İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Aklın ve vicdanın yazarı!..

İskan TOLUN *

Ragıp Zarakolu ile tanıştığım günden beri kendisine, “Usta Kalem” diyorum ve her zaman, “iyi ki de tanışmışım” diye ekliyorum. Değerli Usta Kalem Ragıp hocamla; kendi tabiriyle, “kitapseverlerin kıblesi” olan Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarında tanıştım, yorgun ve uykusuz olduğum bir günde. Remzi’nin Çilesi Ölünce Biter adlı romanımın son serisi olan Diaspora üzerinde çalışıyordum ve sabaha karşı maillere baktım:

“Ragıp Zarakolu Frankfurt’a gelmiş,” diye bir mail okudum ve hemen harekete geçtim. O saatte bir duş alıp hemen yola koyuldum, üç yüz küsür (Otoban kapalıydı, köy yollarında iki saat dolaştım) kilometre…

İçeri girdim ve Ragıp Zarakolu standını sora sora buldum. Tanıştık… İlk kez görüşüyorduk, fakat beni bir dost gibi sıcak karşıladı. Hiç şaşırmadım, zira onu tanıyan birçok yazar arkadaşlarım, “sıcak bir dostluğu var, çok değerli bir insandır,” diyorlardı sık sık. Elimde bir torba kitap vardı, yanındaki masada yer verdi. Kitaplarımı masaya bırakırken, karşı stantta İHD başkanı Akın Birdal’ı gördüm. Heyecanla gidip hemen tanıştım, o değerli insanla. Sarı Zarf adlı kitabının imza günüydü. Bana bir tane imzalayıp verirken, her ay en az bir kitabını okumayı ihmal etmediğim büyük üstat Aziz Nesin’in oğlu, Ahmet Nesin de geldi. Tanıştık sohbet ettik o deminki heyecanla ve alabildiğine yorgun, uykusuzum. Kitaplarımdan birer tane imzalayıp verdim ve geri döndüm. Nasıl imzalamışım hâlâ bilmiyorum…

Akşama doğru, her kitabımdan birer tane Ragıp hocama da imzalayıp verdim. İsyan/Remzi’nin Çilesi Ölünce Biter-3 adlı romanımı eline alıp çevirdi. Bende çevremdeki arkadaşlarla vedalaşıyordum, o yorgunlukla tekrar eve dönecektim, üç yüz küsür kilometre. Bülteni okuduktan sonra, “İskan bey, sen hangi üniversitede okudun?” Diye sordu. “Hiç üniversiteye gitmedim hocam, ilkokul mezunuyum,” dedim, inanmadı. Tekrarlayınca inandı. “Sen hayat üniversitesini bitirmişsin, İskan.” Dedi gülümseyerek ve ekledi:

“Bak, biz, RTE’nin hangi üniversitede okuduğunu araştırıyoruz. Fakat, hangi üniversitede okumuş olduğunu hâlâ bulmuş değiliz,” derken birlikte güldük. Vedalaşıp yola koyuldum. Arada bir durup, ya bir Red-bull, ya da bir kahve içip yoluma kaldığım yerden devam ediyordum. Ancak, sabah karşı eve ulaşabildim, artık nasıl ulaşabildi isem…

Kitaplarımı okuduktan sonra, beğenmiş olacak ki, romanımın son serisi olan Diaspora için bir bülten yazdı, sağolasın. Usta Kalemin adı, soyadı kitaplarımın üstünde, buna alabildiğine sevindim. Daha sonra yaşamım ve edebiyatım üzerine benimle bir röportaj (Yeni Yaşam Gazetesi Aralık/2019) gerçekleştirdi. Ve, her yeni çıkan romanımı okuyup köşe yazılarında yorumluyor. Son romanımın (İbret Ulu Tanrım) bültenini de yazdı, özetler nitelikte…

Her sabah ilk kahveyi içtikten sonra, ya Artı Gerçek’te, ya Evrensel’de, ya da Yeni Yaşam gazetesinde günlük köşe yazılarını merakla, zevkle okuyorum. Eski köşe yazılarını, kitaplarını, çevirilerini ve hatta köşe yazılarında değindiği kitapların büyük bir bölümünü de. Bir gün, “sizi dünya okuyor hocam. Benim kitaplarımı köşe yazılarınıza taşıyarak beni motive ediyor, ilham veriyorsunuz.” Dedim. “Bu senin başarındır sevgili İskan, bunu hak ediyorsun. Romanların çok güzel, keyifle okuyorum,” dedi. Bunları Ragıp hocamdan duyunca ziyadesiyle sevindim ve motivasyonum da bir o kadar perçinleşti…


ALBATROS; kendi dünyasında uyum içinde, şefkatle sevgi doludur, okyanuslarda yaşar, su içinde uyur ve dünya üzerinde en uzun süre, geniş kanatlarını çarpmaksızın uçuş yapabilen harikulade güzel, nadide bir deniz kuşudur…

Ragıp Zarakolu’nun ALBATROS adlı kitabını (Evrensel Basım Yayın. Derleyen Fatih Polat. İlk baskı: Mart 2012) merakla, soluk soluğa bir çırpıda okudum. Kitap bittiğinde şöyle bir derinlere daldım. Ve daha sonra, “vay be!… Neler olmuş bitmiş de, görmemiş, duymamışız,” dedim kendi kendime. Kitapta yakın tarih olduğu kadar, tarih, felsefe, edebiyat, şiir, fizik ve hatta metafizik de var. Ben bunları gördüm, okudum. Kitap, Evrensel Gazetesinde yer almış olan köşe yazılarından oluşmuş ve bir belgesel niteliğini taşıyor. Daha önceden de Bir kadına Ağıt adlı kitabını okumuştum. Fakat, Albatros henüz elime ulaştı. İnternette hocamın kitaplarına sık sık bakıyordum ve kapak resimi oldukça dikkat çekiyordu. Gazeteciliğin ne kadar zor olduğunun bariz bir göstergesiydi bu. Tam bir Sibirya havası, her taraf kar ve hocam gülüyor sakalları, bıyıkları buz tutmuş olmasına karşın. Kapağa bakınca bile, üşüyor insan. Meslek aşkı bu olsa gerek. Ezilenin yanında yer alıp kalemini ezene karşı kullanırken, doğanın olumsuz hava şartlarına gülüp geçiyor adeta. Evet, bu kapak resimi beni çok etkiledi. İlk gördüğümde; en az Mehmet Ali Birand’ın sakal bırakma hikayesine vakıf olduğum günkü gibi, etkilendim diyebilirim. Mehmet Ali Birand’ın sakalları, yakışıyordu ama, bende bir Çin’liymiş gibi bir imaj algısı bırakıyordu, nedense? Ta ki Can Dündar’ın, Birand adlı kitabını okuyuncaya kadar. Kitabı okuduktan sonra saygı duymaya başladım, yarı köseymiş gibi çenesinde duran o bir tutam sakalına rahmetlinin. Birand adlı kitap:

O sırada Amerikan helikopterinin hava saldırısı başladı. Çatışmanın ortasında kaldılar. (ABD-Vietnam savaşı)

Sabah olduğunda kaldıkları köyde on beş cesetle karşılaştılar. Birand, savaşın sıcak ve çirkin yüzüyle ilk kez karşılaşıyordu…

Kaldıkları köyde uğradıkları baskını ayrıntılarıyla anlattıktan sonra orada konuştuğu ihtiyar Budist rahibin kendisine söylediklerini şöyle aktardı:

“Git yavrum; daha çok gençsin.

Biz nasıl olsa ölüme mahkûm edilmişiz bir kere… Fakat bizi unutma! Fransızlara karşı mücadele ederken hepimiz sakal bırakmıştık. Artık gücümüz kalmadı. Benim için, şu zavallı halk için bir ay sakal bırak.

Biz Budistlerin en büyük dostluk işaretidir bu…”

Birand o gezide ilk kez sakal bıraktı. Dönüşte de kesmedi. Artık onu, ömür boyu çenesinde taşıyacaktı. (Sayfa 134,135)

Evet, her şeyin bir hikayesi var ve insan okuyunca çok daha iyi anlar. Ragıp hocam:

“Yedi yaşında idim. Babam o zamanlar vali muavini idi. Yıllarca İstanbul’da kaymakamlık yapmıştı. Tarih 7 Eylül 1955. ‘Buna nasıl izin verilir’ diye söyleniyordu, annemle akşam yemeğinde oturduklarında.”

“İstanbul yanıyor, İstanbul alevler içinde!…”

Rum, Yahudi, Ermeni aile dostlarımız vardı. Onların hakkında endişe besledikleri gibi, ‘onların yüzüne nasıl bakacağız,’ diye konuştuklarını da hatırlıyorum.”

(Önsöz/Fatih Polat. Sayfa 13-14)

Bu paragrafı okuduğumda aklıma, sık sık anlatılan Ermeni (1915) pogromu geldi. Çocukluğumda, canlı tanıklardan, duyduğum o yaşanmışları, trajedileri, acıları tekrar yüreğimde hissederek düşündüm ve dedemin kendini nasıl riske atıp halalarımın giysilerini, Ermeni komşularının küçük kızlarına giydirip onları nasıl haftalarca saklayarak, himaye ederek, o vahim pogromdan kurtardığını düşledim durdum, uzun bir süre. Ve, her zaman olduğu gibi yine dedemle gurur duydum…

Ta çocukluğundan etkilenmiş; pogromu görmüş ve o günden günümüze değin haksızlığa uğrayan, ezilen tüm azınlık halkların yanında yer almayı, onları savunmayı vicdani, hatta kutsal bir görev gibi ilke edinmiştir adeta Ragıp hocam. Zaten ailece, haksızlığa karşı bir tutum içinde olduğunu da görüyoruz. Bunu periyodik olarak (Evrensel, Artı Gerçek ve Yeni Yaşam Gazetesi) çıkan köşe yazılarından da biliyoruz. Nerede bir haksızlık yaşanıyorsa, oraya parmak bastığını görüyoruz, o hümanist yaklaşımıyla…

Yaşam ve yaşatma enginliğinden

Nasibini alamayanların

Çıkarmış oldukları

Savaşların birinde,

Daha çocukken yaralanmaktayım. (Musa Yavuz’un dizelerinden bir dörtlü. Sayfa 172)

Ragıp Duran:

“Abi, sen bu sakallı cemalin, derin bakışların ve filozof halinle Marks’a benziyorsun, bundan sonra sana ‘Marks Ragıp’ diyelim. Hoşuna gitti, hafif gülümsedi, önerimi beğenmiş görünüyordu, iltifatın altında kalmadığını gösterircesine de karşılık verdi:

Tamam, ben Marks isem sen de bu kel kafanla Lenin’e benziyorsun, sen de ‘Lenin Ragıp’ ol.” (Sayfa 19)

Adaş, Usta Kalemlerin şakalaştıkları bu paragrafı kaç defa gülümseyerek keyifle, zevkle daha sonra kahkahalar atarak okuduğumu hatırlamıyorum. İkisinin de on parmaklarında on marifet, maşallah. Kaç dil biliyorlar acaba? Ragıp Zarakolu hocam, Almancadan, Rusçaya kadar birçok kitabı Türkçeye çevirmiş. Gündemi onun yazılarından, dünya gündemini ise, her zaman tebessümlü Ragıp Duran hocadan, Artı TV’den izleyerek takip ediyorum. La Figaro’dan Frankfurter Allgemeine’ye, Washington Post’tan The Guardian’a, Economist’e kadar anadili imiş gibi okuyup, analizler yapıyor. Ragıp Duran hocayla henüz tanışma fırsatım olmadı ve kitapları da yok bende, almadım henüz. Ama bu kez Gala Kitapevi’ne gittiğimde alacağım, kesin. Aklıma geldi. Geçenlerde Celal hocam (Başlangıç) aracılığıyla son (İbret Ulu Tanrım) romanımı yeni yıl hediyesi olarak kendisine gönderdim, Erk Acarer hocaya da…

İki kişilik hücreye üç kişi konuyor, ve uygulanan “karıştır, barıştır” politikası gereği, bunlardan biri ülkücü oluyordu. Ve bu tümcenin altında: Beşikçi’ye yapılanlar Türkiye’nin utanç tarihinden asla silinmeyecek. (Sayfa 97)

Yargıtay, geçen hafta yine Yargıtaylığını yaptı ve “1.5 milyon Ermeni’yi ve 30 bin Kürt’ü katlettik” dedi diye, Nobel Ödülü sahibi tek Türk’ü, Orhan Pamuk’u, “Türklüğe hakaretten” mahkûm ettirdi. Helal olsun reforme Yargıtay’a, ne müstahkem mevki imiş ama! Majino hattı gibi! (Sayfa 43)

Ve, ayrıca, Orhan Pamuk, Akın Birdal ile Hrant Dink’in o zor süreçteki durumlarını birbirine bağlıyor. (Sayfa 85 ile 265’te)

Birçok dostum var böyle dürüst… Mübadillerden. Kürt halkının en sadık dostlarından biri olan Akın Birdal’ın Kırım kökenli olduğunu kaç kişi bilir? (Sayfa 116)

Hrant’ın göz göre göre öldürülmesinin ikinci yılını çoktan geride bıraktık. Şimdi cinayet davası da iki yaşına basıyor. Adalet ise, henüz ana karnına düştü mü, o bile belli değil. (Sayfa 118) Ragıp hocam usta bir kalemle adalet istiyor…

Evet, Orhan Pamuk’un da çok zor günleri idi o günler. Dışarı çıkamaz bir duruma gelmişti. Kitapları onlarca dile çevrilmiş, dünyaca tanınmış biri ve hocamın da dediği gibi Nobel Ödülü sahibi bir yazar. Her İstanbul’a geldiğimde, benimle birlikte uçağa binen turistlerin ellerindeki kitaplara merakla bakıyorum, Orhan Pamuk… Genellikle İstanbul adlı eserin Almanca çevirisi ile ülkesine giriş yapıyorlar. Almanlar bir ülkeye gitmeden önce o ülke hakkında bilgi edinmek istiyorlar, her şeyden önce. İstanbul adlı eserini ben de okudum, bütün eserlerini (Kırmızı Saçlı Kadın’dan sonra çıkanlar hariç) okuduğum gibi. Evet, İstanbul’u iyi tanımak için İstanbul adlı kitabı okumak gerek. Geçenlerde, “Orhan Pamuk Türkçe bilmiyor,” diye internette bir başlık okudum. Sadece güldüm ve devamını okumadan başka bir habere geçtim…

Peş peşe gelen askeri (12 Mart/12 Eylül/28 Şubat) darbeler, Sıkıyönetim ve Olağanüstü hal ile yönetilen bir ülkede yılmadan, usanmadan bir maratoncu gibi memleketinin dört bir köşesini karış karış dolaşarak demokrasiyi, insan haklarını savunma adına hayatını riske atarak doğru haber peşinde bir ömür koşmuştur Ragıp hocam ve özlemle beklenilen adaleti, eşitliği, barışı, özgürlüğü tatmak tattırmak için mücadele etmiştir. Ezilenlerin acısını iliğinde his edip, o usta kalemiyle cesurca her zaman gerçekleri halkla paylaşarak örnek bir gazetecilik/yazarlık yapmıştır. Yıllarca hapis yatmış; sürgün edilmiş ve mal varlığına el konulmuş. Fakat, yine de, doğru bildiğinden zerre kadar taviz vermemiştir. Elimdeki kalemiyle zalimlere karşı ezilenlerin, mazlumların yanında, haklarını her zaman olduğu gibi yine, sonuna dek savunmaya devam ediyor. Ant içmiş, yılmaz bir savaşçının kararlılığıyla kale gibi dimdik ayaktadır. Evet, yaşayan bir efsanedir Ragıp hocam…

Sizin gibi demokrat; doğrudan, haktan yana, insan hakları savunucuları, aktivistleri, Usta Kalemler olmasaydı eğer, ezilenlerin hali nice olurdu? Hele de mevcut duruma bakıldığında; bunu düşünmek bile istemiyor insan. Edebiyatla uğraşıyorum, politikacı değilim. Lakin, böylesi demokrat, dürüst, hümanist Usta bir Kalemden dünya siyasi arenasında olup bitenleri önemle okuyup kavramak gerektiğini düşünüyorum…

“Vicdanımız,” sadece aynı dinden, ya da soydan olanlar için mi geçerli? (Sayfa 131)

Ragıp hocam, derin bir araştırmacı, gazeteci yazardır. Güçlü bir beyin, muazzam bir bellek, inanılmaz bir enerjiyle çalışmaktadır. Kimin nerede ne yapmak istediğini, özellikle hangi emperyal devletin neler yapıp, neler tasarladığını, sivillere yönelik şiddetin ne zaman ve nerede gerçekleşmiş olduğunu tüm çıplaklığıyla aktarmış. Ve hatta hangi tarihte, en çok hangi diktatörün kitlesel katliam yapmış olduğunu, nerede helikopterlerle okyanuslara, toplu mezarlara gömdüklerini, hepsini araştırıp yazmış. Kısacası, nerede bir insan hakları ihlali varsa, yapılmışsa bu kitapta görmek mümkündür…

Ragıp hocayı okudukça onu en zirveye yaşıyorum kendi iç dünyamda; lakin, bunu kağıda dökmekten zorlanıyorum gerçekten, bir yazar olmama karşın. İsveç parlamenterleri, Ragıp hocam tutukluyken Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişlerdi, 2012’de. Norveç Nobel Komitesi’ne ortak başvuruda:

“Ragıp Zarakolu’nun basın ve düşünce özgürlüğünün sembolü haline geldiği, yılmaz bir insan hakları savunucusu olduğu ve bugüne kadar bu çabalarından dolayı pek çok uluslararası ödüle layık görüldüğü belirtilerek, insan sevgisiyle dolu, gerçeklerin ve uzlaşmanın peşinde, durmadan, yorulmadan, biteviye koşan bu aktiviste, 2012 Nobel Barış Ödülü’nün verilmesini öneriyoruz.” Diye son derece samimi ve sıcak bir talepte bulunmuşlardı. Umarım bu makul, samimi taleplerini tekrarlarlar ve bu kez başka ülkelerin parlamenterleri de onları destekler…

Ragıp hocamın tekrar, Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesi gerektiğini önemle vurgularken, bu kez alacağına da inanıyorum. Ödülü hak ediyor çünkü. Böylesine hümanist bir şahsiyetin, insan hakları savunucusunun, demokraktın, eşitlikçi bir aktivistin Nobel Barış Ödülü’nü alması kadar daha doğal ne olabilir ki? Bazı köşe yazılarını okuduktan sonra, “Hocam, en kısa zamanda Nobel Barış Ödülü’nü alacak…” diyorum kendi kendime ve konuşmasını bitirmiş, kürsüde son kez Ödülü sol eliyle kaldırıp alkışlar arasında geliyorken düşümden uyanıyorum. Evet, o günü sabırsızlıkla, heyecanla bekliyorum…

Ezilen halkların sesidir Ragıp hocam. Kimlerin, hangi halkın dramlarını, sorunlarını, acılarını, özlemlerini dile getirmemiş ki? Göçmenlerin, mültecilerin, kayıp yakınlarının, savaş mağdurlarının, dertlerini dile getirirken, gazetecilerin, düşünce tutsaklarının, özellikle hasta olanların derhal salıverilmesi gerektiğini önemle vurguluyor. Kanayan her bir yaraya merhem olmuştur, diline, dinine, rengine bakmaksızın. Tarihten, yakın tarihten günümüze kadar yaşanan acıları, travmaları, trajedileri dile getirirken, bir bilim adamı misali çözümler üretip, önerilerde bulunuyor bu kitapta, o her zamanki tavrıyla. Evet, Fatih Polat’ın da dediği gibi, Aklın ve Vicdanın Yazarıdır Ragıp Zarakolu. Onun; o tarif ettiği birlik, beraberlik, kardeşlik, eşitlik, hoşgörü, saygı ve sevgi dolu dünyada yaşamak isterdim. Onu tanımak için yazılarını, kitaplarını okumak gerekir…

Bu kitaptan, on kitap okumuş kadar bilgi edindim desem, sanırım, hiç abartmamış olurum. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim, tam bilgilik bir eser ve herkese önemle tavsiye ediyorum, bu belgesel niteliğini taşıyan, akışkan kitabı…

Yeni Yıl İnsanlığa Kutlu Olsun!…

  • Yazar

Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.