

Yorumlar kapatıldı.