İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Herkesin kaybettiği İstanbul yeniden Ortaçağ’a döndü

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***

Rus yazar Platon Besedin, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini yazdı.

Platon BESEDİN(*)

Recep Tayyip Erdoğan 10 Temmuz’da Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesi yönünde bir kararname imzaladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan böylelikle 1934 yılında Atatürk’ün Ayasofya’nın müze olarak hizmet vermesi kararını iptal etmiş oldu. Henüz birkaç gün önce 24 Temmuz’da yeni camide ilk namaz kılındı.

Erdoğan’ın bu kararı, sadece sembolik bir şey değil. Bu kararın bölücü bir yanı var, bu karar bir sınırdan diğerine geçiş aslında. Çünkü, bir yandan medeniyetler arası çatışmada geri dönüşü olmayan bir süreci başlatırken diğer yandan Umberto Eco’nun “yeni orta çağ” olarak adlandırdığı sürecin harekete geçmesine ve bununla beraber söz konusu sürecin de devam etmesine katkı sağlıyor.

Dünya, insanlığın dev bir ağa bağlı olduğu bir matriksi giderek daha çok anımsatıyor; varsın böyle bir tanım şüphe götürmeyen bir basitleştirme olsun. Evet, bu durum genellikle zorunluluktan bazen de gönüllü olarak içinde var olduğumuz bir distopyadır. Bu distopyanın, insan içgüdüleri ve dürtüleriyle nasıl çalıştığını en iyi şekilde dile getirenler Yevgeni Zamyatin ve Aldous Huxley olmuştur. Bu matriksin kolektif ruhu ise Dave Eggers tarafından yazılan “Çember” adlı kitapta formüle edilmiştir. Ama tüm bu yaşananlar en çok, Philip Dick tarzı distopyaları anımsatıyor.

Ancak böyle bir manzara sadece tek taraflıdır. Bir tarafı daha var; İslam veya Hıristiyan kökten dincileri muffin yemekte ve Iphone kullanmakta herhangi bir sakınca görmezken, yüzyıllar önce geçerliliğini yitirmiş düşünce yapılarını sürdürüyorlarsa burada bir sıkıntı var demektir. Aslında, tüm bu değerler, mesajlar, tutumlar, kategoriler tüm canlılardan daha canlıdır. Ve insanlık hızla modernleştirilmiş bir Orta Çağ’a doğru yol alıyor.

Bu dışarıdan görünenle ve içeride var olan arasındaki korkunç uyumsuzluktur. Dışarıda tam bir cihazlaşma hâkim. Beşinci Element veya Koşan Adam dünyası… İçeride ise temel fikri aşağıdaki diyalogda ifade edilen Engizisyon ve Haçlı Seferlerinin illegal faaliyetleri hâkim. Katar’a karşı yürütülen kampanyanın arifesinde, papa elçisine şu soru sorulmuştu: “Kafirler, dindar Hristiyanlardan nasıl ayırt edilir?” Papa elçisi bu soruyu şöyle yanıtladı: “Herkesi öldürün! Tanrı, kendine ait olanları teşhis edecektir.”

Bu yüzden Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi konusu, üzerine detaylı bir düşünmeyi gerektirir. Özellikle de bugün… Fakat yaşamını Türkiye’de sürdürmeyen biri olarak bunu nasıl yapabilirim? Mümkün olduğunca nasıl nesnel olabilirim ve empati kurabilirim? Sanıyorum bunu en azından deneyebilirim. Ama işte burada madalyonun başka bir yüzü daha devreye giriyor. Rus müzisyen Boris Grebenşçikov bir şarkısında şöyle söyler: “Güzel bir tepede otururken sık sık hayal görürüm ve bana öyle geliyor ki…” Buna benzer bir uzaklaşma bazen daha gözlemci ve objektif olmamı sağlıyor. Bu “uzaklaşma”nın manevi anlamda değil, daha ziyade mesafe anlamında olduğunu belirtmek isterim.

Sonuçta, bir Rus -ki ben de hem doğum yerinden hem de kendimi öyle hissetmemden dolayı Rus’um- İstanbul’da olanlara taraf olmadan bakabilir mi? Bu, açıkçası imkânsız. Evet, klasik Rus edebiyatının ve müziğinin besleyip büyüttüğü dini duygunun, geri dönüşü olmayan bir şekilde unutulmaya başlandığı bu dönemde bile, imkânsızdır. Fakat İstanbul, şu ya da bu şekilde Rus halkının zihinsel ve kültürel kodunda var olmaya devam ediyor. İstanbul, şimdi bile Rusya’nın dayandığı temellerden biri.

Bu nedenle, 1876 yılında Fyodor Dostoyevski hiçbir örtmeceye başvurmaya gerek duymadan şöyle yazıyor: “Er ya da geç Konstantinopolis, bizim olmalı.” Gerçekten öyle mi umut ediyor? Yoksa bu sadece vurucu bir mesaj mı? Muhtemelen, bu fikrin hayata geçmesinin imkânsızlığını bilmesine rağmen her ikisini de kastediyor. Genel olarak, Rus felsefesini düşünürsek, neredeyse hepsinin İstanbul merkezli olduğunu görürüz.

Ve burada aslında tarihi bir eser mirasından söz edilebilir, ancak yeni sadece unutulmuş eskidir. Rus filozof Konstantin Leontiyev’in çalışmalarına baktığımızda onun Bizantinizm fikrinin ve bunun varlığının bugün hala son derece güncel olduğunu görüyoruz. Bu fikirde batının eşitlikçiliğinin, burjuvazizminin ve liberalizminin temel antitezi yer alır.

Ancak bugün böyle bir Bizans varlığını sürdürmüyor. Ama eğer sürdürüyorsa bu gelişim safhasındaki çeşitli yapılardaki fevkalade akisler şeklindedir. Yine de her şeyden önce, dünya Platon döneminden süregelen fikirlerle yönetilmektedir. Burada hiçbir şey değişmedi. Eğer Bizantinizmden bahsediyorsak, “Moskova üçüncü Romadır” kavramını hatırlamalıyız: “İki Roma düştü, üçüncüsü hala ayakta ve dördüncüsü olmayacak.” İkinci Roma, başkenti Konstantinopolis olan Bizans’tır. 1453 yılında onu yıkanların ise Türkler olduğunu size hatırlatmama izin verin.

Bu durumda metafiziksel olarak Konstantinopolis yok mu demek oluyor? Mirasın aslında bir varoluş biçimi olduğuna inanıyorum. Belki de en temel biçimi olabilir. Burada ise en önemli soruya gelmiş oluyoruz: biri diğerini illaki mağlup etmeli, yutmalı, yok etmeli mi veya tersine aynı anda varlıklarını mı sürdürmeliler?

Ayasofya’yı müzeden camiye dönüştürme konusu bu noktada belirleyici oluyor. Katedralde bilindiği üzere yegâne Bizans freskleri duruyor. Şimdi, camide bunlar artık perdelerle örtülecek. Bu arada ikonaların ve fresklerin önünde kılınan namazın Allah tarafından kabul edilmediğini hatırlamak gerekir. İslam taraftarlarının bu duruma nasıl yaklaşacaklar? Sadece perde mi kullanacaklar? Ve sık sık vuku bulduğu üzere Allah adına Hıristiyan mirasını ortadan kaldırmaya karar vermiş fanatik bir Müslüman ortaya çıkmayacak mı? Bu kuvvetle muhtemel.

Kremlin’in bu konu hakkında herhangi bir endişe dile getirmemesi ise çok daha garip. Vladimir Putin’in basın sözcüsü Dmitri Peskov, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini Türkiye’nin iç meselesi olarak nitelendirdi. Ve daha sonra bu durumun bir avantajını bile buldu: “Ayasofya’ya giriş biletleri oldukça pahalıydı, ama şimdi bilet olmayacak, giriş ücretsiz olacak”. Moskova, Ankara ile ilişkileri bozmak istemiyor. Haklılar da. Ama şu ilginç: Ayasofya meselesindeki tutum, yönetimin Rus Ortodoks Kilisesi’ne destek vermemesinin ilk örneği değil.

Hem Türkiye’nin hem de Rusya’nın bu tutumu geçmişten gelen bu büyük mirası koruyabilecek mi? Miras, sadece bir miras olarak, nefret nesnesine dönüşmeden kalabilecek mi? Temelde önemli olan şey işte budur.

Geçtiğimiz yüzyılın 90’lı yıllarında Samuel Huntington artık bir klasik sayılan “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabını yayınladı. Söz konusu kitapta küresel savaşın artık ülkeler arasında değil, medeniyetler arasında gerçekleştiğinden söz ediliyor. Bunlardan biri, bilindiği üzere İslam medeniyeti. Huntington kilit noktasını “birliksiz bilinçlilik” olarak tanımlıyor. Yani, İslam medeniyetinde uzun bir süre, tek bir ulus haline gelinmesini sağlayacak politik sadakat zirveye ulaşmadı. Aslında hala ulaştığı söylenemez. Suudi Arabistan, Endonezya, İran ve Pakistan, hepsi bu rolde hak iddia ediyor, ancak hiçbiri şu ya da bu sebeple bunu gerçekleştiremiyor.

Türkiye’nin de İslam medeniyetinin temel gücü olma rolü üzerine ilgi duyduğu açıktır. Bunun için ülkede tarih, nüfus, ekonomik güç, coğrafi konum var. Ancak Huntington’ın da yazdığı gibi, Atatürk laik ülke stratejisine yöneldiğinde, Türkiye’nin İslam medeniyetinin merkezi olma fikri kendiliğinden ortadan kalkmış oldu.

Recep Tayyip Erdoğan bu durumu düzeltecek mi? Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi kararı en çok göze çarpan karardır, ancak bu siyasal İslam’ın (özellikle siyasi) benzer lobi kararlarından sadece biridir. Ankara uzun zamandır Sovyet sonrası güney bölgesi Müslümanlarının ağırlık merkezi olmuştur. Aynı zamanda bütün Orta Doğu’da etkin bir şekilde faaliyet göstermektedir. Buraya Türklerin Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’daki Müslümanlarla olan geniş bağlarını da ekleyelim. Buradan da şu anlaşılıyor; Türkiye laikliği reddederek, İslam medeniyetine öncülük etmek istiyor.

Ancak, her eylemin bir de karşı eylemi vardır. Ankara’nın, Ayasofya ile ilgili verdiği kararla Tapınak Tepesi’ndeki El-Aksa Camii ile arasındaki durumu daha da geriliyor. El Aksa, Yahudileri ve Müslümanları onlara ellerinden her an alınabilecek bir eşitlik vererek kullanıyor. Ancak Arap-İsrail çatışması ebedi ve her an alevlenecek gibidir. Elbette ki Araplar İslam dünyası liderliğini asla Erdoğan’a bırakmayacaklar. Bu nedenle, İslam medeniyetlerinin çatışması (içindeki ve dışındaki) sadece şiddetlenecek. Ayasofya’nın cami olarak açılışına hücum eden 350 bin kişi sonuç olarak ona bir fayda sağlıyor mu?

Birinin yıkılması ve bir diğerinin egemenliği, zaten çoktan korkunç derecede yıkıcı ve acımasız hale gelmiş olan dünyada intihardır. Bu intihar, insan maskeleri takmış olan aç hayvanların içinde dolaştığı bir çöl gibi sürekli hareket halindedir. Bu, örneğin bize Cormac McCarthy’nin “Yol” adlı harika romanında açıklanan şeydir. Böyle bir dünya boş ve etkisizdir. Aslında içinde her gün bunlara inandırıldığımız bir dünya.

Çünkü herhangi bir fırtına ve sarsıntıda en önemli şey, bir şeye tutanabilme ve yaslanabilme imkanıdır. Ve modern insanların buna eskisinden daha az değil, belki de hiç olmadığı kadar çok ihtiyacı var. Sonuçta, pratikte değer verebilecekleri hiçbir şeyleri kalmadı. Batı medeniyetine bir bakın – Charlie Hebdo tarafından henüz alay konusu olmayan bir şey kaldı mı? Öyleyse modern insan neye tutunmalı? Neye yaslanmalı?

