İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kılıç, bedevilik ve vahşet

Mücahit Bilici

Kılıç, bedevilik ve vahşet

Kılıç sembolizmi, dinin, devletin kılıcı önünde boynunun her zaman kıldan ince olduğunun tarihi bir tezahür ve itirafıdır. Mazide durum zaten böyleydi ama çok az yerde görünür hale geliyordu. Günümüzde ise dini aklileştirme çabalarının üstünü örttüğü bir hakikatin (yani beşerin içtimaî ve nefsanî ihtiyacına kudsiyet kılıfı geçirdiği bir kurum olarak din vakıasının) bu vesileyle görünür hale geldiğini görüyoruz.

Ayasofya gönderine kılıç çekilince insanlar haklı olarak merak etti: Hani İslam kılıç ile yayılmamıştı? Hani fetihler işgal değil, cihad da savaş değildi? Hani İslam medeniyetinin nokta-i istinadı kılıç değil hak idi? Taklit ve galeyan ehli cami cemaatlerini mazi yadigarları sayıp geçelim. Nerede cihadın kılıçla değil söz ile olduğunu, en azından günümüzde olması gerektiğini söyleyenler? Nerede o İslamiyet’i saltanattan, dini dünyadan, hakkı hakimiyetten tefrik ve tenzih edenler? Ortalıkta yoklar. Ya korkunun mazerethanesinde lal kesilmişler ya da iktidar kibrinde sarhoş olmuşlar. Aczde değil kibirde istiğrak hali üzereler. Mes’ul değiller. Olmadılar hiçbir zaman.

2020 yılında bir caminin minberine kılıçla çıkan bir Diyanet Reisinin bu sembolizminin bugüne kadar söylenen onca apolojetik şeyi tekzip ettiğini göremezler. Zira açken söylenen sözler tokken hükümsüz oluyor. Dinde icbar yoktur ama kılıç sende olunca kılıcın ucuna pekala mushaf yahut cami takabiliyorsun. Bu yüzden yukarıda sorulan sorular hakikaten boş sorulardır. Bugünkü dindar tasavvurda tutarlılık ve hakkaniyet aramak beyhudedir. Eğitime bulaştığı için zihni prensiplere riayet beklentisi içine giren kitabî insanların dünyadan habersiz safiyane beklentilerine din karşılık veremez. Dinde, (hizmet ettiği siyasette olduğu gibi) ‘dün dündür, bugün bugündür’.

Kılıç sembolizmi, dinin, devletin kılıcı önünde boynunun her zaman kıldan ince olduğunun tarihi bir tezahür ve itirafıdır. Mazide durum zaten böyleydi ama çok az yerde görünür hale geliyordu. Günümüzde ise dini aklileştirme çabalarının üstünü örttüğü bir hakikatin (yani beşerin içtimaî ve nefsanî ihtiyacına kudsiyet kılıfı geçirdiği bir kurum olarak din vakıasının) bu vesileyle görünür hale geldiğini görüyoruz. Sadece Ayasofya değil, Tanrı da bizimdir (“Allahımız”). Tanrı, “biz” ezeliyet iddiasında ona yaslanalım diye ezelidir.

Böyle bir din anlayışında, kulluk iddiasındakilerin o derin teslimiyetleri yahut el bağlamaları, bir mahviyet ve fedakarlık ifadesi değil, uluhiyetin sırtından geçinen dessas bir hodgamlığın riya pratikleridir. Böyle bir din ve dindarlıktan, hakka ve hakikate, kalbe ve vicdana iltica etmek gerekir. Bu zamanda dinin şerrinden Allah’a sığınmak bir ihtiyaç haline gelmiştir. Dinden geçinenlerin çocuklarının, bu riyakarlığa prim vermeyip dinden geçmeleri dinin başına gelebilecek en güzel şeydir. Tefessuh eden şeylerden kurtulmak bir tasaffi, bir arınmadır. Hakikatin üstüne din adına toplanmış cümle toz-dumandan ve muzahrafattan temizlenmek genç insanların insaniyetlerini korumak için müracaat ettiği haklı bir çözümdür. Sizin dininiz size. Çünkü o zaten sizin dininiz. Sizin olduğu için dininiz, hak olduğu için değil.

Din, vicdan mahkemesinde bir şüpheli olmalı ve her insanda tek tek beraat edebilmeli. Evrensel bir hayr olarak anlaşıldığında bugüne ulaşabilen ve ancak öyle ulaşması gereken dine bugün “kılıç” sokmak, geçmişin vahşetini bugüne taşımak demektir. Eğer hakikat, adalet, kemalat ve fazilete bugün din adını vereceksek, bugünün dinine, mazinin fetih, kılıç gibi en fazla mazi için mazur sayılabilecek günahlarını getirip bulaştırmamak gerekir. Zira, “medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”

12 Temmuz tarihli “Ayasofya’da tarih yeniden yazılırken” başlıklı yazımda, kılıç hakkı kavramının “bedevilik ve vahşet çağı”na ait olduğunu belirtmiştim. Ayasofya ile ilgili dün Gazete Duvar’da Baki Tezcan’ın Jadalliyya’daki yazısının Türkçesi yayınlandı: “Ayasofya efsaneleri ve AKP’nin aslına rücu’u.” Bu kıymetli ve öğretici yazısındaki bir dipnotta Baki Tezcan hoca benim “bedevilik ve vahşet çağı” ifademin talihsiz olduğunu düşünüp eleştirmiş. Nedense bedeviliğin literal anlamda Bedevilere atıfta bulunmadığını, medeniliğin zıttı olan ilkellik ve gayri-medenilik anlamında yaygın şekilde kullanıldığını atlamış. Malum olduğu üzere İbni Haldun’dan beri bedevilik bir özel isim olarak değil bir kavram olarak kullanılıyor ve ilkelliği ifade ediyor. Aynı şekilde vahşet kelimesi de sanıldığının aksine “şiddet” demek değildir. Vahşet kelimesi yaban ve yabanî olma halidir (yabanıllık). Vahşet’in İngilizce karşılığı olan “savagery” bile aynı etimolojik kökene dayanıyor: Barbarlık. Yani “uncivil” ve “undomesticated” anlamında medeni olmayan bir yabanıl bulaşmamışlığı ifade ediyor vahşet. Hiç şüphe yok ki kılıç veya silah zoruyla başka ülkeleri ele geçirmek (fetih) ve işgal ettiği memleketin en büyük ibadethanesine el koymak bedevilik (ilkellik) ve vahşet (barbarlık) çağına ait uygulamalardır. Bu itibarla hem İslam tarihindeki fetihler hem de Osmanlı’daki fetihler bedevilik ve vahşet çağına ait uygulamalardır, bugünün insaf ve adalet anlayışıyla telif edilebilecek eylemler değildir. Günümüzün medeni dünyasında bu uygulamalar “dinen” bile sürdürülemez ve kabul edilemez hale gelmiştir. Maziye rücu’un marazda ısrar olduğunun bir delili, kiliseyi esir alabildiği için camiyi de esir alabilen işte o kılıçtır.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.