İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Kırmızı Buğday’dan Bitlis’in minarelerine; iktidarın gerçeklikle sorunu!

Vedat ilbeyoğlu

Çokça bilinen bir Ege türküsüyle başlayalım. Manisa menşeyli diye kayıt düşülmüştür ama Bergamalıların da ‘aslında bizimdir’diye itiraz ettikleri vakidir. 

TRT repertuarında “Kırmızı buğday ayrılmıyor sezinden” ismiyle geçen türkünün sözleri şöyle:

Kırmızı buğday ayrılmıyor sezinden/Mevlâm mevlâm versin güzellerin gencinden/Kim ayrılmış ben ayrılam eşimden/Yörü yörü dilber salma saçın sürünsün/Açıver açıver cepkeni elmas gerdan görünsün/Yol üstüne kura koymuş ilyeni/Ben istemem mavi şalvar giyeni/Ben isterim setre pantol giyeni/Yörü yörü dilber salma saçın sürünsün/Açıver açıver cepkeni elmas gerdan görünsün.

“Tamam da ne alaka?” diye soran sabırsız okuyucuya, TRT gibi bir devletlû kurumun bu sözleri nasıl alakalandırdığından bahsedelim önce.

KIRMIZI BUĞDAY VE ‘YUNAN GAVURU’!

TRT Türkü radyosunun ‘Öyküleriyle Türküler’ programında denk geliverdik de sözkonusu türkünün öyküsü şu mealde aktarıldı:

Manisa yöresi (elbette!) Yunan işgali altındadır. Köylünün elinde ne var ne yok alıp gidermiş ‘Yunan.’ Köylüler de tarlada kalan başakları, harman yerlerinde kalan süprüntüleri toplayıp öğütürmüş. Yaşlı bir kadın böyle böyle doldurduğu çuvalı sırtında, köyüne giderken, o aralar baskınlarıyla Yunan’a aman vermeyen (ama her nedense oralarda yalnız dolaşan!?) Arap Ali Osman Efe görür onu ve kadına yardımcı olmak üzere çuvalı sırtlar. Gelgelelim ‘Gavur Yunan’ da boş durmamış pusu atmıştır ötede ve vurulan Efe sırtında çuvalla birlikte düşmüştür, kan içinde. Uzatmayalım, Efe’nin kanı çuvaldaki buğdaylara bulanmış ve buğdaylar öylece kırmızılaşmıştır. Olay yerine gelip o ‘kırmızı buğdayları’ alan köylüler, ekim zamanı tohum olarak ekince, çok daha bereketli olduğunu görürler. Hem de kıpkırmızı buğdaylar vermiş, bu türkünün yakılmasına da vesile olmuştur, Efe’nin kanından renk almış o tohumlar…

Yani? O buğdayın kırmızılığında Yunan dahli ve dahi Türk’ün kanı vardır.

MAKSAT MUHABBET DEĞİL, KİNDÂRLIK EKMEK

Şimdi elinizi vicdanınıza koyup bi bakın; o sözlerle biz saf dinleyicilere anlatılan bu hikâyenin bir alakası olabilir mi? Sözlere bak, tefsire bak!

Sorulsa mesela; türküde geçen ve “salma saçı sürünsün” denilen “dilber” kim peki? Yanıt, yok!

Yine, “İlyeni”yle kastedilen, yöre diliyle “ileğen” yani ‘leğen’ olabilir mi acaba? Çamaşır yıkamak için yol üstüne kurulmuş leğense kastedilen, bize yutturulmaya çalışılan öyküyle ne ilgisi var?

Açıver açıver cepkeni elmas gerdan görünsün” dizesindeki ‘elmas’ da Yunan’ın zorla el koyduğu elmas gerdanlıktır herhalde!

Uydu mu? Uymadı ama sorun yok, uyduruyorlar işte!

‘Maksat muhabbet olsun’ diyeceğiz ama hiç de öyle değil. Maksat buğday yerine, ‘kin ve şovenizm’ ekmek maalesef.

Araştırsak, büyük ihtimal bir aşk, hasret, özlem ya da ayrılık öyküsüne çıkacak güzelim türkü, böylesine bir ‘düşman Yunan’ ajitasyonuna neden bağlanır acaba? Şimdi şu günlerde tırmandırılan ve tam da bu türküyü bu kurmaca ‘öyküyle’ dinlediğimiz gün, iktidar mahfillerinin, “önümüzdeki yüz yılın kaderini belirleyecek” dediği Doğu Akdeniz’deki gerilimle hiç mi bağı yoktur yani? Abartıyor muyuz? Olgunluğunun son demlerinde güneş altında giderek kırmızılaşan buğday başaklarını ‘Yunan zulmüne’ bağlayan böylesi uyduruk sunumlar çok daha abartılı değil midir sizce de…

Çok mu fesatız?

Bir örnek daha öyleyse:

BİTLİS’TE BEŞ MİNARE

Kaynak yine aynı, TRT yani.

Öyküsü anlatılan türkü ise yine çok bilinen “Bitlis’te beş minare.”

Onda da ‘Ermeni çetecileri’ başroldeymiş meğer!

Rus işgali sırasında ‘Ermeni çetecilerinin yakıp yıkıp viran ettiği’ Bitlis’e uzaktan bakan yaşlı bir ‘Türk köylüsü’nün yaktığı ağıtmış aslında. Köylü, oğlu ile birlikte savaş sonrasında Bitlis’e dönüyor. Şehrin hemen yakınındaki Dideban dağına varınca bakar ki şehir harabe durumda. Baba, (niye kendisi gitmiyorsa artık!) oğlunun şehre gitmesini ve kolaçan edip dönmesini ister. Oğlu, şehri yakından görüp döner ve uzaktan bağırır: ”Şehirde hiç kimse yok, sadece beş tane minare kalmış.” Bunu duyan babası da memleketinin bu haline dayanamaz ve bu türküyü yakmaya başlar. Anlatılan hikâye bu. Yersen!  

Her dizesinin sonuna ‘beri gel oğlan beri gel’ eklemesiyle okuyalım bakalım:

Bitlis’te beş minare/Yüreğim dolu yareİsterem yanan gelem/Cebimde yok beş pareTüfengim dolu saçma/Vururum benden kaçmaDoksan dokuz yarem var/Bir yare de sen açma

CEBİNDE BEŞ PARA YOKSA, ERMENİNİN SUÇU NE?!

Üzerinde çokça konuşulabilecek başka boyutları olan türkünün bilinen bu sözlerinde, bize anlatılan ‘Ermeni mezalimi’ni çağrıştıran en küçük bir iz var mı? Yok. “İsterem yanan gelem” diyen ama “cebinde beş parası” olmadığı için gidemeyen birinin mağduriyetinde Ermenilerin ne gibi bir günahı olabilir ki?! ‘Virâne Bitlis’e ağlayıp da “Vururum benden kaçma”  demek de neyin nesi oluyor peki?!

Maksat uydurmak işte. Kaldı ki yakından bilenlerin* malumudur; sözler tamamen masa başında uydurulmuş gibidir. Öncelikle Bitlis’te beş minare yok! Rus işgalinden önce ya da sonra hiçbir zaman da olmamış zaten. Daha Bitlis Emiri Şerefxan’ın ünlü “Şerefname” eserinde (1597), “Şehrin dört camisi” olduğu yazılıdır. Bu camilerin biri eskiden Ermeni kilisesidir ve İslam ordularının fethi sırasında camiye çevrilir ki ‘Kızıl Mescid’ adıyla da bilinmektedir.

Yine, 1600’lerde Bitlis’i ziyaret eden Kâtip Çelebi de “Şehrin ortasında taştan 21 göz köprü vardır. Dört büyük camii bulunur.” diyor…

Ayrıca ezginin aslı da Kürtçedir zaten.

Sûka Bidlisê çal e de were lawik tu were /Di bin da cot newal e de were cano tu were/Tu çû yî her dinalim de were lawik tu were/Ev çendik û çend sal e de were cano tu were/Bidlîsê çem û kanî de were lawik tu were/Kevotkan li ser danî de were cano tu were/ Dixwazim werim ba te de were lawik tu were/Rê dûr e kul xedar e de were cano tu were

Anlaşılan o ki, Kürtce klamlara Türkçe sözler uydurup repertuara kaydetme furyasına denk düşmüş, kafiye olsun diye de “beş minare” uydurulmuştur. Sonra da uyduruk türküye uyduruk hikâye gerekince de, “ah bu Ermeni’lerden neler çektik neler!” deyip çık işin içinden. Bitlis’te Ermeni çetecilerin yakıp yıkması diye bir şey de yok. Savaştan hemen önce Mela Selim ayaklanmasından söz edilir, ardından da 1915 Ermeni tehciri. Bitlis’in Çarlık Rusyasının işgali altında kaldığı altı ay süresince de öyle şehrin yakılıp yıkıldığı, katliam yapıldığıyla ilgili bilgisiyle de karşılaşmıyorsunuz. Böylesi sonradan uydurulmuş anlatımlar dışında ki bunların da ciddiye alınır bir yanı yok.

ORTAK TATBİKATA ‘TÜRKÜ’ DESTEĞİ

Düşünsenize, zaten gerçek kaynağını belirtmeyip uyduruk sözlerle üzerinize geçirdiğiniz bir esere, ikinci bir arsızlıkla tüy dikip, alakasız ve ‘düşmanlaştırıcı’ hikâyeler uyduruyorsunuz.

Tam da Ermenistan ile ihtilaf yaşayan Azerbaycan’ı daha bir fişeklemek için birlikte tatbikat yapılırken böylesi hikâyeleri boca ediyorsunuz bir yandan da…

Milli Savunma Bakanı, ortak tatbikat alanında, “Bizim tarihimiz, dilimiz, irfanımız, kültürümüz bir. Canımız bir, kanımız bir. Bizim ayrımız, gayrımız yoktur… Atalardan emanet olan kardeşlik bağını ele ele vererek gelecek nesillere bırakacağız” derken, TRT’nin de “Ermenilerle düşmanlık bağını gelecek nesillere aktarmak” kaygısında olduğunu söylemek abartı sayılmasa gerek. 

Tesadüf değil, birbirine uyan ve tamamlayan şeyler aslında.

“Ezeli, ebedi düşmanlar” Yunanistan ve Ermeniler ile yaşanan şu son sorunların özünde de uydurulan türkü öykülerinde olduğu gibi, gerçeklikle sorunlu olmak var aslında.

Sadece bunlar da değil, ömrü hayatımızda tanık olduğumuz bütün iktidarların gerçeklikle sorunlu oluşlarıdır zaten, bize hayatı zehreden.

Kırmızı buğday da Bitlis’in minareleri de bu iktidar hastalığının kurbanlarıdır sonuçta.

Gölge etmeyin, rahat bırakın da türkü/klam/stran/şarkı dinleyelim bari!

* Bitlis’e, ‘beş minare’ye dair verdiği bilgiler için sevgili Recep Maraşlı’ya teşekkürler…

https://www.evrensel.net/yazi/86955/kirmizi-bugdaydan-bitlisin-minarelerine-iktidarin-gerceklikle-sorunu

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın