İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sadece Ayasofya değil: Sultanahmet’te neler oluyor?

Ayasofya’nın mahzenlerinde duran ve sergilenemeyen objeler için ayrı bir müze açılması, uzmanlar tarafından çok uzun zamandır dile getirilen bir ihtiyaçtı. Ancak bu müzenin bir ‘Bizans müzesi’ olarak algılanıp dindar/muhafazakar kesimlerin tepkisini çekebileceği düşünülüyordu ve düşünülen gerçek oldu…

Melishan Devrim 

Bir mimari anıt eser olan Ayasofya’nın statüsünün camiye çevrilmesinin ardından, tam karşısındaki Defter-i Hakani binasının (Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğü Binası) müzeye çevrilecek olması, farklı gerekçelerle eleştiriliyor. Bu eleştirilerde iki ayrı tarafın ikisi de kendi bakış açısına göre haklı sayılabilir. Bakış açımızı biraz değiştirdiğimizdeyse bu süreci daha farklı bir şekilde açıklamamız mümkün. Bunun için Sultanahmet’e ve Ayasofya’nın çevresine, sosyal bilimlerde yeni bir yaklaşım olan ‘mekan’ kavramı açısından bakalım ve son dönemdeki bu iki kararın bilimsel anlamda doğru olup olmadığını tartışalım.

Mekan (space) tanımını, sabit, statik, geometrik ve değişmez bir varlık olarak tanımlamak yerine sürekli gelişen ve yeni anlamlar kazanan, izleyicisini interaktif şekilde kendine dahil eden, daha geniş bir iletişim biçimi olarak düşündüğümüzde, İstanbul bize bambaşka bir hikaye anlatmaya başlar.

Önümüzde 1500 yıllık anıt nitelikli bir yapı var. Bu yapı, yakın zamanda yeniden bir ibadet mekanı haline getirildi. Hemen yakınında Sultanahmet Camii bulunuyor. Bu iki yapının önündeki geniş meydanda ise Türk-İslam Eserleri Müzesi yer alıyor. Müze binası İbrahim Paşa Sarayı’nın günümüze ulaşan bir bölümünden oluşuyor, dilerseniz bu sarayın başına gelenleri şimdilik bir kenara bırakalım. Meydanın bugünkü durumuna baktığımızda, Türk-İslam Eserleri Müzesi’nin hemen yanında Defter-i Hakani binası, bu meydanın bitiminde ise Marmara Üniversitesi’nin rektörlük binasıyla üniversiteye ait, küçük bir cumhuriyet müzesi yer alıyor. Mekan kavramıyla düşünerek bu meydana baktığımızda, iki anıtsal yapının karşısında yan yana iki müzenin, rektörlüğün küçük müzesiyle birlikte üç ayrı müzenin bulunacak olması, bu meydanı bir tür ‘müzeler alanına’ çeviriyor; bu ise kentleşme ve turizm açısından savunulabilecek bir karar. Bu kararın doğruluğunu savunmak için, Avrupa kentlerinden örnek verebiliriz.

‘I. VİYANA’ ÖRNEĞİ

Viyana’nın “I. Viyana” adı verilen bölgesinde sanat tarihi müzesi ile doğal tarih müzesi, aralarında büyük bir meydan alanıyla karşılıklı olarak yer alır. 19. yüzyılda aynı dönemde inşa edilen bu iki müze, cephelerindeki heykel ve kabartma detaylarının farklılığı haricinde birbirinin aynısıdır. İmparatorluk döneminde oluşturulan bu iki müzenin mekansal alanı, bunların karşı caddesine yapılan üç yeni müzeyle genişletilerek kente yeni bir ‘müzeler alanı’ sağlanmıştır. Keza, Berlin’i düşündüğümüzde bu başkentte de bir ‘müzeler adası’ ile karşılaşırız. Müzelerin, kentin belli bir bölgesinde bir araya toplanması, kentleşme açısından bazı Avrupa kentlerinde uygulanabilmiş, doğru bir yaklaşımdır. Böylelikle turistler yürüme mesafesindeki müzeleri dolaşabilir ve kentin bir ucundan başka ucuna gitmek zorunda kalmamış olur.

Kentleşme mantığı açısından müzelerin aynı alana toplanması, Viyana’daki gibi bilinçli şekilde yapılmış veya bir strateji olarak zaman içinde parça parça uygulanmış olabilir. Ancak Defter-i Hakani binasının Ayasofya’nın envanterinin sergileneceği bir müze haline getirilecek olması, demokratik şekilde önceden topluma duyurulmuş ve toplumun onayladığı bir planlama mantığıyla değil, otonom bir strateji olarak toplumun birçok kesiminde şok etkisi yaratan kararlarla ilerliyor.

İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Coşkun Yılmaz, basına yaptığı açıklamada Defter-i Hakani binası müzeye çevrildiğinde bu müzede Ayasofya’nın envanterinde bulunan eserlerin sergileneceğini duyurdu. Bu açıklamadan, hem taşınabilir nitelikli Bizans ikonalarının hem de 18. yüzyılda kurulan Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunan kıymetli eserlerin sergileneceğini anlıyoruz. Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ise, Defter-i Hakani binasının kendi mekânsal hafızası bulunduğunu hatırlatarak bu binanın Ayasofya’ya ait bir müze haline getirilmesine karşı çıktı. Oda ayrıca Ayasofya’nın ibadethane değil, müze olarak kalması gerektiğini de savundu. Bir başka grup ise yine Defter-i Hakani binasının kendi mekânsal hafızasının önemine değinerek bu binanın müzeye çevrilmesine karşı çıkıyor. Ancak bu sefer de bir ‘Bizans müzesi’ açılacak olmasından rahatsız olduklarını belirtiyorlar. Kısacası Defter-i Hakani binasına ‘bir hafta içinde binayı boşaltın’ talimatı verilmesi farklı tepkiler yarattı.

‘OTONOM’ BİR SÜREÇTEYİZ

Ancak öğrendiğimize göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı bu binanın müzeye çevrilmesi için aslında üç sene önce cumhurbaşkanlığına başvuru yaptı. Üç sene önce yeni bir müze kurmak için başvuru yapmak demek, hukuki süreçlere riayet edilmesi anlamında topluma duyurulmuş bir imar planı, geçici koruma bölgesi planı vb. olmasa da Ayasofya’nın akıbeti ve çevresinin durumu konusunda en azından on yıl öncesinden yapılmış, otonom bir planlamanın varlığı anlamına gelir. Böyle bir planlamadan üst düzey bürokratların haberdar olmadığı düşünülemez. Ayasofya’nın mahzenlerinde duran ve sergilenemeyen objeler için ayrı bir müze açılması, uzmanlar tarafından çok uzun zamandır dile getirilen bir ihtiyaçtı. Ancak bu müzenin bir ‘Bizans müzesi’ olarak algılanıp dindar muhafazakarların tepkisini çekeceği düşünülüyordu ve gerçekten de bu tepki ortaya çıktı. Eğer anıt olarak Ayasofya’ya cami statüsü verilmiş olmasaydı, son karara ‘Bizans müzesi açılacak’ diyerek karşı çıkan ve bunu bir ‘ihanet’ olarak görenlere rağmen ayrı bir müzenin açılması herhalde mümkün olamazdı.

Ayasofya’nın ve çevresinin yeni mekânsal düzenlenmesine kentleşme açısından baktığımızda anıtın yıpranma payı gözetilmeden camiye çevrilmesi dışında yapılanların olumlu göründüğünü söylemek mümkün. Bu düzenlemelerin aslında yıllar önce planlandığı bilgisi ise tüm hukuki ve demokratik süreçlerden bağımsız ilerlendiğini göstermesi anlamında ‘otonom’ bir sürecin içinde olduğumuzu, kentleşme açısından topluma duyurulmamış bir stratejinin uygulandığını anlatıyor.

NE ANLAMA GELİYOR?

Mimarlık, tarihin her döneminde devlet için bir gösteridir, bir iletişim aracıdır. Guy Debord’un Gösteri Toplumu kitabı, burada kullandığımız ‘gösteri’ kavramını açıklayan bir eserdir. Mimarlığın bir gösteri olarak kullanılmasına ise son yıllarda “temsiliyet mekanları (spaces of representation) üretimi” adı veriliyor. Bu açıdan düşündüğümüzde, Ayasofya ve çevresine dair yeni düzenlemeler, toplumda ‘şok’ etkisi yaratan kararlarla ortaya çıksa da devletin çok önceden yaptığı bir planlamayla, yeni bir temsiliyet mekanı ürettiğini bize kanıtlıyor.

Mimar Vedat Tek imzasını taşıyan ve 1910’da tamamlanan Defter-i Hakani Nezareti Binası’nın müzeye çevrilmesini tarihsel perspektiften düşündüğümüzde ise bunu aşina olduğumuz tek bir kavramla açıklamamız mümkün. Son yıllarda bazı sosyal bilimciler, Sultan III. Ahmet döneminde başlayan ‘Batılılaşma’ açısından cumhuriyetin doruk noktası olduğunu ancak günümüzde ‘Kemalist proje’nin başarısızlığa uğradığını savunsalar da sanki durum böyle değil. Defter-i Hakani binasının müzeye çevrilmesi bize Türkiye açısından ‘Batılılaşma’nın bitmiş bir süreç olmadığını ve halen devam ettiğini gösteriyor.

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın