İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Eyyy Avrupa!

Ohannes Kılıçdağı

Avrupa’yı uyaran Erdoğan’ın en üst düzey yönetici olduğu Türkiye’de tarihle yüzleşme, farklılıkların eşitlik temelinde yaşatılması konularında durum nedir?

Türkiye’de öteden beri ‘yoz Batı medeniyeti’ söylemi vardır. Sadece değil ama özellikle muhafazakâr cenahta, Batı’nın yanlış, ‘insana değer vermeyen değerler’i ve kültürünün karşısına Doğu’nun, merkezinde İslam olan ‘güzel hasletler’i yerleştirilir. Son aylarda, özellikle Fransa Başbakanı Macron’un Türkiye ve İslam hakkındaki ifadeleri bu damarı ön plana taşıdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Batı karşıtı söylemin önemli sözcülerinden biri. Geçenlerde, örneğin, “Başta Fransa kimi ülkelerde yükselen İslam düşmanlığı Avrupa’yı defalarca felakete sürükleyen çarpık zihniyetin devam ettiğinin işaretidir” dedi.

Avrupa’nın tarihinin ‘felaketler’ ve karanlık sayfalarla dolu olduğuna şüphe yok. Üstelik, karanlık sayfalar derken öyle yüzlerce sene öncesinden bahsetmiyoruz. Avrupa’da faşizm ve onun getirdiği felaketlerin üzerinden daha bir yüzyıl bile geçmedi. Öte yandan, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, kimi Avrupa ülkeleri, devletiyle, toplumuyla, akademisiyle kendi karanlık tarihiyle yüzleşme işinde, dünyada en çok mesafe almış olanlardır. Tarihle yüzleşmek, zayıf ve tehlikeye açık gruplara yapılan haksızlıklarla ve zulümlerle hesaplaşmak demek olduğuna göre, Avrupa’nın kimi ülkeleri farklılıkları bir arada eşit ve huzurlu biçimde yaşatmada da en fazla yolu kat etmiş olanlardır. Fakat, bu yollar geri dönülmez değildir. Tarihle yüzleşmenin de bir parçası olduğu demokratik birlikte yaşam pratiği, bir başı, bir sonu olan, yapıp bitirilecek bir iş değildir. Amiyane bir benzetmeyle söyleyecek olursak, tarihle yüzleşme soyulacak bir çuval patates değildir ki son patates de soyulunca işin sonuna gelinmiş olsun. Tarihle yüzleşme ve farklılıkların demokratik biçimde var olabilmesi aslında işin kendisi değil, işi yapmanın yöntemidir, bir sorun çözme şeklidir. O yöntemi terk ederseniz pekâlâ tarihin karanlık sayfalarına dönebilirsiniz.

Dolayısıyla, Avrupa ülkeleri de hiçbir şeyin sonuna gelmiş değillerdir. Sosyal anlamda, kimlikler anlamında çok parçalı bir yapısı olan Avrupa’nın önünde bunları barış içinde yaşatabilmek hâlâ bir iş, bir görev olarak duruyor. Son yıllarda mültecilere karşı aldıkları tutum, geliştirdikleri korku bu konuda pek iyi bir işaret değil, ki bu korkuları yüzünden küresel politikada Erdoğan yönetimine gayet geniş bir inisiyatif ve manevra alanı tanıdılar.

Bazı Müslümanlar tarafından Avrupa’da yapılan terör eylemleri Avrupalı siyasetçilerin, en azından demokrasi gibi bir derdi olanların işini daha da zorlaştırıyor. Gerek siyasetçilerin, gerek diğer kanaat önderlerinin bu ortamda değil cümlelerini, her bir kelimelerini özenle seçmeleri gerekiyor. Bir yandan, İslami referanslarla şiddete başvuranlara taviz vermeyecekler ve bunu gösterecekler, bir yandan da geniş toplumun öfkesinin bir bütün olarak Avrupa’daki Müslüman topluluklara yönelmesini engelleyecekler.

Diğer Müslümanlar onaylasa da onaylamasa da, İslami kaynaklara başvurarak, İslam içinden konuşarak, onun terminolojisiyle şiddeti meşrulaştıran ve uygulayan bir damar var. Bu açıdan bakıldığında, küresel düzeyde İslami terör denen bir olgunun varlığı açık. Bu damarı kendi ülkelerindeki Müslümanlardan ayırıp kurutmak, Avrupalı siyasetçilere ve devlet adamlarına düşen, söylemesi kolay, yapması zor olan bir iş. Bunu yaparken Müslüman kimliğini hedef haline getirmek ahlaken ve hukuken yanlış olacağı gibi, sosyal anlamda daha büyük tahribatların yolunu da açabilir. Dünyanın herhangi bir yerinde bir Ermeni’nin yaptığı yanlış veya kötü bir işin hesabının kendilerinden sorulduğu Türkiyeli Ermeniler, kendi iradeleri dışında kendilerine yüklenen otomatik kolektif sorumluluğun zorluğunu ve yıpratıcılığını çok iyi bilirler. Avrupa’daki Müslümanlara benzer bir sorumluluk yüklemek yanlış olacaktır. Sonuçta milyonlarca insandan bahsediyoruz ki bunların birçoğu nominal Müslüman, yani ismi Müslüman ama kendisi İslami değil, olmak zorunda da değil.

Peki, Avrupa’yı uyaran Erdoğan’ın en üst düzey yönetici olduğu Türkiye’de tarihle yüzleşme, farklılıkların eşitlik temelinde yaşatılması konularında durum nedir? “Avrupa’yı defalarca felakete sürükleyen çarpık zihniyet” devam ediyorsa, Türkiye’de kendinden olmayan herkese düşmanlık duyan, Hıristiyan ve Yahudi topluluklarının nüfusa oranını 20. yüzyıl başında %20 iken sonunda %0,1’e düşüren zihniyet ne durumda? Kısa yoldan söyleyelim, dimdik ayakta.

Bugün ülkede Hıristiyan neredeyse mumla aranacak durumdayken, Hıristiyan ve Hıristiyanlık düşmanlığı son derece canlı. Gerek resmî ağızlardan, gerek toplum düzeyinden, gerek akademisinden, özellikle Ermeni ve Rumların temizlenmesinin çok iyi olduğu sıkça söylenen bir ülkenin yöneticileri, “tarihî felaketler ve buna yol açan çarpık zihniyet” konusunda Avrupa’ya söz söylesinler tabii ama çuvaldızı kendilerine batırsınlar, bakalım nasıl bir bilanço çıkıyor ortaya.


Agos

Yorumlar kapatıldı.