İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Her hikayenin bir hikayesi var’ – 3. Bölüm

Hıdır Eren Çelik´in Elma Ağacı ve Küçük Kuş adlı kitabı bana göre göç olgusunu en güzel işlediği çalışma.

Songül KAYA

Aile İçi Anlatılarda Bilinç-Ardıl-Birikim

Hıdır Eren Çelik´in Şair ve Kırçiçeği (Der Dichter und Feldblume) adlı kitabında Mekansal Kimlikedinimi nezdinde “aşk-sevgi”, ama aynı zamanda “aidiyet-sahiplenme” olguları titiz bir biçimde ele alınarak aradaki ince çizgiler üzerine çalışılıyor. Kimliğin oluşumunda, kendin olarak kendi mekanında yaşamanın ne kadar mühim olduğu, gerçekçi ve akılcı biçimde dile getirilmiş. Kırçiçeği´ne aşık olan şairin onu kendi mekanından koparıp evine götürmek, sözde korumak istemesi üzerine kurgulanan hikaye, sevgide sahiplenme olgusunun sevgiyi tahrip edeceğini, hatta zamanla şiddete bile dönüşebileceğini felsefi olarak ortaya koyuyor.

Metin yüzeyinde kodlanan çatışma noktalarının birinde şu satırlara rastlıyoruz:

“…Kırçiçeği günlerden bir gün şair kendisini okşamak isterken, suskunluğunu bozarak onunla konuşmaya başladı.

  • Canımı çok acıtıyorsun! Sen beni rüzgarın okşadığı şefkatle okşayamazsın.

Şair Kırçiçeği´nin yanında kalması için, onu son bir kez daha ikna etmeye çalıştı. Ve dedi ki;

  • Ama ben seni hergün sevgiyle okşayıp suluyorum. Bundan nasıl acı duyabilirsin ki? Sadece senin mutlu olmanı istiyorum.

Kırçiçeği mutlu değildi. Şaire;

  • Sen beni yabandan alıp bu saksıya diktiğin günden beri, ben kendi rengimi yitirdim. Çünkü kendi dünyama, yani rüzgara ve gökyüzüne hasretim.

dedi. Bunun üzerine şair derin düşüncelere daldı. İlk kez kırçiçeğinin saksıya diktiği günden beri renginin nasıl solduğunu, yapraklarının canlılığını yitirdiğini farketti. Oysa yabanda daha güzel, kokusu bile daha keskindi. -her canlının kendi dünyasında daha mutlu olduğunu düşündü. Sonra dayanamayıp;

  • Kırçiçeği, lütfen beni affet! Ben mecnun olmuş bir deli divaneyim! Senin gittikçe solduğunu nasıl da farkedemedim. Söz! En kısa sürede seni tekrar yabana götüreceğim!

dedi. ”

Burada mekansal aitliğin imkan ya da imkansızlıklara yol açabileceğini, imkan ya da imkansızlıkların zorlanması halinde sevginin yıpranabileceğini görüyoruz.

Öte yandan kayalar arasındaki yerinden koparılıp bir saksıya dikilen Kırçiçeği´nin hikayesi ister istemez görücü usulü – zorla evlendirilen çocuk yaştaki kadınların genel durumunu akla getiriyor. Bilinç-Ardıl-Birikim’in en bildik ve en yaygın hikayelerini oluşturan bu konu sadece masallarda değil, şarkı ve türkü sözlerinde de sıklıkla karşılaştığımız motiflerden biri. Konuyla bağlantılı aklıma ilk gelen örnekse bu yazıyı okuyan hemen herkesin bildiği anonim bir Edirne türküsü;

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler ….”

Kuşaklar Arası Göç Olgusu

Yine Hıdır Eren Çelik’in Elma Ağacı ve Küçük Kuş adlı kitabı bana göre göç olgusunu en güzel işlediği çalışma. Buradaki kurgu şu satırlarla başlıyor:

“Şimdi size anlatacağım bir masal değil, bir elma ağacının ve bu ağacın dalları arasındaki yuvada gözlerini dünyaya açan küçük bir kuşun gerçek öyküsüdür.”

Anlatıcı girişte okuyucuyu anlatılan hikayelerin otobiyografik olduğu konusunda bilgilendiriyor. Bunu çözümleyecek olursak; Elma ağacı mekan, elma ağacında gözlerini açan kuş insan, o kuşu dünyaya getirense yuvayı kuran ana kuş, bir önceki kuşaktır.

Ağaç-yuva-kuş göç olgusunun, yani ait olunan mekandan ayrılıp başka mekanlara gidip gelme ihtiyacının -ya da zorunluluğunun, en iyi anlatıldığı metafor olarak ele alınabilir. Bu şekilde iskelesi kurulan anlatım birbirine bağlı iki göç hikayesinin zamansal farkını da işleyerek kurguya devam ediyor.

“Zamanın birinde Munzur nehrinin kıyısındaki bir köyde bir çocuk dünyaya gelmiş. Bu çocuk büyüdükçe kitap okumanın ne kadar önemli olduğunu farketmiş. Hergün büyük bir hayranlıkla okuduğu kitaplardan kendi yaşadığı köyden daha büyük, daha kalabalık şehirler olduğunu öğrenmiş ve o şehirleri birgün mutlaka görmeye karar vermiş. Zamanı geldiğinde o merakından öldüğü büyük şehirleri görebilmek için kalkmış gitmiş.”

Burada Munzur nehrinin kıyısındaki bir köyde doğan çocuk, anlatıcının babasıdır. Onun göç hikayesinin arka planında “zorlama-sürgün” değil, “meraktan” doğan bir ihtiyaç sözkonusudur. Yani ana kuş yumurtalarını bırakmak için nasıl büyük bir meşakkatle elma ağacının üzerinde bir yuva kurmuşsa o da aynı meşakkatle bir ev yaptırıp bahçesine de “ailesine mutluluk getirmesi için” elma ağacı diker.

”Bu genç adam bir süre sonra düşlerindeki dükkanı açmak için eşiyle birlikte köylerinin bağlı olduğu şehre taşındı. Uzak diyarlarda çalışıp biriktirdiği parasıyla önce şehrin merkezinde bir dükkan açtı, sonra şehre yakın bir tepede penceresinden aşağıdaki vadide iki nehrin birleşerek daha da büyük bir nehrin oluştuğunu görebileceği bir ev yaptırdı. Evlerinin önüne de ailesine mutluluk getirsin diye bir elma ağacı dikti.”

Bu satırların hemen ardından kitabın başında egemen anlatıcının aniden ben anlatıcıya dönüştüğünü farkediyoruz. Ben anlatıcı elma ağacına yuva yapan kuşu, bir süre sonra da onun yavrularını gözlemeye başlar. Yavru kuşların uçmayı öğrendikten sonra yuvayı terketmesi onun hayatla ilgili bir çıkarımda bulunmasına vesile olur. Ben anlatıcının bu çıkarımı metin yüzeyine şu satırlarla yansıyor:

“Yavru kuşların uçmaya başlamaları beni mutlu ettiği kadar, yuvalarını terkedip gitmeleri de beni o derece üzüyordu. Kendi kendime düşündükçe “Evet, yavru kuşlar uçup kendilerine başka yuvalar kuracaklar. Belki bu yuvalar dünyaya gözlerini açtıkları yuvalardan daha güzel olacak.” diyordum.

Kitabın devam eden bölümlerinde ben anlatıcının kendi göç hikayesini de babasının göç hikayesinde olduğu gibi, yaşanması elzem bir tecrübe olarak normalleştirdiğini görüyoruz. Final bölümündeki şu satırlarsa göç olgusunda mekan-kimlik ilişkisindeki paradoksu vurguluyor:

“Yirmi üç yıl sonra çocuklarımla büyüdüğüm eve gidip elma ağacını göstermek istediğimde, elma ağacı yerinde yoktu. Elma ağacını kesmiş, olduğu yere de üstü kapalı bir çardak yapmışlardı. Artık evin penceresinden bakıldığında Munzur ve Harçik nehirlerinin nasıl birleşip akmaya devam ettiği görülmüyordu. Önüne yüksek bir bina yapılmıştı. Güneş ışığının elma ağacının dalları arasından sızarak aydınlattığı oturma odamız güneş almıyordu artık.

Çocuklarıma elma ağacının öyküsünü onlara elma ağacını gösteremediğim için, içim sızlayarak anlatmak zorunda kaldım.”

Anlatıcının bu son cümlesi Mıgırdiç Margosyan’ın babası Sıké’nin Leylek hikayesini anlattıktan sonra “Allah heç kimsenin yuvasını yıhmasın.” derken yaptığı vurguyla aynı işlevi görür. Her iki anlatımda da Bilinç-Ardıl-Birikim´in bir sonraki kuşağa tecrübe yoluyla aktarıldığını görüyoruz. Tabi biri sözlü diğeriyse yazılı olarak…

Bilinç-Ardıl-Birikim´e kodlanan Travma

Hıdır Eren Çelik´in çocuk edebiyatı alanında yayınlanan ilk kitabı “Der kleine Fisch auf der Flucht” tek başına ele alınıp incelendiğinde kökü derine uzanan tarihsel ve toplumsal travmaların spontane dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Çocuk edebiyatında pek de alışkın olmadığımız bir giriş yazısıyla başlayan kitapta son derece önemli olan felsefi çıkarımlara rastlıyoruz. Ancak kitabın yazılmasındaki motivasyon bence şu cümlelerde özetlenmiş:

