İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermenilerin mirası: Kuşaklar arası tedirginlik

Gazeteci Vartan Estukyan, Nor Zartonk akvistlerinden avukat Arno Kalaycı ve “Hem kadınım, hem Ermeni. Her birinin baskısı ayrı” diyerek ismini vermek istemeyen bir kadınla genç kuşak Ermeniliği konuştuk.

Ilgaz Gökırmaklı 

Ermeni halkının bir kuşağı 1915 Soykırımı’nı, bir kuşağı 6-7 Eylül’ü yaşamışken tanık oldukları hak ihlalleri de başka boyutlarda  bugünlerde de devam ediyor. Ermenilere kuşaklar arası bir tedirginlik, geri kalanlara da ayrımcı-nefret söylemi aktarılıyor.

Bu haber için konuşmak istediğim pek çok arkadaşımdan “İsmimi vermeyeceksen, elbette” cevabını aldım. Kuşaklar arası tedirginliği konuşacağımız bir haber için bu bile yeterli bir cevap aslında.

Kimliklerini saklama çabaları, ses çıkarma konusundaki endişeleri paranoyak bir korku değil. Geçmişe bakınca nefret söylemlerinin adım adım eyleme ve şiddete dönüştüğünü görmek mümkün.

Azerbaycan- Ermenistan arasındaki çatışmalar sürerken Kumkapı’daki Patrikhane önüne giden araçlar ve artan nefret söylemleri Türkiye’deki Ermeniler için tedirginliği de beraberinde getirdi.

Şu sıralar, Türkiyeli Ermeniler için yine zor bir dönem. Peki, genç Ermeniler kendilerine “miras” kalan bu tedirginlik hakkında ne düşünüyor?

Gazeteci Vartan Estukyan, Nor Zartonk akvistlerinden avukat Arno Kalaycıve  “Hem kadınım, hem Ermeni. Her birinin baskısı ayrı” diyerek ismini vermek istemeyen genç bir kadınla genç kuşak Ermeniliği konuştuk.

Hepsinin ortak görüşü, Hrant Dink cinayetinin Ermeni halkı için bir kırılma yaratmış olması. Bir diğer ortak his de umutsuzluk.

Estukyan: Ben ne kadar istersem onlar o kadar alıyor

Vartan Estukyan’la yedi yaşından beri yaşadığı Kurtuluş’ta buluşuyoruz. “Yine aynı konuları konuşacaksın, sıkıldın mı?” diye söze giriyorum. “Sıkıldım tabii. Konuşan sayısı az, kuşaklar değiştikçe de azalıyor. Belki bir kuşak diğerinden çok konuşsaydı, bir şeyler değişirdi. Ermeni arkadaşlarımda da gözlemlediğim kadarıyla suya sabuna dokunmaktan çekiniyoruz, apolitiğiz. Ama ne kadar uzak dursak da konu bir şekilde bize geldiği için elbette konuşuyoruz. Tabii bir de hep konuştuğumuz kuşaklar arası aktarılan bir tedirginlik söz konusu” diyerek yanıtlıyor beni.

Vartan, Agos Gazetesi Ermenice editörü Pakrat Estukyan’ın oğlu, Agos’ta gazeteciliğe devam ediyor. “İlk röportajımı babanla yapmışım biliyor musun?” deyip fotoğrafımızı gösteriyorum, “Agos’un eski mekânı” diyerek gülüyor. Söz babasından açılmışken çocukluğundan ve pek çok kişiden duyduğum “evde Ermeni” olma halinden konuşuyoruz.

“Görece politik bir ailede büyüdüm. Babam sayesinde bir şeylerin hep farkındaydım. Annem de farkındaydı ama evin sivri dillisi babamdı. Dolayısıyla dışarıda da Ermeni olabildim, ama sadece evde Ermeni olabilme durumu çok yaygın. En bilineni de ‘Dışarıda mama demeyin’ uyarıları…”

“Ermeni olduğum için ilk darbeyi Kurtuluş’ta yedim”

Türkiye’de Ermeni olmanın kuşaklardır aktarılan bir tedirginlik olduğunu söyleyen Vartan, şöyle devam ediyor:

“Dindar bir aile değiliz, ama günlük hayatını etkileyen, detay gibi görünen önemli şeyler var. Haç kolyen içinde mi diye aynada kendini kontrol edip öyle dışarı çıkarsın mesela.”

Vartan, Ermeni ve Rum halklarının yoğunlukta olduğu Kurtuluş’a taşınma hikâyelerini, Ermeni olduğu için yediği ilk darbeyi anlatmaya devam ediyor:

“Kurtuluş’a taşınana kadar Yeniköy’de bir apartmanda yaşıyorduk, neredeyse dışarı çıkmıyorduk. Akrabalarımız Kurtuluş’taydı, ben yedi yaşındayken biz de taşındık. Daha rahat olacaktık, olduk da ama Ermeni olduğum için ilk darbeyi burada yedim.  Her gün beraber oynadığım arkadaşım birden yüzüme tükürdü, çünkü annesi Ermeni olduğumuzu söylemiş. Ermenilik böyle bir karşılık buluyor işte. Nasıl bizdeki tedirginlik aktarılıyorsa, bir taraftan da nefret ve nefret söylemleri de aktarılıyor. İkisini ayrı düşünemeyiz, zaten biri bitse diğeri de bitecek.”

Kurtuluş içinde, “Ermenice konuşmanın normal” olduğu bir başka mahalleye taşındıktan sonra biraz daha güvende hissetmeye başladığını söylüyor ve bir anısını anlatmaya başlıyor:

“Küçükken evde dedemden kalma bir Türk bayrağı buldum. Şaşkınlık ve kızgınlıkla anneme neden evde bayrak olduğunu sordum. Ermenistan bayrağı bulsaydım da aynı tepkiyi verirdim. Annem hayatım boyunca unutmayacağım bir cevap verdi: ‘6-7 Eylül tekrar yaşanırsa diye saklıyoruz.’  O cevap beni çok utandırdı. Bu çok anlaşılabilir ve haklı bir şeydi.”

Benzer şeyi pek çok Ermeni arkadaşımdan duyduğumu söyleyince, “Evet, çünkü bir gayrı Türk olarak yükümlülüklerin var” diyor ve ekliyor: “Gayrimüslimler milliyetçi olabilir elbette. Ama milli bayramlarda asılan o bayrakların “Bakın biz de bu ülkenin bir unsuruyuz” mesajı da var.”

“Yediğimiz tokadın şiddeti her seferinde artıyor”

“Tüm bunları yaşıyor ve öfkeleniyoruz bazen hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor, sence değişir mi?” diye sorduğum Vartan, romantikliğimizden dert yanıyor:

“Normalleşmek için önce geçmişle hesaplaşmak gerekir. Konu siyaset olunca kendimizi kandırmaya, romantik olmaya çok meyilliyiz. Hem dünya hem de Türkiye’ye karşı kötümserim.  Kısa zamanda her şeyin yoluna gireceğini düşünmüyorum. Bugün politika değişse bile 60-70 yıl önceye dönüp hesaplaşmak gerekli, ancak o zaman düzlüğe çıkarız. Aksi kendimizi kandırmak olur. Zaten biz bu kadar romantik oldukça yüzümüze tokat yiyoruz ve o tokadın şiddeti her seferinde artıyor.”

Hrant Dink cinayetinin Ermeni gençlerde bir kırılma yarattığını belirten Vartan, “Ermeniler bu konuşma cesaretini cinayet akşamı bir araya gelen Türkiyelilerden aldı” diyor.

“Birey olarak ekstra çaba sarf etmen şart, çünkü eğitim sistemi seni apolitik olarak yetiştiriyor, biraz itiraz ya da merak edince muhalif oluyorsun. Zaten bir ömrüm var, bunlarla mı uğraşacağım?” diyenler de var. Onları da anlıyorum.”

“Bir şeye göz yumuyorsan izin veriyorsun demektir”

Vartan geçen hafta Kumkapı’daki patrikhanenin önünden geçen konvoy ve yarattığı tedirginliği sorusuna ise şöyle cevap veriyor:

“Kumkapı’daki patrikhanenin önünden geçen konvoyun tehlikeli olan kısmı, orada daha çok Ermenistan’dan buraya çalışmaya gelen çoğu kaçak göçmenlerin olması. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunu sıklıkla tehdit unsuru olarak kullanıyor. Daha birkaç ay önce Ermenistanlı iki genci dövdüler. Bunlar anlık gelişen şeyler değil, yayılmış bir nefret. Bir şeye engel olmayıp göz yumuyorsan izin veriyorsun demektir.  Nitekim iki gün sonra hiçbir şey olmamış gibi Fener’deki Ekümenik Patrikhane’nin de önünden geçti.

Gelecek için planlarını, gidip gitmek istemediğini soruyorum.

Yaklaşık 17 yaşından beri gitmek istediğini ama bir dönem, “Büyüklerim burada yaşamamız için öldüler, buradan gidemem,” ikilemine düştüğünü ve şu an bunu çok “naif” bulduğunu ve imkân bulduğu an gideceğini söylüyor.

Vartan’a göre bu sadece Ermenilerin değil, Türkiyeli gençlerin çoğu gitmek istiyor. “Bir arpa boyu yol gidemediğimizi” de sözlerine ekleyen Vartan, “Babam da şikâyet ediyordu, ben de ediyorum. Hatta babam bir dönem, ‘Biz 12 Eylül’ü gördük’ diyordu, şimdi onu da diyemiyor. Yerini ‘Biz 12 Eylül’ü gördük ama böyle şeyler yaşamadık artık’ aldı. Ben istemez miyim optimist olmayı, yaşadığım yerde olumlu bir gelecek hayal etmeyi? Ben ne kadar istersem, onlar o kadar alıyor” diyor.

Kalaycı: Her gün bununla mücadele etmek çok yorucu

Kalaycı, “bir haber hazırlıyorum, görüşlerini paylaşır mısın?” dediğimde kabul eden ilk isim.  Telefon konuşmasına Vartan’a sorduğum soruyla başlıyorum: “Hep aynı şeyleri konuşuyoruz, çünkü bir adım yol alamıyoruz, sıkıldın mı?”

Ülke gündeminin günlük hayatımızı ele geçirdiğini belirtiyor,  anlatmaya başlıyor:

“Şüphesiz sıkkınlık var. Her günümüz böyle geçiyor. Ülke gündemi zaten gündelik hayatımızı ele geçirmiş durumda. Ama nefret söyleminin arttığı dönemlerde çok sıkıştığımı hissediyorum. Black Lives Matter protestolarında “I can’t breathe” (Nefes Alamıyorum) diye bir pankart vardı. Ben de zaman zaman nefes alamadığımı hissediyorum. Ülkedeki rejimin gittikçe otoriterleşmesi, ifade özgürlüğünün ortadan kalkması, bunların hepsi hayatımızı derinden etkilerken, bir yandan da Ermenilere karşı nefretin giderek artması ve her gün bununla mücadele etmek gerçekten çok yorucu.”

Tüm bu sıkışmışlık hissinin, “Acaba birlikte yaşamak gerçekten olanaklı mı?” diye sorgulattığını söylüyor Arno.

“Yapabileceğimize çok inanıyordum ama gittikçe şüphe duymaya başladım. Özellikle muhalefetin, en azından HDP dışında,  ülkedeki Ermeni nefretini besleyen, bundan beslenen ve savaşı destekleyen açıklamalar yapması da bu soruları sıklıkla sordurmaya devam ediyor.”          

“Hrant Dink’in öldürülmesi bizim kuşağı derinden etkiledi”

Tedirgin olup olmadığını sorduğum Arno, Hrant Dink suikastının genç kuşağı derinden etkilediğini düşünüyor:

“Tedirginliği yaşamamak çok mümkün değil. Bizim kuşak için 1915, 6-7 Eylül ya da 80 darbesi geçmişin öyküleriydi ama Hrant Dink’in öldürülmesi bizim kuşağı derinden etkileyen saldırılardan biri oldu. Tam da bu cinayetin ardından, 2004’te kurulan “Nor Zartonk”  Ermeni özörgütlülüğü, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra, bu ırkçılık ve nefret söylemiyle mücadele için ete kemiğe büründü. Hem Ermenileri bir araya getirmeyi, hem de ırkçılığa karşı örgütlü bir mücadele sürdürmeyi ve görünür olmayı hedefledik. Biraz umutluysam, bunu Nor Zartonk’a borçluyum. Şüphesiz Agos Gazetesi ve Aras Yayıncılık’ın varlığı, görünürlüğü hepimizi cesaretlendiriyor.”

Arno, “Politik olmak zorundayız gibi geliyor, sen ne düşünüyorsun?” sorusuna,  bu ülkede yaşamanın başka bir çare bırakmadığını belirterek, şöyle diyor:

“Siyaset hayatımızın bir parçası, kaçabileceğimizi sanmıyorum. Ermenilik üzerinden bundan kaçmaya çalışsan işçi olarak ya da öğrenci olarak, kadın olarak veya LGBTİ+ olarak kaçamıyorsun. Bu çok doğal çünkü bu ülkede yaşamak istiyorum, istiyoruz. Tabii ki barış içinde, demokratik haklara sahip olarak yaşamak isterim çünkü öbür türlüsü pek yaşamak değil. Yaşayacaksan insan gibi yaşamak istiyorsun.”

“Geçmişin travmasının yanına yenileri de ekleniyor”

“Sence değişen şeyler var mı, kuşaklar arasında bir farklılık görüyor musun?” dediğimde ise şöyle yanıt veriyor:

“Çok fazla değiştiğini düşünmüyorum. Nor Zartonk’un örgütlü bir mücadele yürütmesi, Gezi Direnişi’ne Ermenilerin katılmış olması ya da Kamp Armen’in işgali derken, toplumsal muhalefetin Ermeniler içinde de arttığını gözlemleyebiliyorum ama bu tedirginliğin yok olduğu ya da o travmayı atlatabildiğimiz anlamına gelmiyor. Bunlara rağmen saklanarak yaşamak istemiyoruz. Sadece Hrant Dink’le bitmedi, Sevag Balıkçı öldürüldü. Samatya’da yaşlı Ermeni kadınlara saldırılar düzenlendi. Kadınlar korktukları için şikâyetçi bile olmadılar. Bütün bu cinayetler hâlâ aydınlatılmadı. 

“Geçmişin travması devam ediyor ama bugün yanına yenileri de ekleniyor. Öte yandan insanlar buna karşı mücadeleye daha fazla açıklar diye düşünüyorum, en azından bugün daha fazla itiraz ediliyor. Bizim kuşağın daha görünür olduğunu söyleyebiliriz.”

‘Cezasızlık politikası nefrete teşvik ediyor

“Söz konusu Ermeniler olunca bürokraside ve medyada genel olarak bir nefret söylemi ve ırkçılık var. Nefret söylemleri ve suçlarına karşı öyle bir cezasızlık politikası var ki efret cezasızlıkla ödüllendiriliyor, teşvik ediliyor. Hrant Dink Vakfı’nın 2019 yılı nefret söylemi raporunda Ermeniler nefret söylemine maruz kalan gruplar arasında ilk sıradaydı, 2020’de de benzer bir tabloyla karşılaşacağız muhtemelen.

“Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ermenileri hedef gösteren “Ermeni lobileri” “kılıç artığı” ifadelerini takip eden günlerde Bakırköy ve Kuzguncuk’taki Ermeni kiliselerine saldırı olmuştu. Hemen ardından da Hrant Dink Vakfı’na iki ayrı tehdit mektubu gitmişti. Temmuz ayında Ermenistan- Azerbaycan arasındaki çatışmaların yine başladığı günlerde göçmenlerin özellikle de Ermenistanlı göçmenlerin yaşadığı Kumkapı’da da saldırı olmuştu. Faşistlerin provakatif konvoylarını gördüğümüz zaman elbette endişeleniyoruz, aklımızdan ‘6-7 Eylül’deki gibi bir pogrom yaşanır mı’ sorusu geçiyor. Bu konvoylar ertesi gün Balat’ta ve başka yerlerde dolaşmaya devam ediyordu.

“Sıkışmış hissediyorum”

“Tüm bunların gölgesinde yaşamak nasıl hissettiriyor?” sorusuna da şu yanıtı alıyorum:

“Umutsuzum, sıkışmış hissediyorum. Sadece Ermenilikle de alakalı değil, ülkenin giderek otoriterleşmesi, en temel demokratik hakların dahi kullanılamaz hale gelmesi, terörize edilmesi, ekonomik güvencesizlik… Bu ülkenin sadece Ermenilerle değil, bütün azınlıklarla derdi vardı ve geçmişte işlenen suçların hiçbiriyle yüzleşilmedi. Hesaplaşma ve yüzleşme için gerçekten çaba sarf ediliyorsa da, egemen kimliktekilerin geçmişle yüzleşme ya da hesaplaşma gibi bir kaygı taşımadığını hissedebiliyorum. Hrant Dink cinayetinden sonra gösterilen tepkinin bize çok iyi hissettirdiğini hatırlıyorum ama diğer taraftan artık 19 Ocaklar eskisi gibi kalabalık değil, bu şüphesiz yalnız hissettiriyor.”

Konuşmamız Arno’nun “Of böyle işte,” demesiyle bitti. Modunu düşürdüm senin de” deyince  “Zaten pek yoktu, seninle alakası yok” diyerek kapattık telefonu. Aynı yaşlarda yaşadığı ülkede farklı nedenlerle tedirginlikler yaşayan, gelecek kaygılı iki gençtik. İki gün sonra bu yazının son okumasını yaparken 23.5 Hrant Dink Hafıza Mekânı önünden sloganlar atan gruplar geçti. Arno’nun bahsettiği sıkışma ve cezasızlıktı bu.

 “Hem kadınım hem Ermeni. Her birinin baskısı ayrı”

Adını vermek istemeyen kadın arkadaşım “Hem Ermeni, hem kadın hem de anneyim, her birinin ayrı baskısı var” diyerek söze giriyor:

“İstanbullu Ermeni bir ailenin kızıyım. Babamın işleri nedeniyle yedi yaşıma kadar İstanbul dışındaydık. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel anılar o şehirdeydi. Orada Ermeni okulu yoktu, dolayısıyla kardeşimle evimize yakın bir devlet okuluna gittik. Ermeniceyi ailemizden öğrendik,  hatta ödevlerimizi yaptıktan sonra annenin eski Ermenice kitaplarından çalıştığımızı hatırlıyorum.

“2000 yılında hem yine babamın iş değişikliği hem de ailemin bizi Ermeni okuluna göndermek istemesiyle İstanbul’a yerleştik. Tabii ilk zamanlar özellikle Ermenice konusunda bocaladık, ama kısa sürede hallettik. İstanbul’da Kurtuluş’a yerleşmiştik, hâlâ da orada oturuyoruz. Burada daha çok Ermeni yaşadığı için daha güvende hissederiz, ama yine de küçükken “Sokakta Ermenice konuşmayın,” dendiğini hatırlıyorum. Mesela eskisi kadar rahatça sokağa çıkıp oynayamıyorduk, annem hep bizi pencereden izliyordu.

Ailemizden “Ermenice konuşmayın, Ermeni olduğunuzu belli etmeyin” uyarıları alırken okulda dilimizi ve kültürümüzü kaybetmemizden korkan yaşlı öğretmenlerimiz Ermenice konuşmamızı isterdi. Bir yanımız yasak olduğunu söylerken bir yanı konuş diyordu. Belki de ailelerimizin o uyarılarındandır bilemiyorum, Ermenice dersinde bile Türkçe konuşurduk.

Biz o zamanlar neden böyle olduğunu anlamıyorduk, ama okula gelen tehdit mesajlarını, kapılara koyulan işaretleri, bugün evden çıkmayın uyarılarını hatırlıyorum. Bunlarla büyüyünce ister istemez tedirgin oluyorsun. Mesela insanlar ismimi duyunca kim olduğumu, nereli olduğumu anlamaya çalışır. “Ermenice konuşmayın” diyerek büyütülen bizler için bu bir tedirginlik nedeni.

‘Bitecek bir tedirginlik değil bu’

Şimdi alıştım, belki bizim nesil daha da cesaretlenmiştir ama bitecek bir tedirginlik değil bu. Yolda birkaç kelime Ermenice bir şey söylesem bakışları üzerimde hissediyordum. Hangi dili konuştuğumuzu merak ettikleri için mi bakıyorlardı, yoksa farklı bir düşünceleri mi vardı bilemediğimiz için haliyle tedirgin olurduk.

Kızımla Ermenice konuşuyorum, anadilini öğrensin istiyorum. Çocuk doğduktan sonra tedirginlikler de arttı. Düne kadar biz ne yapacağız diye düşünürken, şimdi bir de o ne yapacak sorusu çıktı. Belki ben bireysel olarak bir saldırı ya da tehdit yaşamadım ama onun başına bunlar gelir mi, o zamana kadar her şey yoluna gider mi bilemiyorum, korkuyorum. Belki biz 1915 soykırımını veya 6-7 Eylül’ü bire bir yaşamadık ama bu tedirginlikle büyütüldük. Hrant Dink’in öldürülmesiyle bu tedirginlik arttı. Fakat o zamana kadar apolitik olan bir nesilde bir şey değişmeye başladı. Takip etmeye, araştırmaya ve bilinçlenmeye başladık

‘Kimliğimizi korkmadan yaşayacağımız günler çok uzak bir hayal’

Ermeni kimliğime bakınca bu tedirginlikleri yaşıyorum bir de bir kadın olarak güvencem yok, çocukların başına gelenleri duyuyoruz, ekonomik durum kötü. Dünyanın her yerinde böyle şeyler var ama Türkiye’de çok fazla ve önüne geçecek bir yargı sistemi yok.

Açıkçası burada bir gelecek düşünmüyorum. Ne kadar umut etsem de maalesef birileri hâlâ cehalet, nefret ve kin içinde yetişiyor. Ayrımcılık hep devam edecek. Önceki kuşakla aramızdaki en büyük fark bu bence. Onlar burada doğmuş büyümüşler, acılar yaşamışlar terk etmek istemiyorlar. Ama biz bu konuda daha rahatız, Amerika’ya, Avrupa’ya gidenlerin sayısı çok fazla.

Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki savaş ve artan nefret söylemleri elbette beni çok tedirgin ediyor. Orada akrabalarım var, çok üzülüyorum. Farklı etnik kimlikleri barındıran bir ülke olarak iki ülke arasındaki savaşa dahil oluyor ve nefret söylemlerinde kendi halkını tedirgin ediyor. İşte böyle olunca biz de hemen aynı tedirginlikle 6-7 Eylül gibi bir şey yaşanır mı, bizi ülkenize gidin diye gönderirler mi,  sokakta yürürken başımıza bir şey gelir mi diye düşünüyoruz. Kızım için, ailem için tedirginim. Eşim ve çocuğumu alıp gittim diyelim, geride bıraktıklarım ne olacak?

İşte tüm bunlar bende ‘Kimliğimizi korkmadan yaşayacağımız, rahat ve huzurlu bir hayat için buradan gitmemiz gerekiyor,’ hissini yaratıyor. Ne bizden öncekiler ne de bizden sonrakilerin rahat yaşayacağını düşünmek uzak bir hayal.” (IG/EMK)

Manşet görseli: Nor Zartonk

http://bianet.org/bianet/insan-haklari/232302-ermenilerin-mirasi-kusaklar-arasi-tedirginlik

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın