İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kılıcı kutsama kılıfının kökeni – II : Kılıç hakimiyetinde hutbe

Bekir YAKIŞTIRAN

Bilindiği gibi Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Ayasofya’da elinde kılıç olduğu halde minbere çıkarak Cuma namazı hutbesini okuması haklı olarak ülkede yoğun tartışmalara yol açmıştı. Biz de yapılan tartışmaların daha çok akademik boyutuna katkı olsun diye bir önceki çalışmada; Hz. Muhammed’e isnat edilen “Cennet, kılıçların gölgeleri altındadır” rivayetinin ‘zayıf’ yani doğru olmadığını bu nedenle kılıcı kutsayan söz konusu rivayetin hadis ilmine göre delil olarak ileri sürülemeyeceğini belirtmiştik. Bir önceki çalışmanın ikinci kısmını oluşturan bu çalışmada ise hidayet ve itaati kılıç hâkimiyetinde temellendiren bir hutbe tarzının İslam diniyle ilişkisi değerlendirilecek ve hatibin elinde kılıç olduğu halde hutbe okumasının gerek fıkhî (hukukî) gerekse tarihî olarak Kuran ve Sünnette karşılığının ne olduğu sorusuna cevap aranacaktır.

Allah Resulü’nün hutbeyi okuyuş tarzı ve okuduğu hutbelerin içerikleriyle ilgili rivayetler değerlendirildiğinde şu hususların öne çıktığı görülmektedir: Mekke döneminde (610-622) sadece vakit namazları kılınmaktaydı ve vakit namazlarının edasında hutbe okuma hükmü yer almazdı. Dolayısıyla Mekke döneminde hutbe okuma pratiği hiç yaşanmadı. Edasında hutbe okumayı gerektiren Cuma ve Bayram namazları ise Medine döneminde farz kılınmıştır. Nitekim ilk Cuma namazının kılınmasıyla hutbe, hicretin birinci yılında yani 622 yılında okunmaya başlanmıştır. İlk bayram namazının edası ise hicretin ikinci yılında yani 624 yılında Hz. Muhammed ayakta ve musallada hutbe okuyarak kıldırmıştır (İbn Sa’d, 1968: 1/249). Bu durumda önce şu sorunun cevabını irdelemeye çalışalım: Peygamber (a.s.), hayatında bir kez de olsa kılıçla minbere çıkıp hutbe okumuş mudur?

Konu ile ilgili kaynaklar incelendiğinde Cuma ve bayramda namazlarında Hz. Muhammed tarafından okunan hutbelerle ilgili hadis kaynaklarında üç farklı pratiğin varlığı dikkat çekmektedir:

I- Bunlardan ilki Hz. Muhammed’in herhangi bir nesneye dayanmadan kendi ayakları üzerinde durarak hutbe okuduğu şeklindedir (el-Karavî, 2006: 5/405-406).

II- İsnadı sahih olan bir hadis metninde ise Hz. Muhammed’in özellikle bayram namazlarında deve üzerinde hutbe okuduğu şeklindedir (İbn Mace, 2009:2/330-331, no: 1286; Abdurrazzak es-San’anî, 1983:3/281-282, No:5637).

III- Bir diğer farklı rivayette de; Hz. Peygamber’in hutbe okurken asa veya yay gibi bir nesneye dayandığı haberi yer almıştır (İbn Hanbel,1991:VI/ 403-404; Ebû Davud, 1996: 1/331).

Ancak üçüncü rivayet metninde geçen ‘yay’ sözcüğü, isnattaki sorun nedeniyle hadis ilmine göre sahih (doğru) değildir. Başka bir ifade ile ‘yay’ kelimesi sonradan metne eklenmiştir. Nitekim rical tarihi sahasında önemli bir boşluğu dolduran ve en eski kaynaklardan birinin yazarı olan İbn Sa’d(ö.844), aynı konuya değinerek; Peygamberin hutbe okurken sadece asaya dayandığını kaydetmiş ve eserinde ‘yay’ sözcüğüne yer vermemiştir (Bk. 1968:1/250). Ayrıca Hz. Peygamber’in hutbe okurken ‘yay’ gibi bir nesneye dayandığını rivayet eden kişi, sahabiliği pek de sarih olmayan Hakem b. Hazn’dir (Ebu Davud, 1996:1/331,no.1096). Ancak bu rivayetteki esas sorun, isnadında yer alan Şihab b. Hiraş adlı bir râvinin varlığıdır (el-Beğavî, 2000: 2/103). Zira bu râvî, rical bilginleri tarafından zayıf görüldüğünden ( İbn Hibban, 2000: 1/459), aktardığı haber de “Hadis Usulü” ilmine göre muteber görülemez ve delil olarak kabul edilemez.

Metinde ‘yay’ sözcüğünün geçtiği bir diğer rivayet de sahabeden sayılan Bera b. Azib’ den nakledilmiştir (İbn Hanbel, 1991: 6/403-404). Ne var ki, bu rivayetin isnadında yer alan ve asıl adı Yahya b. Ebî Hayye olan râvî Ebû Cenab el-Kelbî, başta Buharî (Mizzî, 1992: 31/286) ve Nesaî (1986:250) olmak üzere, Darekutnî (ö.995) ve Ebu Zür’a (ö. 894) tarafından şiddetle ta’n edilmişler, Ebû Hafs el-Fellâs (ö.864) ise Onu metrûk (terk edilmiş) olmakla suçlamıştır. (Mizan, 4/371). Hadis literatüründe bunun anlamı şudur: Haber uydurmadır. Dolaysıyla bu rivayet, hadis olarak tanımlanamaz ve hukukî bir mesele için delil olarak da ileri sürülemez.

Yukarıda zikredilen üç farklı rivayet arasında çelişki varmış görünüyorsa da aslında mezkûr rivayetler nedeniyle bir sorundan söz edilemez. Zira başta ünlü Hanefi bilgini es-Serahsi (ö.1090) olmak üzere muteber fıkhî kaynaklarda başlangıçta Hz. Muhammed’ in hutbeleri hiçbir nesneye dayanmadan ayakta ve tek bir hutbe olarak okuduğu şeklindedir. Ancak zamanla yaşının ilerlemesi nedeniyle hutbe arasında kısa bir ara için dinlenecek kadar oturduğu rivayetleri yer almaktadır (Serahsi, 1989:2/26). Bu nedenle yukarıda verilen üç ayrı rivayetin varlığı, yani Hz. Muhammed’in hutbe okurken desteksiz olarak sadece ayakları üzerinde durarak hitap etmesi, bir asaya dayanması ve deve üzerinde hutbe okuması, İslâmî bir sembol olsun diye değil, ilerleyen yaşıyla ilgilidir. Bu bakımdan sünnet olarak değerlendirilemez. Kaldı ki, farz-ı muhal sünnet olarak değerlendirilse bile bu durumda Müslümanlar için deve üzerinde de hutbe okuma zorunluluğu doğar. Aksi halde pratikte sünnetin terki yaşanmış olur.

Zaten mezhep ayrımı olmaksızın ilk dönem fakihleri arasında hutbenin bir asa veya kılıçla verilmesi gibi meseleler tartışılmadığı gibi gündeme bile gelmiş değildir. Dolaysıyla asıl meselenin Hz. Muhammed’in ilerleyen yaşıyla ilgili olduğu açıktır. Zira yukarıda belirtildiği gibi başlangıçta Allah Resulü Cuma ve bayram namazlarında ayakta ve tek hutbe okurken daha sonraları ilerlemiş yaşından ötürü ayakta fakat bir nesneye dayanarak hutbe okuma ihtiyacını hissetmiştir. Nitekim Hz. Muhammed bir gün Cuma namazından sonra çevresindekilere ayakta hutbe okumanın zorluğuna değinerek şikâyetini şöyle dile getirmiştir: “ Ayakta durarak, hutbe okumak artık bana meşakkat ve zahmet veriyor!” (İbn Sa’d, 1968:1/250).

Görülüyor ki, Hz. Muhammed’in yorum gerektirmeyecek kadar açık bir ifade ile ayakta hutbe okumanın kendisine meşakkatli geldiğini bu nedenle bir asaya dayanma ihtiyacını hissettiğini, yoksa dinî bir ritüel olsun diye yapmadığını açıkça belirtmişlerdir. Durum bu kadar sarih ve vazıh iken, Cuma namazının ayrılmaz bir parçası olan hutbede eli kılıçlı din görevlisi nasıl peyda olmuştur? Sahih hadis metinlerinde ‘kılıç’ kelimesi hiç geçmediği halde asa, nasıl ve niçin kılıca dönüşerek camiye gelen insanlar için bir tehdit unsuru olarak kullanılmıştır?

Bilindiği gibi İslam tarihinde ilk kez Emeviler döneminde (661-749) inşa edilen ‘Minber; daha çok camilerde hatibin hutbe okurken cemaat tarafından daha iyi görülmesi ve sesinin daha iyi duyulması amacıyla yapılan basamaklı kürsüye denir. ‘Hutbe’ ise; hatibin bir topluluğa hitaben yaptığı nasihat amaçlı etkileyici konuşma anlamına gelmektedir. Ancak burada söz konusu olan hutbe, İslamî literatüre göre Cuma namazının bir parçasıdır ve asla hutbesiz Cuma namazı eda edilmiş sayılamaz. Gerçi Cuma namazı ile ilgili nazil olan ayette; alış verişin bırakılarak yalnızca namaza gidilmesi istenmiş ve ayette hutbe sözcüğüne yer verilmemiştir (62: 9-11). Hatta Kuran’da ne “hutbe” kelimesi, ne de “hatebe” (hitap etti) fiilinin ıstılahî manada yer almamış olması de ayrıca kayda değer bir not olarak zikretmek gerekir. Fakat müfessirler ayette geçen “ez-zikr” kelimesinden kastın hutbe olduğu konusunda hemfikirdirler ( Burhaneddin el-Buhari, el-Muhitu’l-Burhânî, 2004: 2/62).

Ancak hutbeye dair yapılan ilk önemli tahrif, Emevi despotlarının daha çok Hanedanlarının çıkarlarını koruma ve artırmaya yönelik eğilimleri nedeniyle ırkçı bir bidati ihdas etmiş olmaları (Vensınck, İA, 1993: 5-1/618) ve bu ırkçı rejimin yıkılmasından sonra kurulan tüm ceberut hanedanların bu ırkçı bidati daha da sistemleştirerek sonuna kadar istismar etmenin keyfini yaşamış olmalarıdır.

Esas komumuza dönecek olursak sadece hadis kaynaklarında değil, ilk dönem fıkhî kaynaklarda da hutbe okunurken hatibin bir nesneye dayanmasının sünnet olduğuna dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Örneğin, bu konu ile ilgili Ebû Cafer et-Tahavî’ nin (ö.933) bir el kitabı mahiyetinde yazdığı “el-Muhtasar” adlı eseri, Hanefi fıkhının ilk eserlerinden biri gözüyle bakılmakta ve bu eserde kılıç veya benzeri bir nesne ile hutbe okunması gerektiği hususuna hiç değinilmemektedir ( Bk. 1370: 34-38).

Ayrıca Siyasi ve hukukî görüşleri nedeniyle dönemin hükümdarına (Doğu Karahanlılar) muhalif olduğu için uzun yıllar hapishanede yatmış olan bir diğer Hanefi fakihi (hukukçu) es-Serahsî’ yi (ö.1091) de vurgulamak gerekir. Hanefî fıkhına dair yazdığı ilk ve en hacimli eserinin yazarı olan Serahsî, Cuma namazı bölümünde kılıç dâhil hiçbir nesneden bahsetmemekte ve meselenin sadece Hz. Muhammed’in yorgunluğuyla ilgili olduğu hususunu teyid etmektedir (el-Mebsut,1989: 2/21-30). Keza 12. Yüzyılda yaşamış bir diğer Hanefî fakihi (hukukçu) Kasanî (ö.1191) de eserinde Cuma hutbesinde hatibin, Hutbe okurken bir nesneye (asa-yay-kılıç) dayanması gerektiğiyle ilgili görüş belirtmemiştir (1986:1/258-265).

Bu arada daha çok selefi çizgide meseleleri değerlendiren ve “Tatarhaniyye” nin yazarıyla çağdaş olan 14. Yüzyılın âlimlerinden İbn Kayyım el-Cevziyye’ nin (ö.1350) konu ile ilgili asırlar önce dile getirdiği görüşlerini de burada aktarmakta yarar vardır: “Hz. Peygamberin kılıca dayandığına dair herhangi sağlam bir bilgi söz konusu değildir. Ancak bazı kimseler, Hz. Peygamberin kılıca da dayandığını zannediyorlar. Güya bununla İslam dininin kılıçla yayıldığına işaret edildiğini söylüyorlar. Hâlbuki bu iki açıdan uygun değildir. Birincisi: Hz. Peygamberin kılıca dayandığına dair hiçbir sağlam bilgi yoktur. İkincisi: İslam dini kılıçla değil, vahiyle yayılmıştır.” (el-Cevziyye, 1998: 1/182-183).

O halde ilk dönem Hanefî fakihlerinin hiçbir şekilde itibar etmediği ele kılıçlı din görevlisi geleneğinin özellikle Osmanlı Devletinde revaç bulmasının dayanağı nedir? Görüldüğü kadarıyla bu görüşün açıkça dile getirildiği kaynak, Molla Hüsrev’in referans gösterdiği Âlim b. Âlâ’ nın (ö.1384) fıkha dair eseridir. Gerçek ismi hakkında bir konsensüs yoksa da mezkûr zat, “Tatarhaniyye fî’l- fetava” adlı eserini dönemin âdeti gereği Delhi Sultanı III. Fîrûz Şah Tuğluk’a (1351-1388) takdim etmesi gerekirken onun bir kumandanı olan Tatar Han’a takdim etmesi ve kitabını onun adıyla isimlendirmesi çeşitli görüşlerin ileri sürülmesine sebep olmuştur. Kimi kaynaklara göre de Âlim b. Âlâ, eserini komutan Tatar Han’ın isteği üzerine ve onun himayesi altında yazdığı için onun adına izafeten kitabına Tatar Han’ın ismini verdiği ileri sürülmüştür ( Kâtip Çelebi, 1941: I/ 268).

Belki de temel sorun, referans açısından İslâm’ın temel kaynaklarından (Kuran ve Sünnet) yoksun olan ve bu nedenle bidat sayılan Tatarhaniyye’ deki görüşün kimi Osmanlı fakihleri tarafından sorgusuz sualsiz kabul görmesidir. Söz konusu görüş Osmanlı dönemine ait iki önemli eserde yer bulabilmiştir: İlki, Osmanlı Padişahi II. Mehmet Döneminde (1451-1480) müftülük ve müderrislik yapmış olan Molla Hüsrev’in (ö.1480) fıkha dair eseridir. Osmanlı devletinin bir nevi yarı resmî hukuk eseri olarak değerlendirilen bu kitapta hatibin kılıçla hutbe okuması konusunda şöyle denilmiştir:“ Kılıç zoruyla fethedilen şehirlerde, hatip minber üzerinde kılıç ile hutbe okur. Bu, ahaliye bu şehrin kılıç ile fethedildiğini, şayet irtidad ederlerse onlarla yine savaşılacağını gösterir. Barış ile İslam’a giren şehirlerde ise, hutbe kılıçsız okunur. Medine, kılıçsız fethedildiği için hutbe kılıçsız, Mekke kılıçla fethedildiği için hutbe kılıç ile okunmalıdır. Tatarhaniyye’ de böyle zikredilmiştir (Molla Hüsrev, 1308: 1/141). Oysa bu görüşün Kuran ve Sünnette karşılığı olmadığı gibi pratikte de bir dayanağı söz konusu değildir. Zira Mekke’yi fetheden Hz. Muhammed’in kendisi fetihten hemen sonra Mekke halkına hitaben kılıçsız olarak hutbeyi okumuştur.

Kılıçla hutbeye çıkma görüşüne yer veren ikinci eser ise, 19. Yüzyıla aittir. Osmanlının son dönem âlimlerinden biri olan İbn Abidin (ö.1836), Molla Hüsrev’in görüşünü tekrar etmekle birlikte konuya sahih ahkâm hadislerinden yoksun ve tam bir işgüzarlık örneği olan şöyle bir cümle eklemiştir: “İmam hutbeye kalkarken kılıcı sol eline alır ve ona dayanarak okur” (Reddu’l-Muhtar, 2003: 3/40-41).

Yukarıda zikredilen delillerin ışığında konu değerlendirildiğinde meselenin özü şudur: Hukukî anlamda kılıçla hutbeye çıkmak gibi bir konu 14. Yüzyıla kadar gündeme gelmemiştir. Daha sonraları Hanefî mezhebine mensup kimi fakihler (Âlim b. Âlâ-Molla Hüsrev-İbn Abidin) bu konuya değinmişlerse de İslâmî karşılığı bulunmamakta ve daha çok gelenek olarak süregelmektedir. Kaynak olarak ileri sürülen rivayetlerin metinlerinde de “kılıç” sözcüğü geçmediği halde, Hanefi mezhebine mensup fakihler, kılıç sözcüğü rivayet metinlerinde varmış gibi meseleyi sunmakta, bu da haberi aktaran esas raviye iftira anlamını taşımaktadır. En önemlisi ise mesele, İslam’ı tahrif ve tağyire yönelik bilinçli bir girişim anlamını taşımaktadır. Zira “kanunilik ilkesi” ne aykırı yani İslamî tabirle “nass” ta karşılığı bulunmayan bir pratiğin ibadet kapsamına alınması veya pratiğe dinî görünüm verilmesi açıkça meşum bir bidattir. Unutulmamalıdır ki, kılıca dayalı din ve ideolojiler taraftar bulamamışlar, keza kılıca dayalı devletler de pâyidar olamamışlardır. Bu nedenle camiye gelen insanların din adamı statüsündeki kişiler tarafından açıkça tehdit edilmeleri mazur görülemez. Malûm olan bir mikyas vardır; kılıçla bedenlere hüküm edilebilir ama kalplere asla hüküm edilemez.

Saray mensubu Osmanlı fakihlerinin bu geleneği benimsemeleri aslında İslam’ın ulvî hedeflerine ve dinin nüzul sebebine ne kadar sathî baktıklarının de bir göstergesidir. Ayrıca Osmanlı tarihinin yükseliş dönemi fakihi olan Molla Hüsrev’in kutsiyet izafe ettiği kılıcın getirisi olarak yağma, talan, sayısız köle ve cariyenin devlete sağladığı katkıyı de hesaba kattığı söylenebilir. Başka bir ifade ile monarşik düzenin fakihleri, asayı kılıca çevirmekle, meselenin dinî boyutundan çok malî boyutunu öne çıkarmışlardır. Ayrıca şu hususun de altı çizilmelidir; müstebit hükümdarların emrine uyarak, cami cemaatine kılıçla gözdağı vermeyi meşru görenlerle taht uğruna sıfır yıl yaştaki bebeklerin geleceklerini okuyarak(!) katledilmelerine sözde fetva verenler aynı zihniyetli kişilerdir. Bilindiği gibi Kuran bu gibi kişileri, karakterinin kötülüğü yüzünden sahip olduğu dini bilgileri ceberut rejimler lehinde dünya menfaatlerine âlet edenleri “Belam” olarak nitelendirmektedir.

Aynı zamanda bir akademisyen olan Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Erbaş, Twitter hesabı üzerinden: “Kılıçla hutbe okumak bizim tarihimizde ve geleneğimizde var olan, yaygın bir uygulamadır” diyerek, kılıçla hutbeye çıkmanın aslında Sünnet değil, bir Osmanlı geleneği olduğu sözünü sarf etmekle bir gerçeğin altını çizmiştir. Ancak kendileri de çok iyi bilirler ki, gelenekleri ibadetin bir ilkesiymiş gibi eda etmek her şeyden önce bidattir, bidat ise dalalettir (Nesai, 2005: 400). Zira hutbe, Cuma namazıyla ilgili ayette kastedildiği gibi düzenli bir zikirdir (ibadettir). Zikirde saygınlığa aykırı sözler ve tehditkâr davranışlara yer verilemez (Kasanî, 1986:1/262).

Bu arada Saray mensubu Osmanlı fakihlerinin ‘asa’yı bahane ederek işi asadan kılıca götürmesi, tam anlamıyla bilinçli bir saptırma olarak değerlendirmek gerekir. Ayrıca ilk zamanlarda Hz. Muhammed’in hiçbir nesneye dayanmadan hutbe okuduğuna dair çok sayıda rivayet de mevcuttur. Bu durumda Osmanlı geleneğinin fakihleri, neden asa’lı rivayeti sünnetin kaynağı olarak görmek istemediler de kılıcı kutsamayı yeğlediler ya da hiçbir nesneye dayanmadan okunmuş hutbe pratiğini sünnet olarak değerlendirmediler? Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı saray fakihlerinin ahkâm hadislerinde geçen asayı, açık bir tahrifatla kılıca çevirerek din görevlilerinin ellerine kılıcı vermekle monarşik rejimi korumayı, yağma gelirlerini daim kılmayı, monarşik düzenin muhaliflerini etkisiz hale getirmeyi ve bu düzenin önündeki engelleri kaldırmayı hedeflemişlerdir. Böylece insanlar için özü nasihat olan din, kılıçla özdeşleştirilerek, tedhiş ve tehdidin aracı haline getirilmiştir.

Ne var ki, camiye gelen insanlara sarık-cübbe kisvesi altında keskin kılıç gösteren bir anlayışın İslam dininde yeri olmadığı gibi nüzul amacı rahmet olan bir dinin ilkelerine de ters düştüğü aşikârdır. Zira rahmet için gönderilmiş bir dinin mensuplarına tehdit ve şiddet unsuru olan kılıcı göstererek hitap etmenin her şeyden önce mabetlerin kutsiyetine aykırı olduğu bilinmelidir. Zira mabetler tarih boyunca insanlar için can güvenliğinin sığınağı olarak görülmüştür. Bu açıdan Saray mensubu Osmanlı fakihlerinin (hukukçu) hukuku değil, kılıcı öne çıkarmaları ibret vericidir. Zira tarihte olduğu gibi günümüzde de bir devletin kaim olması; kılıçla değil, hukukla mümkün olabilir. Ayrıca ibadet adı altında kılıç tehdidiyle insanları İslâm dairesi içerisinde tutmayı yegâne metot olarak görenlerin, İslâmî ve insanî bilinç noktasında sorunlu olduklarının de bir tezahürüdür.

Maalesef monarşik rejimler, sadece hutbe okuma tarzını değil, hutbenin içeriğini de tahrif etmişlerdir. Hz. Muhammed’in hutbelerinde muhteva; nasihat, adalet, eşitlik, sosyal yardımlaşma ve takva gibi ilkeler iken Emevilerden başlayarak gelen sonraki rejimler tehdit, tedhiş, kutuplaşma, kin ve nefreti aşılayan hutbeler okutmuşlardır.

Örneğin Hz. Muhammed’in Medine’ye hicret etmek üzere yolda Kuba denilen yerde okuduğu ilk Cuma namazı hutbesinde insanlara sosyal yardımlaşmayı tavsiye ederken (İbnü’l-esir, 1970: 2/99) Medine’de okuyacağı ilk hutbe ise özel bir öneme haizdi. Acaba Medine’de okuyacağı ilk hutbede Hz. Muhammed, günümüz deyimiyle Müslümanları çeşitli iç ve dış güçlere karşı uyaracak mıydı? Hutbede, Medine’de Müslümanlarla iç içe yaşayan Yahudilere yönelik nasıl bir üslup kullanacaktı? Bilindiği gibi Peygamber’in hicret ettiği kent olan Medine ve çevresinde Müslümanlar için yegâne rakip topluluk hiç şüphesiz Yahudilerdi. Ayrıca Gayri Müslim olan iki komşu devlet daha vardı; kuzeyde Bizans İmparatorluğu ve doğuda Sasaniler bulunmaktaydı. Bu nedenle Hz. Muhammed’in Medine’de okuyacağı ilk hutbe her bakımdan önemliydi. Fakat O, hutbesinde ne inanç toplulukları arasında kutuplaşmayı körüklemiş ne de muhalif topluluklara karşı kin ve nefret pompalamıştı. En eski İslam tarihi kaynaklarından biri olan İbn Hişam’ın (ö.833) geniş yer verdiği hutbenin içeriği sadece yardımlaşmaydı: İnsanlardan infakta bulunmalarını eğer bunun için malî güçleri yoksa tatlılık ve iyilikle bir söz söylemelerini tavsiye etmişlerdi (es-Sire, 1990: 2/142).

Mekke’nin fethi (630) sırasında da Mekkeliler, Mescid-i Haram’a sığınarak, Kâbe’nin çevresinde Hz. Muhammed’in ne yapacağını merakla beklerken O, Kâbe kapısının eşiğinde ayakta durmuş ve iki eliyle kapının sövelerine tutunarak (Vakidi,1965:2/835-836) ırkçılığa karşı insanların eşitliğine vurgu yaparak şöyle buyurmuştu:

Ey İnsanlar! İyi biliniz ki, bütün cahiliye adetleri, bütün mal ve kan davaları artık hükümsüzdür. Allah sizden cahiliye gururu ve soylarla övünüp böbürlenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem ise topraktandır. Allah sizi bir erkekle bir dişiden yarattı ve tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdı. Allah katında en şerefliniz, Allah’tan en çok sakınanınızdır. Gidiniz hepiniz serbestsiniz” (İbn Hişam 1990:4/54-55). Ben de kardeşim Yusuf gibi derim ki: “Bugün size bir kınama ve ayıplama yoktur. Allah sizi mağfiret etsin.” (İbn Sa’d, 1968: 2/142).

Altı çizilmesi gereken şu hususu de vurgulamak gerekir: Geçmişten günümüze İslam tarihinde fetih adı altında ele geçirilen hemen tüm yerleşim birimleri, yağma ve talan edilmiş, kadın-erkek herkes esir muamelesine tabi tutulmuş ancak Mekke şehri bir istisna olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed’e karşı yapılan tüm savaşların başını Mekkeliler çektikleri halde, hutbede onların yaptıkları kötülüklerin yüzlerine vurulmaması ve Mekkelilerin hakaret görmemesi de kayda değer diğer tespitlerdir.

Hz. Peygamber’in okuduğu son hutbe olan ve bu nedenle “Veda Hutbesi” adıyla bilinen hutbede de insanların can ve mal güvenliğinin dokunulmazlığına, cahiliyeden kalma faizlerin artık geçersizliğine, insanların eşitliğine ve kadınların hak ve hukukuna riayet gibi hususlara vurgu yapması dikkate değer mesajlardır (Vakidi, 1965: 3/1103).

Görülüyor ki, Allah Resulü kılıçsız olarak insanlara hitaben okuduğu hutbelerde ahlaki prensiplere riayet etmiş, edebe mugayir ifadeler sarf etmemiş, kaba ve kırıcı davranmamış, muhaliflerine karşı kin ve nefret aşılayıcı ifadelere yer vermemiş, hiçbir kesime karşı ayrıştırıcı dil kullanmamış, din, dil, ırk ve mezhep ayrımı gözetmeksizin, “Ey insanlar” hitabını esas almıştır. Oysa İslam tarihi boyunca iktidar sahipleri, camileri ve dolaysıyla minber ve hutbeleri iktidar kavgalarının merkezi propaganda mekânı haline getirmişlerdir. İsyan eden, başkaldıran ve iktidar yarışına katılanlar önce camileri ele geçirerek minberden tiranlıklarını ilan etmişler ve bu kürsülerden okunan sözde hutbelerle muhaliflerini karalayarak din üzerinden halkları birbirine kırdırmışlardır.

İktidarı ellerinde bulunduran monarşik rejimin despot hükümdarları, sadece Allah’ın isminin anıldığı yer olan mabetleri (Hac:40) kılıçlı mekânlara çevirmekle yetinmediler aynı zamanda Hz. Muhammed’in, özü nasihat olan model hutbelerini hem biçim hem de içerik yönünden tahrif ettiler. Hutbe okuma adabını yok sayarak; toplumun bir kesimini diğer bir kesime karşı kışkırtma, toplumu oluşturan tabakalar arasında kin ve nefrete yol açacak ifadelere yer verme, toplumu kriminalize ederek kimi şahıs, grup, kavim, mezhep veya cemaatleri hedef gösterme ve şeytanlaştırma taktiğini tarih boyunca kendileri için ana hedef kabul ettiler. Ayrıca monarşik rejimler, bu amaca ulaşmak için de din perdesi altında hutbelerin içeriklerini muhaliflerinin aleyhinde olacak biçimde hazırlatıp cami cemaatini kin ve nefretle donatarak muhaliflerinin üzerlerine saldırtmak suretiyle İslam’a yapılabilecek en büyük kötülüğü işlediler.

Tarihte bunun en ibret verici örneklerinden biri Sünnîlik dünyasında “Kütüb-i Sitte” olarak bilinen altı hadis kitaplarından birinin de müellifi olan Ahmet b. Ali en-Nesaî’ye (ö. 915) yapılan linç olayıdır. Bu trajik hadisenin nedeniyse Emevî Halifesi Muaviye b. Ebi Süfyan’ın (661-680) valilere gönderdiği bir genelge ile câmi minberlerinde okunan hutbelerde İmam Ali ve Ehlibeytine küfretme ve onları kötüleme emrinin çirkinliğiydi (Mesûdî, 1986:2/471; İbnü’l-Esir, 1987:3/326). Şöyle ki aslen Horasan’ın Nesâ şehrinden olan hadis bilgini Ahmet b. Ali en-Nesâî, seyahat amacıyla Mısır’dan ırkçı Emevî rejiminin eski başkenti olan Şam’a gitmiş ancak şehrin camiinde İmam Ali’ye küfredilmesine tepki gösterince, Ali yanlısı olduğu gerekçesiyle cami cemaati tarafından linç edilmiş ve Nesâî aldığı darbelerle hayatını kaybetmişti (Safedi, 2000: 6/256-257; İbn Hallikan,1978: 1/77-78).

Emevi rejiminin bir diğer ırkçı despotu Abdülmelik b. Mervan’ın (685-705) Irak temsilcisi Haccac b. Yusuf’un Kufe camisinde cemaate hitaben okuduğu hutbenin üslup ve içeriği de tam bir dehşet ve vahşet örneği olup şöyle idi: “ … Olgunlaşmış ve koparılma zamanı gelmiş kelleleri sarıklar ile sakallar arasında kanları akarken görür gibiyim… Allah’a yemin ederek söylüyorum, üç gün sonra evinden uzak birisini görecek olursam, boynunu uçurur, evini talan ederim” (İbnü’l-Esir, 1987: 4/138-140).

Bir ilginç olay de Abbasi Halifesi despot Muktedir Billah (908-932) döneminde gerçekleşmiştir. Halife; Bağdat, Kufe, Vasıt, Basra, Ahvaz ve Isfahan Sevadları (arazi) ile Fırat Nehri çevresinde bulunan köy ve kasabaları veziri Hamid b. Abbas’a iltizam olarak vermiş ancak Vezir ve diğer komutanları iltizamı bahane ederek halkları iliklerine kadar sömürmeye başlamışlardı. Yapılan sömürüye tepki gösterilmesi üzerine de camilerde okunan hutbelerle halklara tevekkül aşılanmaya çalışılmış, bunun üzerine halklar çaresiz olarak isyan ederek camilere saldırmışlar, hatipleri tartaklamışlar, minberlere hücum edip kırmışlar ve şehirde karışıklıklar çıkarmışlardı (İbn Kesir, 1991:11/131; İbnü’l-Esir, 1987:6/503).

Bu arada Selçuklu Sultan’ı Tuğrul Beyin (1040-1063) mezhep taassubunu cami minberlerine taşıması de aslında dinî literatürde namazın bir parçası olan hutbenin nasıl istismar edildiğinin acı bir örneğini teşkil etmektedir. Sultan’ın emri üzerine Horasan’da cami minberlerinden okunan hutbelerde Şafiî ve Şiî mezheplerine mensup insanlara lanet okutulmuş, buna tepki olarak da Horasan’dan birçok ünlü âlim, yurtlarını terk ederek başka diyarlara göç etmişlerdi (Ebu’l-Fida, 1997: 1/541-542). Oysa hutbe örneklerinde görüldüğü gibi Hz. Muhammed, minberden hitap ederken, fiilî savaş halinde olduğu müşrik ve Yahudilere bile lanet okumamıştı.

Sonuç olarak nass’ta (kanunilik ilkesi) karşılığı bulunmayan kılıçla hutbeye çıkma geleneği 14.yüzyıldan sonra Saray mensubu Osmanlı fakihleri arasında dillendirilmiştir. Hz. Muhammed’in hutbe okurken bir asaya dayanma ihtiyacını duyması, despot hükümdarlar tarafından fırsata çevirilerek; asa kılıca dönüştürülmüş ve mabede gelen halklara yönelik bir tehdit unsuru olarak kullanılmıştır. ”(Ey Elçi) Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi” (3/159) ayeti gereğince hutbe, sadece dinî nasihat amaçlı hitabelerden ibaret iken, iktidar sahipleri kirli emelleri uğruna yeni bir dizayn ile minber ve hutbeyi sonuna kadar muhaliflerine karşı kullanmışlar; halkın gözünden düşürmek ve şeytanlaştırmak için onları tekfir etmişler, lanetlemişler, hedef göstermişler ve hatta hutbelerde isimlerini Allah’ın isimlerinden daha çok zikrettirmişler, Allah’ın emirlerinden çok kendi emir ve direktiflerini hutbelerde seslendirmişlerdir. Öyle ki, dini bir özelliği olmadığı halde bu meşum gelenek (bidat) bütün hükümdarlara ait bir uygulama olarak asırlarca devam etmiş ve hükümdarların isteği olan bu gelene, Kuran’ın “belam” olarak nitelendirdiği saray âlimleri tarafından sözde fetva ile meşrulaştırılarak ibadetin bir parçası haline getirilmiş ve böylece İslam’a aykırı olduğunu bildikleri halde saray hizmetindeki âlimler, bilinçli olarak dalaleti hidayetle karıştırmışlardır.

Kaynakça

Kuran-ı Kerim Açıklamalı Meâli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları- Ankara-2002

el- Beğavî, Ebu’l Kasım, C. I-V, Mu’cemü’s-Sahabe, Daru’l-Beyan, Kuveyt-2000/1421

el- Buharî, Burhaneddin, el-Muhitu’l-Burhani, C. I-XXIV, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-2004/1424

el-Cevziyye, İbn Kayyım, Zadu’l-Mead, C. I-VI, Müessesetu’r-Risale, Beyrut-1998/1418

Çelebî, Kâtip, Keşfu’z-Zunûn, C. I-II, Meârif Vekâleti, İstanbul-1941

Ebu Davud, Sünen, c. I-III, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1996/1416

Ebu’l-Fida, el-Muhtasar, C. I-II, Daru Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1997/1417

İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, C. I-XIV, Daru Alimi’l-Kütüb, Riyad-2003/1423

İbnü’l-Esir, el-Kamil, C. I-X, Daru Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1987/1407 ve Usdu’l-Gabe-1970

İbn Hallikan, Vefayatu’l-A’yan, C. I-VIII, Daru Sadr, Beyrut-1978/1398

İbn Hanbel, Ahmet, el-Müsned, c. I-X, Daru’l Fikr, Beyrut-1991/1411

İbn Hibban, Kitabu el-Mecruhîn, C. I-II, Daru Samiî, Riyad- 2000/1421

İbn Hişam, es-Sire, C. I-IV, Daru Kitabi’l-Arabi, Beyrut-1990/1410

İbn Kesir, el-Bidaye, Mektebetü’l-Meârif, Beyrut- 1991/1412

İbn Mace, Sünen, C. I-V, Daru Risaleti’l-Alemiye, Dmaşk-2009/1430

İbn Sa’d, Tabakatu’l-Kübra, Daru Sadr, C. I-VIII, Beyrut-1968/1388

el-Karavî, İbn Osman, el-Muhassal, Daru Asime, Riyad-2006/1417

Kasanî, Bedaiu’s-Sanaî, C. I-VII, Daru Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1986/1406

Mesudî, Murûcu’z-Zeheb, C. I-IV, Daru Kütübi’l-İlmiye, Beyrut-1986/1406

Mizzî, Tehzîbu’l-Kemal fî Esmai’r-Rical, Muessesetü’r- Risâle, Beyrut-1992/1413

Molla Hüsrev, ed-Dürru’l-Ahkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm, C. I-II, Meârif Nezareti, Karaçi- 1308

Nesaî, Sünen, Daru Fikr, Beyrut- 2005/1425

Kitabu’d-Duafa ve’l-Metrûkîn, Daru Marife, Beyrut-1986/1406

Safedi, el-Vafî bi’l-Vefeyat, C. I-XXIX, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut-2000/1420

es-San’anî, Abdurrazzak, el-Müsannaf, C. I-XI, el-Mektebetü’l-İslamî, Beyrut-1983/1403

Serahsî, el-Mebsût, C. I-XXXI, Daru Marife, Beyrut-1989/1409

Tahavî, Ebu Cafer, el-Muhtasar, İhyau’l-Meârifi’n-Numaniye, Mısır-1370

Vakidî, Kitabu’l-Megazi, C. I-III, Alemü’l-Kütbüb, Beyrut-1965

Zehebî, Mizanu’l-İ’tidal, Daru’l-Fikr, C. I- IV, 1963/1382


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.