İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Seyircisiz zulüm olmaz…

Murat Sevinç

Muhterem okur, ben size Hrant Dink ve ona yapılanlarla ilgili ilginizi çekecek, bilmediğiniz ne söyleyebilirim ki! Yazıyı, asıl olarak şimdi öğrencilik çağında olanlar için yazıyorum. Bizlere daha dün gibi gelen suikastın üzerinden on dört yıl geçti, dile kolay. Şimdi üniversitede okuyan insanlar o tarihte çok küçüktü. Belki birkaçı okur bu satırları da, şu ana dek işitmedikleri bir kitaptan haberdar olur.

(Yazının başlığı Hrant Dink’in avukatı değerli Fethiye Çetin’in kitabından.)

Hrant Dink, 19 Ocak 2007 günü öldürüldü. Tahir Elçi gibi, güpegündüz. Düşüncelerini açıkça, korkmadan dile getiren, dürüst, toprağını terk etmek istemeyen bir Ermeni yurttaş olduğu için. Eşi Rakel Dink’in söylediği gibi, “bir bebekten katil yaratan” karanlıkta. On dört yıl geçti üzerinden. Akılda tutulamayacak kadar çok isim işittik yargılama aşamalarında. Yargılama, dediysem…

Tetiği çeken ‘çocuk’ kısa sürede yakalanmıştı. Emniyet’te onu ortalarına alıp hatıra fotoğrafı çektiren iki polis, bayrakla poz verdi. O günlerde, SBF’nin olduğu Cebeci semtinde, okulun çevresinde kot mont ve beyaz bere ile dolaşan gençler görüyordum. Suikastçiye sempatilerini bu yolla gösteriyorlardı belli ki. Yaklaşık bir ay sonra aynı manzaraya Taksim’in göbeğinde tanık oldum. Beyaz bereli üç beş genç erkek, Ermenilere küfrederek güle oynaya ve şakalaşarak yürüyordu önümde. O esnada sloganlarını işitmediğimiz çok sayıda insanın, yazar çizerin, hukukçu ve siyasetçinin de olup bitenden memnun olduğunu tahmin etmek güç değil, ne yazık ki.

Cenazesine on binlerce insan katıldı. Her yıl aynı gün, Halaskargazi Caddesi üzerindeki gazete binasının önünde sevenleri toplanıp andı. İnsanlar, ellerinde, üzerinde “Hepimiz Hrant’ız”, “Hepimiz Ermeniyiz” yazılı küçük kartonlar taşıyor o anmalarda. Şu iki söze dahi tepki gösterildi. Bir an olsun özdeşlik duygusu kurulmasına dahi tahammülü olmayanlarca.

Hrant Dink’in vurulması bir anlık iş değil kuşkusuz. İster geçtiğimiz yüzyıldan başlatın, ister yargılanmasına neden olan o meşhur sekiz bölümlük yazı dizisinden… Uzun sürdü. Hakkında soruşturma açıldı, yargılandı, mahkûm oldu, kurum ve kişiler tarafından hedef gösterildi, tehdit edildi… Sonunda, “bir güvercinin ruh tedirginliğiyle yaşadığı” günlerin birinde, öldürüldü.

Muhterem okur, ben size Hrant Dink ve ona yapılanlarla ilgili ilginizi çekecek, bilmediğiniz ne söyleyebilirim ki! Yazıyı, asıl olarak şimdi öğrencilik çağında olanlar için yazıyorum. Bizlere daha dün gibi gelen suikastin üzerinden on dört yıl geçti, dile kolay. Şimdi üniversitede okuyan insanlar o tarihte çok küçüktü. Belki birkaçı okur bu satırları da, şu ana dek işitmedikleri bir kitaptan haberdar olur.

Utanç Duyuyorum! Hrant Dink Cinayetinin Yargısı, Fethiye Çetin, 376 syf., Metis, 2013.

2013 yılında yayınlanan (Metis) kitap, değerli avukat Fethiye Çetin’in: “Utanç Duyuyorum, Hrant Dink Cinayetinin Yargısı.”

Neden önemli bir kitap bu?

Yalnızca eşsiz belgesel niteliği nedeniyle değil; aynı zamanda Hrant Dink’in yaşadıkları memleketin resmî tarihini ve o tarihi yapan güç ilişkilerini, o ilişkilerden masun olmayan yargı zihniyetini, basınını, yargılama pratiğini olağanüstü berraklıkta sergilediği için de çok değerli. Hukuk adı verilen ‘dünyanın’, kamuoyunda genellikle sanıldığının aksine anlaşılması güç birtakım metinlerden öte, o metinleri yazan ve uygulayan insanların ‘kim’ olduğuyla da sıkı sıkıya ilişkili olduğunu sergilediği; ‘hâkim vicdanının’, yargılama faaliyeti bakımından nasıl yaşamsal önemde olduğunu bize her sayfasında hatırlattığı için.

Hrant Dink hakkında açılan davaların tümünde, doğaldır ki hukukçular baş roldeydi. Hrant Dink’in soruşturmasını, yazı dizisindeki bir cümleyi, yargılama ilkesine/pratiğine aykırı biçimde cımbızlayarak “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif” iddiasıyla bir hukukçu başlattı. O esnada belli çevrelerde Agos ve Dink aleyhine kampanya sürdürülüyordu. Yok hayır, rotşild ailesi, Soros, emperyalistlerce filan değil; adını sanını bildiğiniz ‘yerli’ kurum ve insanlarca, bugün sırf AKP’ye muhalif oldukları için demokrat muamelesi gören kimi ciğeri beş para etmez köşe yazarlarınca, tahmin edebileceğiniz siyasi partinin ‘entelektüel’ sempatizanlarınca hedef gösterildi Hrant Dink.

Bu arada, Dink’in ‘Sabiha Gökçen’ ile ilgili yazısına sert tepki gösteren dönemin Genelkurmay’ı, yaptığı açıklamada Hrant Dink’in yazısındaki iddiayı “sağlıklı olmayan ve tehlikeli düşünceler” şeklinde tanımlıyordu. ‘Sağlıklı düşünce’ ifadesi yeni değil Türkiye’de anlayacağınız, ileri demokrasiye geçince kostüm değiştirdi.

Hrant Dink hakkındaki o feci ve radikal milliyetçi bir partinin propaganda broşürünü andıran hüküm metnini yazanlar da, hukukçuydu. O hukukçular şu satırları yazmıştı, adı ‘karar’ olan metne: “Öyle ülke vardır, bayrağından şort yaparsın hoş görülür. Öyle ülke vardır, ineğine dokunursun infial yaratır. Öyle ülke var ki, kan dedin mi ecdatlarının akıttığı oluk oluk şehit kanı gelir. Öyle millet var ki, kan dedin mi akla bu toprakların her santiminde bulunan ecdat kanı gelir. Bu toprağın her karesi kanla sulanmıştır. Oysa sanık bu kanın zehirli olduğunu ifade etmiştir. Bu Türk atalarına, şehitlere, milleti meydana getiren değerlere saygısızlıktır ve tabii ki aşağılayıcı, inciticidir.”

Hrant Dink’in, yazısında geçen ve anlamak isteyen herkesçe yeteri kadar anlaşılabilir olan “zehirli kan” ifadesi ile ne demek istediğini defalarca anlatması, bilirkişilerin “tüm yazıların bir arada ele alınması gerektiği” yönündeki görüşleri elbette bu ‘hukukçulara’ hiçbir şey ifade etmedi. Zaten yukarıdaki satırların yargılama faaliyetinin temel ilkeleriyle ilgisi olmadığını anlamak için, derin bir hukuk/ceza hukuku bilgisine de ihtiyaç yoktu.

O ‘hukukçuların’ kararı, başka ‘hukukçuların’ önüne geldi. Yargıtay’a. Bilirkişi Raporu ve ceza hukukçusu Sami Selçuk’un Hrant Dink lehine ders niteliğindeki ‘mütalaası’ ile birlikte. Ceza davalarında temyiz edilen dosyalar usulen önce Yargıtay Başsavcılığı’na gider, onun görüşüyle dosya ilgili ceza dairesine gönderilirmiş. Yargıtay Başsavcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu, on dört sayfalık bir tebliğname yazar ve ‘polemiklere neden olabilecek bir dille yazılmış olsa da’, Dink’in yazısında Türklüğü alenen tahkir ve tezyif söz konusu olmadığı yönünde görüş bildirdi. Eminağaoğlu da bir hukukçu.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Başsavcı’nın görüşüne karşı, mahkûmiyet hükmünü oy birliğiyle onadı. Hepsi hukukçuydu. Başsavcılık, iler tutar yanı olmayan bu karara itiraz etti. Başsavcı, bir ‘hukukçuydu.’

Dosya bu kez nihai kararı verecek olan Ceza Genel Kurulu’na gönderildi ve 11 Temmuz 2006’da itiraz reddedildi. Koskoca ‘hukukçular’ tarafından. Altı hâkim karşıoy kullandı. Karara muhalif kalan üyeler de hukukçuydu. Fethiye Çetin diyor ki; “İşte bu kararla yıkıldı önce Hrant. ‘Bu benim idam fermanım!’ diyordu. İlk defa tedirginliğini dışa vuruyordu.”

Söz konusu mahkûmiyet kararları, iddia makamı ve savunma tezlerinin karşılıklı tartışıldığı adil ve ‘maddi anlamda’ yargılama faaliyeti sonucunda değil, bir Ermeni yurttaş olan Hrant Dink’in müesses nizamı rahatsız eden düşüncelerini cezalandırma isteğiyle verildi. Hukukçular tarafından.

Hrant Dink kesinleşen kararın ardından, suçluluğu artık mahkemece tescillenmiş biriydi ve yedi ay sonra öldürüldü. Her şey, hepimizin gözü önünde gerçekleşti.

Yukarıdaki satırlara konu olan yargılama macerasının aktörleri hukukçuydu. Hukuk fakültelerinde aynı dersleri almış, neredeyse aynı kitapları okumuş, benzer sınavlardan geçmişlerdi. Hepsi, ‘mevzuatı’ biliyordu. Hrant Dink davasında, o hukukçuların her biri ‘aynı gazete yazısına’ ve ‘aynı TCK maddesine’ baktı. Önlerinde başka bir şey yoktu. Bir yazı ve bir ceza yasası maddesi. Birinin suç gördüğü yerde, diğeri görmedi.

Aralarındaki tek fark vicdanlarıydı. Bir insanın doğumundan ölümüne dek ve sayısız etmenle oluşan vicdan. Sınıfsal aidiyetinle, yoksulluğun zenginliğinle, aldığın eğitimle, alamadığın eğitimle, okuyup yazdığınla, yediğin içtiğinle, gezip gördüğünle, görmediğinle, arkadaşın eşin dostunla oluşan vicdan. Bir ömür. Başka hiçbir şey değil. Bu nedenle Anayasa’nın 138. maddesi ‘vicdana’ atıf yapar ve yargı kararlarının yalnızca anayasaya, yasalara, hukukun genel ilkelerine dayanarak değil, aynı zamanda vicdani kanaatle verileceğini hükme bağlar. Hâkimin okuduğu satır, dinlediği cümle ile dudağından süzülen sözcük arasında, koskoca bir memleket tarihi var. O tarih, yasa metinlerinin lafzına sıkıştırılmaya çalışıldığında ise varılacak, varılan iyi bir yer yok.

Sevgili genç okur, Fethiye Çetin’in kitabını okumanızı öneririm. Hukuk öğrencileri ise ders kitabı gibi görmeli. Birkaç kez, altını çizerek, not çıkararak okumalı. Yaşadığınız toprak, hukuk, norm, yargı, mahkeme, siyaset, basın, kurumlar, acı ve vicdan üzerine çokça düşünmenizi sağlayacak. Çok değil, on dört yıl önceydi. Kitabın başlığı “Utanç Duyuyorum.” Umuyorum siz de kötü hissedersiniz kendinizi, mahcup olursunuz. İnsanın yüzünün kızarabilmesi, insanın utanabilmesi, bir insan için çok iyi ve gerekli bir nitelik. Zulmü seyreden, olmamak gerekir.

Ceza Kanunu, 353. Madde, Tanguy Viel, 132 syf., İletişim, Kasım 2020.

Kitap önerisi: Birkaç ay önce yayınlanan ve bir cinayetin arka planındaki kişisel-toplumsal sorunlar çerçevesinde yargılama-hâkim vicdanı üzerine yazılmış bir edebiyat eseri önermek isterim. Tanguy Viel’in “Ceza Kanunu 353. Madde” (İletişim, çeviren Mehmet Emin Özcan, 132 sayfa). Özellikle hukuk öğrencileri mutlaka edinmeli.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.