XIX. yüzyılda Auguste Comte, insan evrimi yasasını (üç hâl yasasını) formüle etti. Daha sonra teolojik ve metafizik olan iki aşamanın geçtiği ve üçüncü aşama olan bilimselin eşiğinde olduğumuz ortaya çıktı. XXI. yüzyılda artık üçüncü – bilimsel aşamaya geçtik: cihazlar bir bilim konusu olmaktan çıktı, iş alanı haline geldiler. Artık dördüncü aşama olan girişimcilik çağına (Gompertz’in modern kültürün son dönemi için kullandığı terim) girdik. Para kazanmak utanç verici bir şey değil artık, para kazanmamak ve kazanılan parayı göstermemek utanç verici. İktidarın tek biçimi, değeri ve dürtüsü para oldu. Viktor Pelevin bunu wow faktörleri teorisinde formüle etti. Fakat bu meta-para ilişkileri, sonuçta eksiksizlik olarak anlaşılmadı, toplumu tek bir matrikse bağlamadılar.

Ve sonra insanlar yine dini mabetlere döndüler, ancak girişimcilik tarafından çoktan zehirlendikleri için kendi yöntemlerine başvurdular. Sonuç olarak, yakın gelecekte, Babil Kulesi’nin yıkılmasından hemen önce olduğu gibi herkesin aynı dili konuştuğu, aynı değerlere sahip olduğu, laik, çok kültürlü bir toplumda yaşamaya başlayacağımıza inanmak büyük bir yanılsama olur. İnsanlık hiçbir zaman Tanrı’nın fikirlerinden daha iyilerini icat edemedi. Ancak, daha önce de söylediğim gibi, artık Tanrı materyalist bir boyut kazandı. Hıristiyanlar veya Türkler paraya hiçbir zaman tapmadılar mı? İnsan doğası her zaman aynıdır.

Ancak bugün, Tarkovsky’nin sözleriyle manastırın nasıl bir pazara dönüştüğünü, dinin otoritelerle birleşerek nasıl patolojik bir durum aldığını ve aynı zamanda hepimiz için (Hıristiyanlar ve Müslümanlar) sadece anıtsallığın değil, aynı zamanda uğruna can verilecek inançların da elimizden nasıl alındığını görüyorum. Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında zaten çoktan başlamış olan bir savaşa yollanıyoruz. Ve inanın bana, neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorum, çünkü Rus-Türk savaşlarının kurbanlarının yattığı Bratsk Mezarlığı’nın bulunduğu Sivastopol’de doğdum ve yaşıyorum.

Ve yeni savaşlar istemiyorum. Yeni kurbanlar… Yeni meydan okumalar… Bunlardan  kimse galip çıkmaz. Sonunda hiç kimse bir şey elde edemez. Ve şimdi, tek doğru şey olan karşılıklı saygı yerine, evrensel bir çatışma yaşıyoruz. Özellikle bir yandan değer ve kimlik kaybını gözlemlerken, diğer yandan tam olarak üstün gelme mücadelesini ve radikalleşmeyi gözlemliyoruz. Mesele, Müslümanlara yeni bir cami kazandırılması, Hristiyanlara ise İstanbul’un kapılarının kalkan çakılarak kapatılması değil. Hayır! Mesele, hem kültürden hem de dinden daha üstün olduğu ortaya çıkan tek bir ortak ahlak anlayışının geliştirilmesi yoluyla etkili bir uzlaşma bulmaktır. Hem İncil’de hem de Kuran’da bahsedilen son savaşta başlarımızı toplu olarak kaybetmek istemiyorsak ahlak için çabalamalıyız. Sonuçta, iki din de kuşkusuz ana nokta üzerinde hemfikirdir.

(*) Rus yazar, gazeteci, televizyon program yapımcı ve sunucusu

https://www.evrensel.net/haber/410500/herkesin-kaybettigi-istanbul-yeniden-ortacaga-dondu

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın