İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Türkçe” edebiyat ve minör edebiyat

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Ahmed Nuri

Daha önce Türk edebiyatı-Türkçe edebiyat tartışmasıyla ilgili olarak öne sürülen bazı temel savları ve bu savların sözü edilen kaynaklarla kurduğu ilişki biçiminden yola çıkarak “Türkçe” edebiyat önermesinin milliyetçi/ulusalcı söyleme karşı özgürleştirici ve iyi niyetli bir tutum içerdiğini, ancak dil, edebiyat tarihi ve yöntem açısından konunun bu şekilde tartışılmasının bazı sakıncaları olduğunu ifade etmiştim. Temel eleştiri, tartışmanın kendisinden de öte edebiyat tarihinin usulünü yok sayan ve Türkçe edebiyat önermesinin tartışılma biçimine, bazı referans kaynaklarının ve kavramların keyfi ve yüzeysel kullanımına dönüktü. Ne yazık ki, bu durum hâlâ aynı. Yayımlanan yazıların pek çoğunda “Türkçe” edebiyat söyleminin doğruluğunu ispat etme çabası sonucu yanlış yaklaşımlar ziyadesiyle mevcut. Bu yanlışlıklar da üç farklı nedenden kaynaklanıyor. İlki, zorlama bir şekilde çeşitli kavram ve ifadelerin öne sürülen savı kanıtlama cabası. İkincisi, bağlamından koparılan kavram veya örneklerin kullanılması. Üçüncüsü de “Türkçe” edebiyat söylemini meşrulaştırmak adına seçilen karşılaştırma nesnesinin veya örneğinin tekilliği. Bu yazıda, Dünya edebiyatından çeşitli yazar ve metin örnekleriyle bu üç farklı kategoriye ayırdığım yanlışlıkları veya eksik yönelimleri ele alırken, bu örnekleri de bahsi geçen minör edebiyat, dil, Türklük gibi kavramlar birlikte ile tartışmaya çalışacağım. Bu bağlamda, Taçlı Yazıcıoğlu’nun yazısıyla başlamak istiyorum.

Yazıcıoğlu yazısında, Türkçe Rock’ın Türkiye’deki oluşum sürecini 1980 sonrasında Türkiye’nin küreselleşme sürecine dahil olması üzerinden okuyor. Türkçe Rock ile Türkçe edebiyat söylemi arasında doğrudan ve determinist bir ilişki kuruyor. Müziğin esası, sese ve sesler arasındaki sessizliklere dayalı olmasıdır. Bu nedenle, bildiğimiz sözlü ve yazılı “dil” olmadan, yani söz veya şarkı sözü de olmadan da üretilebilir. Kendi alfabesi olan notaları, kendi imlası, akortları ve ses aralıkları vardır. Halbuki, edebiyat bir tür olarak yazılı veya sözlü “dil” ile mümkün olabilir. Dilin içinden, dilin kendisi olarak ve dili de yenileyerek, değiştirerek, hatta bazen tamamen bozarak, bazen de dil içinde başka bir dil yaratarak –ki buna basitçe üslup diyebiliriz– oluşur. Bu nedenle, yüzlerce yıllık bir süreç sonucu, Türk diliyle (ve farklı alfabeler kullanılarak) yazılmış metinlerin bir bütününü içeren ve niteleyen Türk edebiyatı ile yeni bir müzik formu olarak ortaya çıkıp yerel özelliklerle de şekillenip oluşan “Türkçe” Rock arasında niteleme, tanımlama, tarihsel bağlam ve dil açısından hiçbir benzerlik yok. Bu durumu söyle açıklayabiliriz: Roman ve öykü yazınsal bir tür olarak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk edebiyatına dahil oldu ve kendilerine göre bir gelişim evresi geçirdi. O vakit, Yazıcıoğlu’nun yazısındaki mantığa göre, Türk edebiyatında 1839’dan sonraki edebi değişim ve Avrupa’daki ulusal edebiyatlar ile kurulan etkileşim sonucu oluşan ve Tanzimat edebiyatı olarak da ifade edilen dönem ve edebiyat anlayışının, “Türkçe” edebiyat olması için 1980 sonrası küreselleşmeyi mi beklemesi gerekiyordu?

Müzik türlerini ve tarihini uzmanları tartışabilir, ancak 19. yüzyıl Türk edebiyatının kendisi, özellikle de roman, öykü, tiyatro, Fransız edebiyatıyla girilen etkileşime dayanarak oluşmaya başlar. Bu etkileşim içeriği, düzeyi ve biçimi ne şekilde olursa olsun farklı ulusal edebiyatları da kapsayarak sürmüştür. O nedenle geçmişi hem determinist hem de anakronik bir tutumla değerlendirmenin doğru olmadığı kanısındayım. En azından Türk edebiyatı açısından, bu ancak yanlış bir yorumlama biçimi olarak ifade edilebilir. Ayrıca edebi türler veya farklı sanat formları arasındaki etkileşim ne küreselleşme ile ne de başka tekil bir olgu ile başlar ve gelişir. Bu türler ve biçimlerin var olmaya başlamasıyla ister etkileşim deyin ister metinlerarasılık, isterse de türlerin farklı kültürlere yayılımı deyip bunu sosyo-ekonomik ve kültürel koşullarla açıklayın, fark etmez.[1] Bu bakımdan, 1980 sonrası gelişmeler sonucu iyice yaygınlaşan Türkçe Rock ile Türk edebiyatının “Türkçe” edebiyat şeklinde değiştirilmesi gerektiği önermesi arasında hiçbir kuramsal, tarihsel, dile ilgili benzerlik yok. Kelime oyunları dışında.

Bir de “gerçek” Rock ifadesi üzerinden şunu belirtmek gerekir. Mor ve Ötesi ve sonrası oluşan Türkçe Rock’ı “gerçek” yapan ve öncesinde icra edilen ve Anadolu Rock olarak adlandıran alt türü “gerçek” yapmayan nedir? Bu yaklaşım, Türk edebiyatı araştırmalarında yıllarca yapıldığı gibi Tanzimat edebiyatı özgün değil, “bizde roman yok!” gibi söylemlerin bir yansıması olabilir ancak. Lafı uzatmamak adına, bir örnek vereyim: Edebi etkileşimi ve edebi türlerin farklı edebiyatlarda –ki bu dil ve coğrafyayı da içeriyor– gelişimi tarihsel olarak değişkendir. Romanın bir yazın türü olarak farklı edebiyatlarda, farklı zaman dilimlerinde ve bağlamlarda, dolayısıyla bir edebiyattaki yerel kültürün ve dilin dinamikleriyle nasıl farklı evrelerde oluştuğunu anlamak için Franco Moretti’nin birkaç makalesine bakmak yeterli olur.[2] Jale Parla’nın Moretti’nin bu makalelerinden birine yönelik olarak yazdığı makale ise Türk edebiyatı açısından, özellikle de “gerçek” ve özgün olmadığı iddia edilen Tanzimat edebiyatı ile ilgili ufuk açıcı görüşler öne sürüyor.[3] Bir de Türk edebiyatını da geçtim, Rus edebiyatını da “Rusça edebiyat” yapmak! Hangi verilere ve bilimsel çalışmalara uygun, kişisel bir görüş veya öngörü değilse?

Türk edebiyatı ifadesi zaten bir yazarın milletini sorgulamıyor ya da vurgulamıyor; aksine Türk kültürü içinde, çoğunlukla Türklerin yaşadığı yerlerde Türk dili ile yazılmış metinleri ve bu metinlerin yazarlarını da kapsıyor. Yazarın milletine vurgu yapan ve buradan yola çıkarak, tam tersi bir mantık ile “Türkçe” edebiyat söylemini öne sürenlerin kendisi. Buradaki esas mesele, Türk edebiyatının erken Cumhuriyet modernitesi ve bu dönemle sınırlı olduğunun düşünülmesi. O dönemdeki Türk kimliğinin inşasının tekilliği ve dayatmacılığını, kültür ve dil politikalarındaki bazı yanlışları, azınlıklara yönelik haksız ve baskıcı tutumları ve ayrımcılığı savunmak mümkün değil. Ancak tüm bu yanlışların diyetini, epistemolojik ve dilsel bağlamını kur(a)madan Türk edebiyatının kendisine ve adına ödetmek doğru ve adil olmadığı gibi hiçbir yerde görülmüş bir durum da değil. Türk edebiyatının “Türk” sıfatı bir millete ait olmanın ötesinde bir anlamı ifade ediyor. Bu anlam da her ne kadar erken Cumhuriyet dönemi veya milliyetçi söylemi çağrıştırsa da bu dönemle sınırlı veya bu dönemde oluşmuş değil. Zaten burada “Türk”e olan alerjinin ve bunu “Türkçe” ile değiştirme isteğinin nedeni de o dönemin ürettiği ve sonrasında milliyetçi ya da ulusalcı olarak tezahür eden anlayışlara dönük tepki olması. Ancak bunların Türk edebiyatının kendisi ve ismi ile bir ilgisi yok. Türk mimarisine, Türkçe mimari veya Türkiye mimarisi demek nasıl abes ise “Türkçe” edebiyat demek o kadar abes. Dileyen der elbette.

Bu aşamada bir şair olan Paul Celan bu tartışmada örnek olarak sunulabilir. Celan, çoğunlukla Almanca yazmış, şimdiki Ukrayna sınırlarını da içeren bir yörede doğmuş ve büyümüş bir Rumen ve Yahudi. İkinci Dünya Savaşı ve Holocaust’u yaşamış, ailesini kaybetmiş, çok dilli bir yazar ve çevirmen. Bir Rumen Yahudisi olan Celan, yani bir “öteki” ­–istersek “minör” olan diyelim– Alman dilini çok farklı şekillerde kullanmıştır. 1950 sonrasındaki şiirleriyle oldukça saygın bir şair ve edebiyat insanı olmanın da ötesinde, Almanca yeni kelimeler üretmiş, Alman dilini dönüştürmüş, dili, kendi üslubunun ve çok dilli “öteki”liğinin bir parçası kılmıştır. Yabancılık hissi, azınlıklar, marjinal insanlar ve birey, Celan şiirinin belli başlı temalarıdır. Peki Celan Alman edebiyatının en saygın yazarlarından biriyken “Almanca” edebiyat diye bir ifade var mı? Hayır! Peki Celan, minör edebiyat kavramı çerçevesinde tartışılabilir mi?Evet! Peki Celan’ın veya Franz Kafka’nın metinlerini minör edebiyat açısından tartışmak, Alman (dili ve) edebiyatını “Almanca” edebiyat yapar mı? Hayır!

Ergenç, “Türkçe” edebiyat tartışmasına dahil olduğu yazısında minör edebiyat kavramını her şeyi çözen bir kavram olarak öne sürüp uzunca bir soru soruyor:

“Majör ya da resmi dile ‘etnik olarak’ ait olmayan ama yine de o dilde yazanların edebiyatı. Bu tanıma ‘anadili’ yani evde konuşulan ‘saklı’ dili Türkçe olmayıp Türkçe yazan Ermeni, Kürt, Arap, Rum vesaire ‘kökenli’ bütün yazarları sokabilirsiniz. Mesela Selahattin Demirtaş, Murat Özyaşar, Cemal Süreya, Sevim Burak ve diğerleri. Bunlara şimdi kalkıp Türk edebiyatı mı diyeceğiz?”

Buna cevap “Evet, Türk edebiyatı diyeceğiz!” olabilir. Alman edebiyatı açısından zaten değindiğim Celan örneği yeterli olsa da örnekleri çoğaltmak minör edebiyat kavramının daha iyi anlaşılmasını sağlar.

“Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır” tanımından yola çıkmak bu isimlendirme çabası için olmasa da Türk edebiyatındaki farklı metinleri ve yazarları incelemek açısından yararlı bir kavram olarak kullanılabilir. Ancak minör edebiyat sadece bir başlangıç noktası olabilir. Ergenç’in kolaycı ve yüzeysel yaklaşımında olduğu gibi bir cümleyle kendini var eden bir kavram değil minör edebiyat. Bu bakımdan bir varış noktası hiç değil. Kaldı ki, bahsedilen kitapta bu da bir yönüyle belirtiliyor.[4] Çünkü minör edebiyat, tartışılan, farklı bağlamlarda kullanılan ve aslında yakın okuma dediğimiz detaylı metin incelemeleri ile içinin doldurulması gereken bir kavram. Gilles Deleuze ile Felix Guattari’nin kitabı bir Kafka incelemesi olmakla beraber tam bir edebiyat incelemesi değil. Bu eser, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetimi altında yaşayan Praglı bir Yahudi ve Almanca yazan bir yazar olarak Kafka’nın edebiyatını, Deleuze ve Guattari’nin ürettikleri “yersiz yurtsuzlaşma” veya “mekândan bağımsızlaşma” (deterritorialization) olarak çevrilebilecek bir yaklaşımı merkezine alan felsefi bir metin.[5] Kafka’nın metinlerindeki dili ve üslubunu, salt yazarın etnik farklılığı üzerinden değil, dil ile kurulan ilişkide “öteki”liğin ve ulusal bilince duyulan yabancılık hissinin, Kafka’nın üslubuna nasıl yansıdığını tartışıyor; bir tür felsefi spekülasyon yahut o minvalde bir düşünme tarzı.

Ayrıca bu kitap yabancılık, dil, edebiyat, aidiyet ve öteki olmak gibi konularla alışılmadık ve yaratıcı anlatım biçimleri arasındaki ilişkiyi tartışırken Kafka’nın Almancayı kullanımını organ olarak dil ve ağız, ses, beden ile ilişkilendiriyor. Bu bakımdan salt etnik bağlamda olmayan minör kavramı oldukça muğlak. Tam ve kesin ifadelerle belirtilen bir tanımı mevcut değil. Bunlar kavramın önemini ve yararını azaltmayabilir, ancak belli bir bağlamı gözeterek altını doldurmayı gerektirir. Minör edebiyattaki asıl unsur bir yazarın “dilin içindeki bir yabancı” olması durumu ve bu dile dönük farklı bir hissiyat ya da yabancılaşmadan dolayı kendince bu dili dönüştürerek bir üslup oluşturmasıdır; bu dil kendi anadili olsa bile geçerlidir, ki bunu Deleuze bir başka makalede “kekemelik” (He stuttered) ifadesini kullanarak ve çeşitli yazarlardan örnekler vererek tartışır.[6] Deleuze ve Guattari’nin, yine Kafka haricinde farklı yazarları örnek verdiği görülebilir aynı kitapta. Örneğin hem İngilizce hem Fransızca yazmış olan Samuel Beckett’e yapılan kısa bir vurgu mevcut. Bir başka İrlandalı yazar olan James Joyce’un İngilizceyi kullanımına muğlak bir biçimde değiniliyor. Sahi neredeyse yazarların yazarı Joyce’un İrlandalı olması İngiliz Edebiyatını “İngilizce” edebiyat yapmaya yeterli olmuyor, değil mi? Tıpkı Celan ya da Kafka’ya ayıp olsa da “Almanca” edebiyat söylemi ortaya atılmadığı gibi.

Hem Celan hem Kafka’ya karşıt bir örnek olması adına Louis-Ferdinand Céline’den bahsetmek yerinde olur. Bu örnek de kitaptan. Fransız dilini ve edebiyatını kendi yazım tekniğiyle etkileyen ve değiştiren –maalesef Yahudi karşıtı– bir Fransız olan Céline’nin dile ilişkin icat kabiliyetini vurguluyor Deleuze ve Guattari; yine minör edebiyat kavramını tartışırken. Céline’nin Gecenin Sonuna Yolculuk kitabının Türkçe çevirisinde bile dildeki farklılığı hissetmek mümkün.[7] Yani kavram sadece azınlıklarla sınırlı değil. Göçmenlerin, mültecilerin, marjinal grupların, hatta “kendi” ana dilinde ve ülkesinde farklı olan veya hissedenlerin dil, edebi yaratıcılık ve yazım tekniklerine ilişkin bir felsefi metin var elimizde. Kavrama dair bir cümleyi alıp, kavramın tüm anlam ve bağlamını kırpıp “Türkçe” edebiyat önermesine uygulamak elbette bir yaklaşım olabilir. Ancak yüzeysel ve kolaycılığın da ötesinde, tam olarak doğru olanı aksettirmiyor. Yine de minör edebiyat üzerine düşünülmesi gereken ve hâlâ tartışılan bir kavram. Harvard Üniversitesi Dünya Edebiyatı Enstitüsü’nün düzenlendiği 2020 yaz seminerlerinde de çokça üzerinde duruldu bu kavramın.[8]

Burada sürekli örnek olarak gösterilen The Cambridge Guide to Literature in English kitabına değinmek de yerinde olur. Önce Varlık, sonra Yazıcıoğlu ve nihayetinde de Ergenç yazılarında aynı kitap örneğini “ama zaten böyle bir şey var!” mealinde belirttiler. Bu “retweet” yaklaşımının yanlışlığını belirtmek için bu kitabın içeriğinden bahsetmek yeterli olur. Öncelikle bu kitap, Britanya anakarasını içeren İngiliz dili ve edebiyatına dair değil. Kitap İngilizcenin yaygın konuşulduğu tüm ülkeleri yani, İngilizce yazılmış metinlerin olduğu tüm coğrafyaları ve bunların edebiyatlarını kapsıyor: Amerika, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Afrika, Afrika kıtasındaki eski sömürge ülkeleri, Güney Pasifik ve Hindistan’ı da içeriyor. Bir sonraki baskıda Elif Şafak da olabilir. Bir inceleme kitabı veya edebiyat tarihi değil, oldukça büyük bir ansiklopedi. A’dan Z’ye yazarlar, kitaplar ve dergilerle ilgili kısa ansiklopedi maddelerinden meydana geliyor. Yani Ergenç’in her nasılsa iddia ettiği gibi bir antoloji falan hiç değil.

Peki Varlık, Yazıcıoğlu ve Ergenç neden bu kitap örneğini verirler o vakit? Kitabı bırakın okumayı veya ellerine alıp göz gezdirmeyi, internette içeriğine bakıp kitap hakkında basit bir arama bile yapmamış olabilirler mi? Üşenmeyip, üç farklı baskısına da baktım kütüphaneden. Türkiye’de bulması zor ancak, uluslararası katalogdan üç kütüphanede mevcut olduğu gösteriliyor.[9] Ya da bu kitabın içeriğini her bir yazar çok iyi biliyordu, ancak isminin cazibesine ve kendi savlarının uygunluğuna dayanak okura bilerek ve isteyerek yanlış veya eksik bilgi verdiler. Dolayısıyla bu bahsettiğim ve her ikisi de ayrı bir entelektüel sorumsuzluk örneği olan iki durumdan birini kendileri seçebilirler.

Irvin Cemil Schick’in yazısında vurguladığı sömürgecilik geçmişi vurgusu ve bunun dil hegemonyasıyla ilişkisi önemli bir konu. Schick’in belirttiği gibi salt dile dair örneklerle içinden çıkılamaz bu tartışmada. Örneğin İsveç edebiyatı olarak çevrilen “Svensk litteratur” İngilizcede “Swedish Literature.” Yani Türkçede İsveç ülkesini vurguladığı düşünülebilecek olsa da İsveççenin kendisinde ve İngilizcede milleti vurgulaması İsveçli (Svensk) olmayan ama İsveççe (Svenska) yazanları da İsveçli yapmıyor. Ancak İspanyolca, İngilizce ve Fransızca örnekleri farklı zamanlarda sömürgecilik nedeniyle oluşan dil hegemonyasını göz önünde tutarsak Türk edebiyatı ile ne kadar uyuşuyor, tartışmalı! Bir de neden hep bu örnekler de İsveç edebiyatı değil mesela… Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu da işin içine alsak bile bu şekilde bir dil hegemonyası yok, özellikle Türkçenin gelişimini düşündüğümüzde. Türkiye’de veya Türkiye dışında Türkçe yazanlar ile sömürgecilik sonrası farklı ülkelerde İngilizce veya Fransızca yazanları aynı şekilde değerlendirmek ne kadar mümkün, bilemiyorum. Kaldı ki Britanya İngilizcesi ile günümüzün “lingua franca”sı olarak herkesin ikinci dil olarak konuştuğu İngilizceyi “Global English” diye bir ayırma yoluna da gidiliyor. İngilizce ve Fransızca hem sömürgeciliğin ürettiği bir dil hegemonyası hem de tüm dünyada yaygın olarak kullanılmasından dolayı Türk edebiyatıyla karşılaştırmada, tarihsel ve dilsel açıdan çok farklı bağlamlar sunuyorlar. Kaldı ki, hâlâ yaygın olarak “British/English Literature” ifadesi kullanılıyor.[10]

Bu tartışmaya dair Roni Margulies’in kısa ancak anlamlı bir yazısı yayımlandı. Bu yazı, tıpkı Mehmet Yaşın’ınki gibi edebiyatın asıl üreticileri olarak yazar ve şairlerin fikirleri ve hissiyatları açısından çok değerli. Öyle ki “Türk olduğumu dayattıklarında Türk olmaya itirazım var, Türk olmadığımı dayattıklarında Türk olmamaya itirazım var” ifadesi, edebiyatın çok ötesinde asıl tartışılması gereken esas meseleye dikkat çekiyor. Daha önce de belirttim: Cumhuriyet kendi kurmak istediği kimliği inşa ederken pek çok şeyi yıktı geçti. Ancak yine ısrarla belirtmek istiyorum, Türk edebiyatı Cumhuriyet’in kendisiyle özdeş bir ifade veya adlandırma değil. Korhan Altunyay’ın eski Türk edebiyatından örneklerle gayet soğukkanlı bir şekilde tartıştığı gibi geçmişi de içeren, şimdiyi kapsayan, geleceğe de dönük, Türk dilinde üretilmiş, üretilen ve üretilecek olan metinlerin bütününü ifade ediyor.

Margulies gibi bir şairin veya alelade birinin bu konudaki hissiyatına herhangi bir şey söylemek mümkün değil. Ancak edebiyat tarihinin ve yazımının –ki ideolojiden azade gül bahçesiyle dolu bir yer olarak görmüyorum– herhangi bir yazarı, şairi, bir yazar grubunu veya yayınevini memnun etmek gibi bir derdi söz konusu olmamalı. İster azınlık ister Türk olsun. Kaldı ki buradaki mesele sınıflandırma da değil, edebiyatın kendisinin adı. Farklı ve kapsayıcı anlayışlar, araştırma yöntemleri geliştirilmeli, ki bunlar zaten yapılıyor. Milliyetçi vurgu, pozitif bir anlam veya bağlam olarak kullanılmaktan çıkarılıyor.

“Türkçe” edebiyat ifadesi zaten bazı yazarlar, yayınevleri ve akademisyenler tarafından da kullanılıyor. Bir yerden sonra kimseye ne diyeceği ve bunu nasıl diyeceği dayatılamaz elbette. Türk olmayan, olmak istemeyen, öyle hissetmeyen veya bu durum umurunda olmayanlara Türk’sün denemez. Aynı şekilde kimilerinin uygar olmayı “Türkçe” edebiyat demekle bir kıldığı bu devirde, Türk olmak, bunu başkasına dönük nefret olarak yansıtmadığı sürece “milliyetçi” olmayı da gerektirmez. Ilımlı bir kültür milliyetçiliğini savunacak da değilim, ama Cumhuriyet’in dil ve kültür politikaları ile yüzleşmek başka bir şey, Cumhuriyet’ten çok önce de var olan Türk edebiyatının –yöntemlerini de değil–adını değiştirmek başka bir şey. Sözü edilen Türk kimliğinin inşa süreci bu minvalde Türk olmayanları ve olmak istemeyenleri nasıl Türk yapamadıysa, allı pullu ama yüzeysel ve kolaycı kavramlar kullanarak Türk edebiyatına “Türkçe” edebiyat demeye çalışmak de edebiyatın kendisini daha az “milliyetçi” yapmaz. Margulies’in kimlik konusundaki neredeyse tüm görüş ve eleştirilerine katılan, kendisinin aidiyet duymadığı verili Türk kimliğini hiçbir zaman içselleştirmeyen, bu milliyetçi söyleme her zaman eleştirel yaklaşan, her daim bir “göçmen” ve “öteki” olan biri olarak bunları yine de belirtmek durumundayım.

