İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Büyük Biz’den dağılan parçalar

Josef H. KILÇIKSIZ

Gün aydınlanmak üzere. Siyah ipek ile turuncu ufuk çizgisi birbirine giderek daha fazla yaklaştı. Sokak lambalarının ışıkları, kaçabilecekleri boşlukları yırttılar.

Otoriter devletin kafkaesk kâbusuna uyanıyoruz.

Gazeteleri açtığınızda acılı insan hikayeleri yüzünüze yüzünüze çarpıyor. Bunları okudukça kafama cam parçaları batıyor. İnsanlar acıyı, ıstırabı, yenilgiyi, kaybı en koyu halleriyle yaşıyor. İnsanlar yağmurdaki bir serçe, bir kedi yavrusu kadar kimsesizdir.

İşkenceden cezaevine ve oradan sürgüne uzanan bir ahenksiz yaşam eğrisinde, 2020’ler Türkiye’si 12 Eylül’ü bile aratmayan faşizan uygulamalarla birlikte anılıyor. Ancak bazıları hâlâ yalakalığı ve kötülüğü yüceltmeye devam ediyor.

Her savaşın kendine has bir gürültüsü ve tınısı vardır. Bu sesler çoğu zaman neredeyse savaşın kendisi kadar çirkin olurlar.

Kafkasya çatışmasına eşlik eden milliyetçi davulun çıkardığı gürültü, mezarlarında dinlenen karanlık mitleri uyandırdıktan sonra yerini gündelik yaşamın zorlu gerçekliğine bıraktı.

Faiz, makarna ve çıplak yalanlar siyasetin önemli simgeleri haline geldi.

Ekonomideki kötü gidişatla ilgili ezici kanıt yüküne rağmen Reis aksini iddia edip mesela Tunus’a bütçe yardımında bulunduklarını söylüyor.

İnsanlar çöpten ekmek topluyor. TÜİK’e göre 2002’den bu yana ülke genelinde geçim sıkıntısı nedeniyle intihar edenlerin sayısı 5 bine ulaştı.

Hükümet acılı insanları polisle mafya babalarıyla tehdit ediyor. Siyasette, miting resimlerinden, grev direnişlerinden, sıkılan sol yumruktan, ateşli söylevlerden oluşan sahnelerden değil de (sessizlik içinde) hareket eden sesten oluşan bir film gösterime sokuldu.

Kısacası 70’li yılların mikro ideolojik savaşları 21. yüzyıl Türkiye’sinin siyasi gündeminde de yankılanmaya başladı. Oysa yakın tarih, Türk toplumunun bu tür provokasyon virüslerine karşı bağışık olmadığını kanıtlıyor.

Zehirli haşeratla mücadele ile milli haysiyet arasında habis bir diyalektik kuran “doktor” unvanlı şahıs ile lise diploması sahte olan Gençlik Spor Bakan Yardımcısı zat arasında akademik unvanların aşağılanması üzerinden bir paralellik yaşanıyor.

“Hira ve Tanrı dağlarının koalisyonu” halkın huzuruna onurlu ve anlamlı bir öyküyle çıkamıyor. En son dillendirilen yeni bir “Kürt açılımının” Huda-Par yönlendiriciliğinde başlatılacağı iddia ediliyor.

Çünkü insanların HDP’ye sadece etnik motivasyonlarla oy verdiği kabul ediliyor. Oysa bu ön kabul, bu hesap, bütün işleri ve bütün saikleriyle eksiktir. Anlayacağınız tarihin çöp sepetinden çıkarılmış arkaik bir koalisyon, 1960’lar Türkiye’sinin gözlükleriyle siyasetin ulaşılmaz eşiklerini aşmaya çalışıyor.

Çok etniseteli bir ülke olan Türkiye’de hükümet ortağı radikal sağcı bir parti bulunuyor. Bu siyasi denklem radikal milliyetçilerin güvenlik bürokrasisindeki hareket alanını epey genişletti.

Üstelik MHP ideolojik Türklük politikasından hiç vazgeçmedi. Partinin adı geçmişte birçok siyasi suikast ve şiddet olaylarıyla birlikte anıldı. MHP’nin siyasetteki köktenci tutumları, muhaliflerin, Kürtlerin ve Hristiyan azınlıkların hayatını oldukça zorlaştırıyor.

Cezaevi, birçok “iyi” insanın trajik serüveninde sadece bir ara evreyi temsil eder. Birçok iyi insan Marx’ın ideolojik ardıllığı ile tehlikeli Türkiye sosyalliği arasındaki sınır çizgisinde bir yerde hareket etmek zorunda kalıyor. Devlet aklından en küçük sapmalar için bile epey gürültü koparılıyor.

Son Kavala kararı ile adalete nihai bir Türkçü-İslamcı mühür vuruldu.

Bir devlet düşünün ki, kendi yasalarını ve uluslararası hukuku da çiğneyerek vatandaşlarını keyfi olarak hapiste tutmayı sürdürüyor. Hükümet yüzsüzce bunun 21. yüzyılda da yapılabileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Asıl soru, dünyanın geri kalanının bu duruma daha ne kadar sessiz kalacağı sorusudur.

Hükümetin saldırgan Osmanlıcı-İslamcı-Türkçü milliyetçiliği, iktidarı sürdürmenin laytmotifi haline geldi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecine girmesiyle birlikte çok etnisiteli devlette ulusal kalkışmalar travması baş göstermişti. Fakat, Kürt meselesinde, kendini bölünme psikozu ile belli eden güvenlikçi politikalar şu güne kadar işe yaramadı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Osmanlı kitschi”, İslami ajandanın kemale erdirilmesinin ve dikkati iç politik sorunlardan uzaklaştırmanın siyasi bir aracı haline getirildi. İşte tam da bu nedenle iç politika, mümkün olan en büyük dış politik gürültüyle yürütülüyor.

AB ve NATO SİHA’lar ve İHA’lar sayesinde özgüveni abartılı bir şekilde artan bir hükümet profiliyle karşı karşıya kaldı. Ülke NATO’nun öngörülemeyen bir üyesi, AB’nin inatçı bir ortağı haline geldi. Avrupa, büyük bir mülteci kampına dönüşen Türkiye’yi kaybetmemek ve sözüm ona içteki demokratik uyanışa taze perspektifler sunmayı sürdürmek için Şansölye Merkel gibi, Janus yüzlü sinik arabulucu cambazları görevlendirdi.

İlkesel olarak Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, hammaddeler ve deniz sınırları konusunda dikkate değer argümanları bulunuyordu. Ancak hükümetin, gittikçe beysbol sopalarının kullanıldığı bir bar kavgasını andıran, ilk darbeyi vurma üstüne kurulu dış siyaseti, haklı savlarını boşa çıkarmaya başladı.

Tüm bunları, ülkeyi stratejik bir yeniden yönlendirmenin parçası olarak okumak gerekiyor. Yeni stratejik yönelim, kaçınılmaz olarak Lozan Antlaşması’nın dolaylı yeniden sorgulanmasını gündeme getiriyor. Yunan adaları konusunda yaşanan gerginlik ile Suriye ve Irak’ta Türk birliklerinin varlığı, bir gün büyük sınır değişikliklerinin parçası olabilecek bölgelerin işgaline dair emareler taşıyor.

Türkiye’nin yüzölçümsel olarak yeniden yapılandırılması hesapları sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan bölgelerden ibaret değildir. Neo-Osmanlıcı yayılmacılık Kürtlerin yaşadığı ve hammaddeler bakımından zengin olan toprakları da kapsıyor.

Türkiye kendini, tüm İslam dünyasında haklarından mahrum bırakılanların intikamcısı olarak görüyor. Suriye’deki Esad karşıtı isyancıların, Mısır’da iktidardan sürülen Müslüman Kardeşlerin ve İsrail’in mağdur ettiği Filistinlilerin desteklenmesi hükümetin “İslâm’ın Kılıcı” siyasetiyle örtüşüyor. Ancak ne Suudi Arabistan ne Birleşik Arap Emirlikleri ne Mısır ne de İran Türkiye’nin mağdur Müslüman halkların koruyucusu rolünü samimi bulmuyor.

“Tanrı’nın ölümünü” içerde defalarca kanıtlayan dehşetli sosyal trajedilere rağmen, dinin “siyaseten kullanışlı yüzeyi” Türkiye siyasetinde işe yaramaya devam ediyor. İstanbul’da açık gözlerle yürüyen herhangi biri, dinin Türkiye’de bir Rönesans yaşadığı izlenimine kapılıyor.

Neo liberal dünyanın büyüsünü kaybettiği bir dönemde din, kapitalist distopyayı yaldızlı metafizik bir ambalajda halka sunmaya çalışıyor. Oysa, siyasal İslamcıların kapitalist sosyal-darwinist olanın dışında, hümanist, toplumcu, sosyal adaletçi bir dünya tasavvurları asla bulunmuyor.

Ankara’nın yeni dış politikası, Rusya’yla gönülsüz iş birliği veya ekonomik nedenlerle Çin ile yakınlaşma gibi Siyasal İslam ile çelişen yönelim bozukluklarının işaretlerini de veriyor. Anlaşılan, AKP hükümetinde uluslararası alanda bir izolasyon hissi hâkimdir. Gerçi onlar buna “onurlu yalnızlık” adını veriyorlar.

Ülkenin AB’de yeri kalmadı. NATO’da, en modern silah sistemlerinden mahrum bırakıldı. Artık ne Kıbrıs sorununda ne de deniz sınırlarının çizilmesinde Türkiye’nin argümanları desteklenmiyor. Batı artık Türkiye’yi NATO’nun güney kanadının vazgeçilmez kalesi olarak görmüyor.

Dağlık Karabağ meselesi sadece eski korkuları ve kızgınlıkları yeniden alevlendiren bir işlev görmekle kalmadı, sayıları iki milyondan altmış bin kişiye kadar “buharlaşan” Ermeni nüfusuyla Türkiye’nin Ermenistan ile arasında olası bir normalleşmenin önüne yeni engeller de çıkardı.

Karabağ savaşı sürerken İstanbul’da yapılan bir mikro faşizan gösteri bende kısa devrelere neden olmuştu. Çünkü Ermenistan’daki Ermenilerin düşman olduğu, ancak kendi Ermeni vatandaşlarının değerli vatandaşlar olduğu şeklindeki ince ayrımı anlamak gerçekten yarık, marazi bir siyasi akla sahip olmayı gerektiriyor.

Gerçi devlet aklı, hiçbir zaman tarihsel-ideolojik yükten arınmış bir vatandaş profili öngörmedi.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonsuza dek koparılmış topraklarda yaşayan ancak duygusal aidiyet anlamında Türkiye’den sonsuza dek ayrılmamış olan halklar, şimdi komşu ülkelerde yaşıyorlar. Diğer yandan ülkede, bir zamanlar Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza savaşmış ancak faşizan uygulamalar yüzünden duygusal ve sosyal aidiyetleri zedelenmiş halklar da yaşıyor. Türkiye coğrafyasında yaşayan fakat duygusal ve sosyal aidiyetleri zedelenmiş Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin Türk toplumunun bir arada yaşama kültürüne gerçek bir tehdit olarak görülmesi, inanın, bir anda gerçekleşen bir algı kırılması değildir.

Çok kültürlü toplumdan tahdit algısıyla iğdiş edilmiş kapalı topluma evirilme sürecinde Osmanlıcı-İslamcı-Turancı milliyetçiliğin katkısı yadsınamıyor. Bu çarpık ajandanın katıksız saçmalıkları şimdi çatışmalı her bölgede çılgınca uçuyor.

Osmanlı kitsch’i artık Türk kimliğini yeniden keşfetmenin siyasi bir aracı haline getirildi. Neo Turancı Osmanlı kitsch’i bir olguyu kavramsal olarak açıklığa kavuşturmak şöyle dursun, olayları içinden çıkılmaz hale getirdi.

Bence Osmanlıcı-İslamcı-Turancı milliyetçilik doktrini, Türk-İslam coğrafyasını değiştirme girişimi konusunda umutsuzca iyimserdir. Bu tür girişimler askeri olarak asla amacına ulaşmaz, ancak tekrarlanan başarısızlıkları yeni bir varoluş biçimi üretebilir.

Mesela bir habis “büyük biz”i harekete geçirebilir. Buradaki “büyük biz”, her şeyi bilen cahillerin ve milliyetçi cinnet geçirenlerin “görkemli” çoğulundan başka bir şeyi temsil etmiyor.

Birbirine sonsuza dek kenetlenmiş iki güreşçi imgesinin temsil ettiği antagonist dünya ile arasına sonsuz mesafeler koyan “vicdanlı Ben’in önüne hayat, her şeyi kontrol eden bir devletin izin verdiği mümkün olan en büyük boşluğu koyuyor.

Vicdanlı Ben gözetimden, ihbardan ve ihanetten oluşan büyük bir meydan okuma ile Leviathan’ın güvenlik aygıtının insani olan her şeyi yok etmeye çalıştığı bir dağılma durumuyla karşı karşıyadır.


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.