İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Karların üzerinde yatıyordu üzeri örtülmüş

90’lar Türkiye’nin ne kadar karanlık yıllarıysa medyasının da o kadar kara dönemiydi. Faili meçhul cinayetler birbirini izlerken medya da bu faili meçhul cinayetlerin üzerine gitmek yerine sadece izliyordu. Eleştirel gazetecilik olanakları daralıyor; giderek iktidarları kamu adına denetleyen “dördüncü güç” olmaktan uzaklaşıyordu.

FARUK BİLDİRİCİ

Üzerleri gazete kağıdıyla ya da alelacele bulunmuş bezlerle örtülmüş aydınların yerde yatan ölü bedenlerinin fotoğraflarını görerek ömür geçiren bir kuşaktanım ben.

Gözlerimi kapatıp o insanları, yitirdiğimiz aydınları düşündüğümde o fotoğraflar gelir gözlerimin önüne. Sonra da onların ardından yürüyen binlerce, onbinlerce insanın haykırışlarına gizledikleri toplu ağıtları hatırlarım.

1970’ler Türkiyesinde ölüm kol geziyordu; cinayet haberi alınmayan gün yoktu neredeyse. Gazeteler, öldürülmüş aydınların, yazarların, sanatçıların yerde yatarken çekilmiş fotoğraflarını yayımlıyordu birbiri ardına. Doğan Öz (24 Mart 1978), Bedrettin Cömert (11 Temmuz 1978), Bedri Karafakioğlu (20 Ekim 1978), Necdet Bulut (8 Aralık 1978), Abdi İpekçi (1 Şubat 1979), Ümit Doğanay (20 Kasım 1979), Cavit Orhan Tütengil (7 Aralık 1979), Ümit Kaftancıoğlu (11 Nisan 1980) ve daha niceleri…

Nedense yerde yatan aydınlar içerisinde en çok Prof.Dr. Cavit Orhan Tütengil’in fotoğrafı belleğimde silinmez yer edinmiş. Üniversiteye gitmek üzere otobüs beklerken öldürülmüştü. Beyaz önlüğünü üzerine örtmüşlerdi, başı ve bir kolu açıktaydı. Gözlükleri gözünden düşmemişti. Çantası da hemen yanında duruyordu. Sanki ayağı takılmış da düşmüş, biraz sonra kalkıp derse öğrencilerine gidecek gibiydi.

Eşi Şükran hanım “Dünyanın en iyi insanından ne istediler” diye ağlıyor; yerde yatan Cavit Orhan Tütengil’in çevresini sarmış fotoğrafını çeken gazetecilere, “Kocamın değil katillerin fotoğrafını çekin” diye bağırıyordu.

Prof. Dr. Tütengil, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi yazarıydı. 16 gün önce öldürülen Prof. Dr. Ümit Doğanay’ın cenazesine katılmış, eşine “Onu öldürenler bizi de öldürebilir’ demişti. Ama yine de yazmaya devam etmiş, korkmamak gerektiğini yinelemişti:

“İnsanları ve toplumları mutlu kılmanın ölçütleri çağlarla birlikte değişiyor. Günümüz toplumlarında mutluluğun ölçüsü insanı her türlü korkudan azade kılmak olmuştur. Bu sonuç, mihneti göze alan aydınların sayısı arttıkça bir özlem olmaktan çıkıp gerçekleşir. Yeter ki aydınlar, ‘Korku Duvarı’nı geride bırakmış olsunlar.”

Tütengil, o yazısında söylediğini yaşama geçirebilen bir aydındı. “Korku Duvarı”nı geride bırakan, katillerin her an gelebileceğini bilmesine rağmen otobüs durağında beklemekten çekinmeyen bir bilim insanı…

Ardından üniversitede eğitime ara verildi, cenaze törenine binlerce insan katıldı. Katilleri bulamayan polis ve asker, cenazede slogan atanlara müdahale etti, dipçikledi, sonra da “uyarı ateşi” açtı. Bir insan daha öldü, 15’i de yaralandı.

Prof. Dr. Tütengil’in acısının üzerine yeni acılar eklenmişti. Cumhuriyet’in 10 Aralık 1979’daki ilk sayfasındaki yazının başlığı ile söylemek gerekirse “Acı bir cenaze töreni” olmuştu Tütengil’in uğurlanışı.

Aydınların cenaze törenleri hep böyledir, görkemli ama bir o kadar da acı dolu. Binlerce insan o acıdan payına düşeni alır, hüznünü yollara döker; öyle devam eder hayata. Gün döner, zaman geçer ve giderek katıldıkları o kalabalık cenaze törenleri, yerde yatan ölü bedenlerinin fotoğraflarıyla bütünleşir belleklerinde.

MUAMMER AKSOY’UN ÜZERİNDEKİ GAZETELER

Aydınların ölü bedenlerinin gazete kağıtlarıyla yarım yamalak örtülmüş fotoğrafları, 1990’larda yine gazete sayfalarında görünmeye başladı.

Yeni faili meçhul cinayetler döneminin belleğimdeki ilk fotoğrafı, Türk Hukuk Kurumu ve Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı, eski CHP Milletvekili Prof.Dr. Muammer Aksoy’un ölü bedenini gösteriyordu. (31 Ocak 1990) Aynı cadde üzerindeki bürosundan evine dönerken, apartmanın girişinde öldürülmüştü. Üzerine örtülen gazete kağıtları ve yerler kan içindeydi. Sadece ayakları görünüyordu. Paltosu bir yana savurulmuştu.

Prof. Dr. Aksoy’un cenaze törenine binlerce insan katıldı. Ankara adliyesi önünde ve TBMM’de konuşmalar yapıldı; Maltepe Camiinde cenaze namazı kılındı ve kortej Cebeci Asri Mezarlığı’na doğru ilerlerken kalabalık sessiz kalmadı, sloganlar atıldı.

O gün cenaze törenini takip eden gazeteciler arasındaydım. Cenazeyi taşıyan aracı yürüyerek izliyorduk. Araç, Sıhhiye köprüsünü geçtikten sonra polis kalabalığın önünü kesti. Gazetecilerin de geçişine izin vermedi. Barikatı aşmaya çalışanları da coplayarak dağıttı.

Bir ara baktım ki, köprünün üstü iyiden iyiye boşalmış; bir polisler kalmış bir de biz gazeteciler. Daha ne oluyor demeye kalmadan polisler coplarını kaldırıp üzerimize geldi. Önüne gelen arkadaşımızın kafasına, koluna, vücuduna, artık neresi gelirse indiriyorlardı coplarını.

Hiç unutmuyorum Hakkı Erdem, Cumhuriyet gazetesinin parlamento muhabiri arkadaşım. Gelen polislere avucunda tuttuğu basın kartını göstermeye kalktı. “Biz gazeteciyiz” diye bağırıyordu bir yandan da. Onu kolundan tutup çekerken bağırarak uyardım; “Zaten gazeteci olduğumuz için vuruyorlar, farkında değil misin?”

Gazeteci olduğumuzu bilmemeleri mümkün değildi. Zaten orada sadece gazeteciler ve polisler kalmıştı. Neyin hıncını alıyorlardı bilmiyorum ama nefret doluydular copları savururken.

Nitekim bazı gazeteci arkadaşlar hastanelik oldu, yaralandı. O zaman Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar’dı. Gazete bürolarını dolaşıp özür diledi, gönül almaya çalıştı sonradan. Ama cenaze töreninde gazetecilere karşı gösterdikleri cevvaliyeti, Prof. Dr. Aksoy’un katillerini bulmakta göstermediler. Bir tetikçi yıllar sonra bulunup mahkûm edilse de cinayetin ardındaki derin ilişkiler ve örgütler gün yüzüne çıkarılmadı.

O gün Muammer Aksoy’un uğurlanışı da “Acı bir cenaze töreni” olarak kaldı belleklerimizde.

UĞUR MUMCU FOTOĞRAFINI TAŞIMIŞTI

Cenaze töreninde Muammer Aksoy’un çerçevelenmiş fotoğrafını Uğur Mumcu taşıyordu. Tıpkı Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil gibi, o da “Korku Duvarı”nı geride bırakanlardandı. Katillerin hedefinde olduğunun farkındaydı. Zaten sürekli tehditler alıyordu ama bunlar yıldırmak bir yana kararlılığını artırıyordu daha da…

Prof.Dr.Aksoy’un ölümüne çok üzülmüştü. 1 Şubat 1990’da Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında Aksoy’u, “aksaçlı inanç ve onur heykeli” diye tanımladı. “Baba gibi severdim, o da beni oğlu gibi” diyerek Aksoy’un ölümünden duyduğu üzüntüsünü dile getirdi:

“.. İsteseydi yabancı şirketlerin ve holdinglerin gözdesi olurdu. Bütün bunları elinin tersiyle itti, çileli yola, devrimciliğe, Atatürkçülüğe baş koydu. Ve bu uğurda da baş verdi.

En son çabası laikliğin savunulmasıydı. Bu amaçla Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmuş, dernek adına yapılacak açıklamaları kaleme almıştı. Prof. Aksoy bir inanç ordusunun adıydı. Öylesine yiğit ve öylesine inançlıydı. Aksoy’u öldüren kurşun, Atatürk’e, Atatürkçülüğe sıkılmıştır.

Alçakça kurşunlanan Aksoy, gittikçe sayıları azalan son Atatürkçülerden biriydi. Bütün Atatürkçüler, bütün devrimciler, laikliğe yürekten inananlar, hepimizin ve hepimizin başı sağolsun. Ah hocam, ah, ah, ah.”

Aksoy için yaptığı “inanç ordusu” tanımı aslında kendisi için de geçerliydi. Uğur Mumcu, Aksoy’u yitirdikten sonra inandığı yoldan yürümeyi sürdürdü.

Aksoy’un öldürüldüğü 1990, aydınların, gazetecilerin peşpeşe faili meçhul cinayetlere kurban edildiği bir yıldı. Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç (7 Mart 1990), İslami konulardaki eleştirileriyle tanınan yazar Turan Dursun (4 Eylül 1990), İlahiyat Fakültesi’nin ilk kadın akademisyeni ve yılmaz bir laiklik savunucusu olan Bahriye Üçok (6 Ekim 1990) da aynı yıl öldürüldü.

Bu dönemde Güneydoğu’da da faili meçhuller birbirini izliyordu. 5 Temmuz 1991’de HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın öldürüldü. Onun da Diyarbakır’daki cenaze töreninde polis müdahale etti, onlarca insan yaralandı. Polis, 20 Eylül 1992’de öldürülen Kürt yazar Musa Anter için düzenlenecek cenaze törenine ise hiç izin vermedi. Sadece dört kişi uğurlayabildi Anter’i…

24 Ocak 1993 günü, o kara haberi aldığımda Hürriyet Ankara bürosundan nasıl fırladığımı bilmiyorum. Kısa süre içerisinde vardım Uğur Mumcu’nun evinin olduğu Karlı Sokağa…

Arabasından geriye bir hurda yığını kalmış, parçaları her yana dağılmıştı. Uğur abinin cansız bedeni parka savrulmuş; karların üzerinde yatıyordu. Bir örtüyle tamamen kapatılmıştı üzeri.

O beyaz örtünün altında yatanın Uğur abi olduğuna inanmanın ne kadar zor olduğunu anlatamam. Bitmez tükenmez enerjisiyle sürekli oradan oraya koşturan, yeni bir bilgiye ulaşmaktan heyecan duyan insanın orada öyle cansız uzandığını kabullenemiyordum. Orada kalakaldım uzun süre…

Yollarımızın ayrıldığı 1992’ye kadar, Cumhuriyet Ankara Bürosunda birlikte çalışmıştık. Cumhuriyet’teki iç kavga sonrası ben ayrılıp Hürriyet’e geçmiştim; Uğur abi de bir süre Milliyet’te yazdıktan sonra Cumhuriyet’e geri dönmüştü.

Uğur Mumcu, Cumhuriyet Ankara Bürosu’na stajyer olarak girdiğim ilk andan itibaren hep öykündüğüm bir kişiydi. Büronun bütün gençlerine olduğu gibi bana da destek oluyordu. Gerektiğinde bir ağabey olarak yardımcı oluyor, yol gösteriyordu. Büroya her uğradığında ayaküstü de olsa sohbetlerimiz oluyordu.

Bir gün bürodayken yanıma geldi. “Sen Hukuk Fakültesi’ne de mi devam ediyorsun?” diye sordu. “Hayır” dedim, şaşırmıştım. Başka bir şey söylememe kalmadan, “O zaman orada aynı isimde birisi var” dedi gitti. Anlamadım ama çok da üzerinde durmadım Uğur abinin bu sözlerinin.

Fakat bir hafta kadar sonra danışmadan aradılar. “Burada birisi var, seninle görüşmek istiyor, adı da Faruk Bildirici” dediler. “Nasıl olur?” dedim ama hemen Uğur abinin söyledikleri aklıma geldi.

Hemen aşağıya indim, tahmin ettiğim gibi Uğur abinin söylediği kişiydi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyordu, onun da adı Faruk Bildirici idi. O da Gaziantepli’ydi, hemşehriydik aynı zamanda. Uğur abinin bu isim benzerliğinden nasıl haberdar olduğunu da ondan öğrendim.

Prof. Dr. Nurkut İnan’ın dikkatini çekmişti isim benzerliğimiz. Uğur abiye “Sizin muhabir benim öğrencim” demiş, Uğur abi de bana sorup, Hukuk’ta okumadığımı, isim benzerliği olduğunu aktarmıştı kendisine. Nurkut İnan da bunun üzerine bir derste “Ben Uğur ile konuştum, git Faruk Bildirici’yle tanış” demişti ona.

Konuştukça sevdim, açık yürekli bir gençti. İyi anlaştık. Ondan sonra zaman zaman görüştük, haberleştik. Fakülteyi bitirdikten sonra savcı oldu, hâlâ da devam ediyor savcılığa. Uzun yıllar da İstanbul’da görev yaptı; orada baktığı son dosyalardan biri de Berkin Elvan davasıydı.

Berkin Elvan’ın polisin gaz bombası fişeğiyle 16 Haziran 2013’te basından vurulmasıyla ilgili soruşturma açılmış ama dosyada bir ilerleme olmamıştı. Savcı Faruk Bildirici, dosya kendisine verildikten sonra ifadeleri almaya başladı. Bir polis ile 26 Mart 2014’te de Berkin Elvan’ın anne ve babasını dinledi. Olay yerinde keşif yapılması talebi de “çok zahmetli ve masraflı olacağı” gerekçesiyle reddedildi; Savcı Faruk Bildirici bir süre sonra da Antalya’ya tayin edildi.

Berkin Elvan soruşturmasındaki bu davranışını duyduğumda isim benzerliğimizden bir kez daha mutlu oldum. Bir hukuk insanı olarak tutarlı davranmış, üzerine düşeni yapmıştı.

“HER YAZDIĞIMIN BELGESİ VARDIR”

Uğur abinin yeni bir bilgiye ulaşmaktan duyduğu müthiş heyecanı, titiz araştırmacılığı ve bulduğu her belgeyi kayda geçiren arşivciliği, genç bir gazeteci olarak bende hayranlık uyandırıyordu.

Her şeyden önce Uğur Mumcu, Türkiye’de “araştırmacı gazeteciliği” yaşama geçiren iki gazeteciden biriydi. 1975 yılında, ANKA Ajansı’nda çalışırken Altan Öymen ile birlikte dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in mobilya diye sunta ihraç ederek devletten 25 milyon lira vergi iadesi aldığını ortaya çıkarmışlardı. “Hayali ihracat” dosyasını kitap da yapmışlardı.

Uğur Mumcu, bir konuyu izlemeye başladı mı, sonuna kadar gitmekten asla vazgeçmiyordu. “Terörün kaynağının özgürlüklerde değil, silah kaçakçılığı gibi alanlarda aranması gerektiğini” söylüyor; kaçakçıların “derin” ilişkilerini yazmaktan geri durmuyordu. Silah kaçakçılığının izlerini Bulgaristan’da Vitoşa Oteli’ne kadar sürüyordu.

Milliyet Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi’nin öldürülmesinin ardından İtalya’ya kadar gidiyor; Papa’nın vurulması davasını izliyor, Mehmet Ali Ağca ile görüşüyordu. Bütün bunları araştırırken hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya dikkat ediyordu. Aynı zamanda müthiş belgeciydi.

“Ağca Dosyası” adlı kitabında CIA ajanı Ruzi Nazar ile MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in dostluğunu anlatırken kullandığı ifadeler, belgelere dayalı gazeteciliğinin ne kadar titiz bir çalışmaya dayandığının somut kanıtıydı:

“Ruzi Nazar, Türkiye’de birçok kişi ile dostluk kurdu. Çok iyi Türkçe konuşuyordu. Bu arada MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ile de dostluk kurdu. Nazar, yurt dışına gittikten sonra da Türkeş ile dostluğunu kesmedi. Hem Türkeş ile kesmedi hem de Türkeş’in yakın çevresi ile…

Bu ilişkinin belgesi var mı diye soracaksınız. Var. Olmasa yazmazdık. Aslında yazdığımız her olayın belgesi var. Türkeş – Ruzi Nazar ilişkisinin belgesi MHP dosyalarında. 106’ncı klasörde. Arayan bulur.

Hazırlık ek 541 numaradaki mektup, ‘Hauptstrasse 28.500 Köln., 50’ adresinden yazılmış. Mektubun sahibi Enver Altaylı. Mektup 7.4.1976 tarihli. Mektup, Türkeş’in Ankara Gaziosmanpaşa Kader Sokak 3/3 numaradaki adresine gönderilmiş. Mektup ‘Saygıdeğer büyüğüm’ diye başlıyor. Mektubun bir yerinde ‘Ruzi Bey’in Türkeş’in Almanya’ya ne zaman geleceğini’ sorduğu yazılıyor. İlişki bu kadar değil. Bir başka mektupta bu ilişki daha da net anlaşılıyor.”

Böyle sürüp gidiyor kitaptaki Ruzi Nazar bölümü. Gayet rahat bir dille “Aslında yazdığımız her olayın belgesi var” diye yazabiliyordu Uğur abi. Çünkü 12 Eylül dönemindeki MHP davasının yüzlerce klasörlük belgelerini incelemiş, 106. klasördeki belgelere ulaşmıştı!

Gerçekten de her çalışmasının, her yazısının arkasında bu kadar titiz ve ısrarlı çalışma vardı. “12 Eylül Yargısı”ndan “İlaç Dosyası”na, “Rabıta”dan “Tarikat, Siyaset, Ticaret”e kadar yazdığı her konuda belgelere dayanıyordu.

Tabii bu kadar farklı konuda çalışınca düzenli bir arşiv ihtiyacı önem kazanıyordu. Uğur abi, bildiğim kadarıyla tek bir kağıdı bile atmadan, konuştuğu her kişiyi, her söyleneni not alıyordu. Öyle olunca da arşivi giderek genişliyor; aradığına hemen ulaşmak zorlaşıyordu.

Sanırım arşivini bir düzene sokabilmek için bilgisayar kullanmaya başlayan ilk gazetecilerden biriydi. Bugün cep telefonlarının hafızalarının yanında bile kapasitesi komik kalan Commodore marka bir bilgisayar almıştı. Belgeleri numaralandırarak bilgisayara geçirmeye, disketlere kopyalamaya çalışıyordu.

Gerçi hafızası da müthişti. Hiçbir ayrıntıyı unutmuyordu diyebilirim. Yazılarında, büroda katıldığı sohbetlerde ve büronun toplu yemeklerinde tanık oluyordum ayrıntılara ne kadar hakim olduğuna.

Fakat hafızasında tuttuğu o ayrıntıları nasıl kullandığına bir basın toplantısında tanık olmak çok etkileyiciydi. Daha doğrusu bir gazetecilik dersi gibiydi basın toplantısında onu izlemek.

Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan’ın döneminde zırhlı araç alımında yolsuzluk yapıldığını yazmıştı. Dönemin Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz ile Vuralhan’ı karşı karşıya getiren bu iddialar gündemin ilk sıralarındaydı.

Vuralhan’ın yakın arkadaşı Orhan Çekiç, 17 Ocak 1988’de bürosunda basın toplantısı düzenledi. Uğur abi ile birlikte gittik basın toplantısına. Orhan Çekiç, Uğur abinin yağmur gibi birbiri ardına yağdırdığı sorular karşısında perişan oldu. Her sorusu da belgeye, somut bir olaya, net bir tarihe dayanıyordu.

Üstelik Uğur abinin elinde hiçbir not kağıdı falan da yoktu. Hafızasına kaydetmişti bütün belgeleri…

Basın toplantısını gerçekleştiren kişi Orhan Çekiç. Onun solundaki Faruk Bildirici, Uğur Mumcu ise karşısında masanın ucunda.

“TÜCCAR KAFASI”NI BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE TEHLİKE GÖRÜYORDU

Sanırım en büyük rahatlığı da Cumhuriyet gibi holding sermayesine dayanmayan bir gazetede yazıyor olmasıydı. Elini, dilini tutan yoktu Cumhuriyet’te. Yılmadan, korkmadan inandıklarını yazıyor; demokrasi ve laiklik mücadelesi veriyordu.

Fakat basının “holdingleşmesi” ve basın özgürlüğündeki aşınmalar üzüyordu onu. “Sakıncasız” adlı tiyatro oyunu kitabının girişinde dile getirmişti bu konudaki kaygısını:

“Türk basını, tarihinde daha önce tanık olmadığı bir dönemi yaşıyor. Holdinglerin basına el attıkları, yönlendirdikleri, etkiledikleri ve basına yeni bir biçim ve öz verdikleri bu dönem, nerede ve nasıl sergilenmelidir?

Basın özgürlüğünü üç beş holdingin denetimine veren bu yeni oluşumu devlet elindeki kitle iletişim araçları ile eleştirmeye olanak yoktur.Kaldı ki, holding basınını eleştirecek yayın organı da pek kalmış değildir. Çünkü sık sık şirket batırıp, ödeme güçlüğü içine düşen holdinglerimiz, gazete sahibi olmakta pek hünerli davranmışlardır.

.. Bu yayın organlarının başına gazetecilik alanı dışında eğitilmiş uzmanları getirirsiniz. Çünkü gazete, büyük kazançların perdesidir. Ve bu yayın organlarını ancak tüccar kafalı yöneticiler yönetmelidir. Bu tüccar kafası, basın özgürlüğünü, baht ve taht oyunları ile harmanlamış ve köşe dönme edebiyatı ile cilalamıştır.

Bütün bunları, gazetemdeki köşemde belgeleri ile anlatmaya ve her anlatılan olayı da kesin kanıtlarla belgelemeye çalışıyorum. İstedim ki, Cağaloğlu yokuşundan sel suları gibi akan holding sermayesine sahnelerde de direnebilelim.”

Uğur abi, “holding sermayesi”ne karşı direnmekten söz ediyordu ama bu satırları yazmasından sonra “holding sermayesi” epeyce yol katetti. Yayıncılıktan gelme gazete sahipleri de direnemedi, gazeteciler de, gazetecilik örgütleri de. Holding sermayesi iyiden iyiye hakim oldu gazeteciliğe. Basın medyaya dönüştü, siyasi iktidarla içli dışlı ilişkiler geliştirdi kartel patronları. Medya yeni bir kalıba sokuldu; eleştiri özgürlüğü, basın ve ifade özgürlüğü büyük yara aldı.

1990’lar, Türkiye’nin ne kadar karanlık yıllarıysa, medyasının da o kadar kara dönemiydi. Faili meçhul cinayetler birbirini izlerken medya da bu faili meçhul cinayetlerin üzerine gitmek yerine sadece izliyordu. Eleştirel gazetecilik olanakları daralıyor; giderek iktidarları kamu adına denetleyen “Dördüncü güç” olmaktan uzaklaşıyordu.

Uğur abi, her birini yakından tanıdığı bu insanların öldürülmesine kahroluyor, yazıyor, peşini bırakmıyordu. Onun için yazmak devrimci bir eylemdi; Atatürkçülük ve laiklik mücadelesiydi.

Öyle olduğu içindir ki, insanlar cenaze töreninde “Türkiye laiktir laik kalacak” diye haykırdı. O güne kadar gördüğüm en büyük, en görkemli cenaze töreniydi. Onbinlerce insan onun ardından yürüdü. Kortejin başı Cebeci Mezarlığı’na ulaştığında öbür ucu hâlâ Maltepe Camii yakınındaydı. Yağan yağmura rağmen saatlerce sürdü kortejin yürüyüşü. Onun mücadelesinin toplumda karşılık bulduğunu gösteriyordu cenaze törenindeki atmosfer.

Fakat onca büyük tepkiye rağmen faili meçhul cinayetler bir türlü sona ermedi. Bizim kuşak, üzerleri gazete kağıdıyla ya da alelacele bulunmuş bezlerle örtülmüş aydınların yerde yatan ölü bedenlerinin fotoğraflarını görerek ömür geçirmeye devam etti maalesef.

Yazar ve akademisyenler Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999) ile Necip Hablemitoğlu’nun (18 Aralık 2002) ardından gazeteci Hrant Dink (19 Ocak 2007) de öldürüldü. Hrant Dink’in üzerine oralardan bulunmuş beyaz bir örtü örtülmüş, uçuşmaması için kenarlarına parke taşları konulmuştu. Ayakları örtünün dışında kalmış, eski ayakkabılarının yarılmış tabanı fotoğrafın tam ortasındaydı. İç parçalayıcı, acı bir görüntüydü.

Bu ülkenin yazan, düşünen, demokrasiyi, fikir ve ifade özgürlüğünü savunan aydınlarına layık görülen acı tablonun yeni bir karesiydi Hrant Dink’in o fotoğrafı. Onun da cenaze töreninde onbinler yürüdü, göklere haykırdı ağıdını…

Her öldürülen aydınla, her yazarla, her sanatçıyla biraz daha azaldık. Her gidenle ışığımız biraz daha söndü, bir mum daha eksildi. Ama yine de her şeye rağmen “Korku Duvarı”nı geride bırakanlar, elde kalem, dilde söz, yürümeye devam etti binbir düşüncenin özgürce çiçek açacağı aydınlık günlere doğru…


BirGün Gazetesi

Yorumlar kapatıldı.