”Nasıl ki geleceğin kökleri bu gündeyse, bu günün kökleri geçmiştedir. İnsan hayal ettiği huzurlu geleceğini ancak bu geçmişini doğru kavrarsa kurabilir. İyiyle kötü, haklıyla haksız, sevgi ile nefret, köle ile efendi arasındaki mücadele henüz bitmedi, devam edip gitmekte. Ta ki insanlar tarihten öğrenip iyiler kötüleri, haklı haksızı, sevgi nefreti, köle efendiyi mağlup edene kadar.”[1]

Bu felsefi gönderimin hemen ardından, günlerce ateş içinde yanan bir ülkeden, oradaki insanların nasıl acı içinde kıvrandıklarından, kendilerini savunamadıkları ve çaresiz kaldıkları için mezarı bile olmayan ölülerden, mücadele edebilmek için dağlara çıkan insanlardan bahsedilir. Bu anlatım soykırımın tarifinden başka bir şey değildir. Metne şu şekilde yansır:

“Bir zamanlar adı Dersim olan bir ülke vardı. Bu ülkede insanlar huzur içinde birarada yaşar, kin, nefret, şiddet tanımazlardı. Ta ki uzak diyarlardan binlerce atlı kılıç kuşanmış bir halde gelip ülkeyi talan edene kadar.” [1]

Dersim´in tarihsel gerçekliğinin masalımsı bir dille anlatılmasının ardından, içinde yüzdüğü nehrin zehirlendiğine tanıklık eden bir balık ve onun arkadaşlık ettiği bir kuş karşımıza çıkar. Kuş da balık gibi yalnızdır. Bir bombardıman sırasında bütün ailesini kaybetmiştir. İkisinin arasındaki dertleşme, dünya üzerinde defalarca yaşanan savaş ve soykırım hikayelerini özetler. Pek de hoş olmayan bu konuların kuş ile balık figürleri üzerinden dillendirilmesi bana 15. yüzyılda Diyarbakır´da (Dikranıgerd) yaşayan Ermeni baş-piskopos Mıgırdiç Nagaş´ın Gül ile Bülbül figürleini kullanarak ikisinin pespektifinden anlattığı soykırım hikayelerini hatırlattı. Anadolu coğrafyasıyla doğrudan bağlantılı olduğu halde, henüz Ermenice´den Türkçe´ye kazandırılmamış olan bu hikayelerde savaşlara karşı geliştirilen barışçıl-pasifist felsefenin didaktik kodlarını görmemiz mümkün.[3]

M. Nagaş’ın Gül ile Bülbül hikayesinden farklı olarak Hıdır Eren Çelik´in kurguladığı balık ve kuş figürleri hareket halindedir. Uzak diyar olarak tarif edilen bölgelere giderler. Bu bölge isimleri metne kodlanır. Avrupa, Dersim, Diyarbakır, Fırat nehri, İran, Irak…vs. Nihayet körfez savaşına gönderimde bulunulan satırlardan birinde balık ve kuş bir bombardıman sırasında öldürülür.

Ele aldığı konu gereği son derece kasvetli ve melankolik olan bu kitapta zaman ve mekan formundaki ani sıçrayışlar bana kafkaist anlatım tekniğini de hatırlattı. Bu teknik Peter Balakian´ın anneannesinden, Fethiye Çetin´in anneannesine ya da Mıgırdiç Margosyan´ın babasına kadar soykırım travmasını birebir yaşayan insanların anlatım dilinde mevcut. İncelemedim, ama incelesem Dersim 1938 soykırımını ve sürgününü yaşayan tanıkların ifadelerinde de bu anlatım tekniğine rastlayacağıma eminim.


Toparlayacak olursak başta ”Der kleine Fisch auf der Flucht” olmak üzere, bu ve benzeri sözlü-yazılı anlatıların edebiyat bilimi tarafından ciddiyetle ele alınıp değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu anlatılar yetişkinlerin tecrübelerini bir sonraki kuşağa verme ihtiyacından doğan, ama aynı şekilde çocuk ve gençlerin kimlik edinimine doğrudan etki yapan anlatılardır. Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir; belki bu makalede dikkat çekmeye çalıştığım Bilinç-Ardıl-Birikim üzerinde durmak, onu anlamak ve bileşenlerini ortaya koymak, henüz yeterince tarifi yapılmamış olan tarihsel/toplumsal travmaların iyileşebilmesi için bir adım olabilir.

[1] Çeviri: Songül Kaya

[2] Çeviri: Songül Kaya

[3] Armenian Legends and Poems: Armenia: Its Epics, Folk-Songs, and Mediaeval Poetry: Renaissance (sacred-texts.com)


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.