Bir önceki yazının da başına dönüyorum. Temel eleştiri, bilginin üretilme nedeni, biçimi ve yöntemine dairdi(r). İyi niyetle bilim yapılabilir, ama yüzeysel bilgiyle, yöntem ve derin araştırmalar olmadan, birincil kaynaklara inmeden, hele bilimsel ilkeler olmadan Türk edebiyatı tarihi ya da genel olarak bilimsel çalışma yapılamaz. Tüm bu yazılarda geçen kavram veya kuramlar hâlâ edebiyat tarihi ve Türk edebiyatını anlamak, tartışmak ve eleştirmek için gerekli araç ve yöntemleri sunabilir. Ancak yukarıda örnekleriyle açıkladığım şekillerde değil maalesef. O nedenle “Türkçe” edebiyat demek daha doğruymuş, uygar dünyanın bir göstergesiymiş gibi bir ifadeye ancak “öyle miymiş?”ten öte bir şey diyemiyorum.

[1] Bu konuda pek çok farklı çalışma mevcut: Mikhail Bakhtin, The Speech Genres and Other Late Essays. Austin, University of Texas Press. Ian Watt, The Rise of the Novel: Studies in Defoe, Richardson and Fielding, (London: Chatto & Windus, 1957). Franco Moretti, Graphs, Maps, Trees: Abstract Model for Literary Studies, (London: Verso, 2005).

[2] Bu makalelerin de yöntemi ve ileri sürdüğü görüş ve öneriler de tartışılabilir. Ancak içerisindeki tarihsel veri ve örnekler değindiğim husus anlamak için geçerli ve yeterlidir. Franco Moretti, “Conjectures on World Literature.” New Left Review, 1 (Jan/Feb 2000); “More Conjectures.” New Left Review 20, (Mar/Apr 2003).

[3] Jale Parla. “The Object of Comparison.” Comparative Literature Studies. 41(1):116-125.

[4] Kitabın Türkçe çevirisine ulaşmak imkânım olmadı. Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Kafka – Toward a Minor Literature, translated by Dana Polan, (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1986), 18-19.

[5] Deleuze ve Guattari, Kafka, 18-19.

[6] Gilles Deleuze, “He Stuttered.” Essays Critical and Clinical içinde, çev. Daniel W. Smith ve Michael A. Greco (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1997), 109.

[7] Louis-Ferdinand Céline. Gecenin Sonuna Yolculuk, çev. Yiğit Bener, 18. Baskı (İstanbul: YKY, 2017).

[8] Doğrudan minör edebiyat kavramı ile ilgili 2021 Mayıs ayında Leuven Üniversitesi “World Literature and the Minor” başlığıyla bir konferans düzenleniyor.

[9] www.worldcat.org. Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi, Koç Üniversitesi Suna Kıraç Kütüphanesi ve İzmir Teknoloji Enstitüsü’nde kitabın farklı baskıları mevcut.

[10] The New Cambridge History of English Literature serisi var örneğin Margaret Drabble (ed), The Oxford Companion to English Literature (Oxford: Oxford University Press, 1985); Laura Marcus and Peter Nicholls (ed) The Cambridge History of Twentieth-Century English Literature (Cambridge: Cambridge University Press, 2008); David Scott Kastan (ed), The Oxford Encyclopedia of British Literature, (Oxford: Oxford University Press, 2006). Yine 2018’de, Cambridge Üniversitesi yayımlanan Gill Plain’in genel editörü olduğu 5 ciltlik British Literature in Transition.

GİRİŞ RESMİ:


T24

Yorumlar kapatıldı.