İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir Ayasofya Hikayesi

Cemre ŞAHİN KAZICI 

“Halk konulan yüksek vergilerden rahatsızdı ve hükümdarın tahttan inmesini istiyordu. Kısa süre içinde binlerce isyancı sokaklarda taşkınlık yaparak önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkıyordu. Bu da hükümdarlık hakkının tehdit edildiği ciddi bir zorluk anlamına geliyordu… Halkın, onun hükümdarlığına olan inancını yeniden kazanmak, aynı zamanda halkı isyan etmekten alıkoymak için bir şeye ihtiyaç vardı ve büyük bir proje boş oturanları meşgul kılmak için birebirdi. İmparator Justinianus bu sebeple yeni ihtişamlı bir kathedralin mümkün olduğunca çabuk inşa edilmesini istedi ve 537’de Ayasofya ibadete açıldı.”

(National Geopraphic – Antik Mega Yapılar-Ayasofya Belgeseli’nden)

*

İşte günümüz Aydın topraklarında doğan Miletoslu Mimar İsodoros ve Trallesli Mimar Anthemios’un çağının çok ilerisinde bir teknik ve estetikle inşa ettiği güzel Ayasofya, böyle bir kudret ve propaganda gösterisinin aracı olarak varlığına kavuşmuştur.

 *

Nitekim toplumların kültürel, sanatsal, teknolojik ve ekonomik gücünün yansıması olarak mimarlık, tarih boyunca yöneticilerin erklerini görünür kılmak amacıyla faydalandıkları bir bilim alanı olmuştur. ‘En büyük yapı’, ‘en yüksek yapı’, ‘en gösterişli yapı’ gibi ‘en’leri taşıyan yapılar inşa edebilmek, o dönem iktidarının gücünü gösterirdi şüphesiz. Ancak böylesine kimliğe sahip yeni bir yapı inşa etmek yerine, ele geçirerek işlevini değiştirmek ise Orta Çağda görülen bir anlayış ile ‘fetih işareti’ olarak uygulanırdı.

*

Bu anlayışla, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethederek, Bizans İmparatorluğu’ndan ele geçirdiği Ayasofya’yı, cami’ye dönüştürmüştür. Mustafa Kemal Atatürk İstanbul’u İngilizlerin işgalinden kurtararak, 1934 yılında Ayasofya’yı müzeye dönüştürmüştür. Peki 2020 yılında İstanbul’u kimin elinden alarak Ayasofya’yı cami’ye dönüştürdük? İstanbul’u kaybettiğimizi mi düşünüyorduk?

***

Fethedilmiş topraklarda, İslam kentleri iki başlık altında toplanır; birincisi bizzat müslümanların kurduğu kentler, ikincisi ele geçirilmiş kentler. Baştan kurulan kent planlarında, merkezde mescit vardır ve yerleşim yerleri çevresinde teşekkül eder. Ele geçirilen kentlerde ise, müslümanların yaptıkları ilk iş, içinde ibadet edebilecekleri mabet edinmektir. Kent eğer sulh yoluyla ele geçirildiyse, gayri İslam mabetlerine dokunulmaz ve çoğunlukla ortaklaşa kullanılır. Eğer savaş yoluyla ele geçirildiyse, kentin önemli mabedleri ya camiye çevrilir ya da yıkılarak yerine daha gösterişli bir cami inşa edilir. Amaç, ibadet edilecek mekan gereksinimini karşılamak ve eski inanışın en önemli mimari sembolü yerine, yeni inanışın sembolünü dikerek yerli hristiyan halka İslam’ın üstünlüğünü telkin etmektir.

Bugün bir ‘fetih’den söz edilemese de yaptığımız işlev değişikliğiyle hangi amaca hizmet ettik değerlendirelim:

1) Osmanlı Padişahları, eski Bizans İmparatorlarından daha güçlü ve zengin olduklarını somut bir kanıtla göstermeye ihtiyaç duymuş, Osmanlı mimarları da özünde Hristiyan mabedi olan Ayasofya’yı ve yapının mimarlarını aşma isteğiyle İslamın üstünlüğünü gösteren camiler inşa etmiştir. Tarihi değerleriyle Ayasofya hep değerli olsa da nihayetinde, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesiyle, Osmanlı Padişahı 1. Ahmed tarafından yaptırılan,  Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Sedefkar Mehmet Ağa tarafından tasarlanan ve tüm heybetiyle Ayasofya’nın tam karşısında konumlanan Sultanahmet Camii, İstanbul’un ana camisi olmuştur. (Tabii şuan, bu ünvan ondan tekrar alınarak; hristiyan inanışıyla inşa edilmiş, bazilikal planlı ve kıbleye yönelmeyen mimarisiyle Ayasofya’ya tekrar verilmiştir. Bu tutum, atalarımıza ihanet olabilir mi?) Bu sebeple, Büyük Usta Mimar Sinan eserleri başta olmak üzere atalarımızın büyük ihtişamla, camilerimizle donattığı İstanbul’da ibadet mekanı gereksiniminden söz edilemez pekala birinci amacı eledik.

 2) Ayasofya günümüzde de minare, minber, mihrap, şadırvan, hat levhaları ve çini işlemeleri gibi mimari öğeleri ile mekansal olarak; sanatsal ve simgesel değerleriyle insanlığın ortak mirası niteliğinde müze işlevi kazandırılarak dinimizin sevgi, barış ve hoşgörüsünü yansıtması ile tinsel olarak, İslam’ın üstünlüğünü zaten tüm dünyaya telkin etmekteydi. O zaman bu amacı da eledik.

*

Öyleyse bu işlev değişikliği atalarımızın amacıyla paralel değilse hangi amaca paralel? Sizlerin değerlendirmesine bırakıyorum. 

*  

Ayasofya 6. yüzyıldan bugüne özgün haliyle ulaşabilen, böylesine büyük ölçülerdeki tek yapıdır. Tarih boyunca, politik ideolojiler ve kültürel dönüşümlere ayak uydurarak, tüm dönemlere tanıklık eden mimari niteliklere sahip çarpıcı bir anıttır. Bu nedenle kaçınılmaz olarak günümüzde de devam eden, siyasi, tarihi veya dini her ne sebeple olursa olsun tüm bu tartışma, iddia ve düşünceler Ayasofya’nın ölümsüzlüğüne katkıda bulunacaktır, bizleri ayrıştırmadıkça değerlidir. Esas olan bu tartışmalar kıskacında, Ayasofya’yı insanlığın ortak mirası olarak, sanatsal ve simgesel değerleri ile koruyarak gelecek nesillere aktarabilmektir.

İlk izlenimlerime bağlı olarak, namaz saatlerinde yapının kendisi kadar değerli mozaik ve fresklere zarar vermeyecek biçimde ‘yelken perde’ kullanılması ve tüm dünya vatandaşının ziyaretine açık olarak varlığını sürdürecek olması, sicilimizden kaynaklı endişelerimi hafifletmiş, bin yıllara meydan okuyan güzel Ayasofya’nın tüm ihtişamıyla tarihteki serüvenine devam edebileceği yönünde inancımı perçinlemiş olsa da pek tabii gözler üzerinde olmaya devam edecektir.

*

Herkese mutlu hafta sonları dilerim.

http://www.aydindenge.com.tr/yazi/cemre-sahin-kazici-yuksek-mimar/25/07/2020/bir-ayasofya-hikayesi

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın