İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz

Sevan Nişanyan

1. 

Ayasofya’nın cami olması 2010’larda başlayan rota değişiminin zirvesidir. Kubbenin kilit taşı diyelim. Kilit taşı konuncaya dek kubbe kendini taşıyamaz; iskele sökülünce yıkılır. Kilit taşı konduktan sonra mesele bitmiştir.

Türkiye artık bir İslam cumhuriyetidir. (“Cumhuriyet” kavramını da tartışırız, ama şimdilik kalsın.) İslamın yüceltilmesini ve fetih arzusunu, ulusal kimliğinin ana unsuru olarak deklare etmiştir. Eğitim politikasını, kültürel simgelerini, dış politikasını bu hedefler üzerine inşa etmiştir. Bu yönde güçlü bir ulusal konsensus oluşturmuştur. CHP’nin tavrı konsensusun başarılı olduğunu gösteriyor. Belki bir kısım Kürtler dışında, ortak ulusal iradeyi paylaşmayan kayda değer bir siyasi aktör kalmamıştır.

Değişimin başlangıç noktası ve yönlendirici gücü Avrupa (Birliği) ile ilişkilerin bozulması idi. Sorumlusu elbette – sadece – Türkiye değildir. Boşanmayı Avrupa zorladı. Türkiye’nin cevabı pekala rasyonel bir dış politika kararı sayılabilir. 

Geriye iki soru kalıyor:

a)      Avrupa ile köprüleri atan Türkiye’nin İslam dünyasında desteği var mıdır? Şu anda görünen, yön değişiminin Avrupa’dan çok İslam dünyasında tepki ve düşmanlığa yol açtığıdır. İslam ülkeleri yeni bir Osmanlı ağası arayışında mı gerçekten? Tarihe bakalım: 15. yy’da birleşik Avrupa güçlerini ezip geçen Osmanlı’nın, sonraki yüz yılda Orta Doğu savaşlarıyla bitkin düşmesi tesadüf mü?

b)      Çağdaş dünyada İslam derin bir kaygı ve düşmanlık konusudur. Avrupa’da öyle; Amerika’da, Rusya’da, Çin’de, Hindistan’da ve Afrika’nın büyük bir kısmında da öyle. Avrupa ve NATO çapasını kaybeden Türkiye’nin, İslami bir platformda tek başına ayakta duracak – ekonomik, askeri, kültürel – gücü var mıdır? 

Peki, Avrupa hızla gerileyen ve belki kısa sürede marjinalleşecek bir güç. İslam buna alternatif midir?

2. 

İlan edilen İslam cumhuriyeti, Atatürk Türkiye’sinin sonudur deniyor. Doğru fakat eksik. Gerçekte iki yüz yıllık ‘Batılılaşma’ macerasının sonudur. Terk edilen şey sadece 1920-30’ların cılız ve göstermelik reformları değil, asıl büyük rota değişikliği olan Tanzimat.

Tanzimat ile Osmanlı devleti beş yüz yıllık varoluş felsefesini bir yana bırakan bir irade beyanında bulundu:

a)      Osmanlı bir Avrupa devleti olarak kabul edilecek.

b)      Nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan gayrimüslim tebaa eşit hak sahibi paydaşlar sayılacak. Yani: Ulusal kimlik yeniden tanımlanacak.

Kimsenin hatırlamak istemediği bir detay: Ayasofya’nın sıvanmış mozaiklerini gün yüzüne çıkaran Atatürk’ün müzesi değil, 1850’lerde Sultan Abdülmecit’in talimatıyla Fossati biraderlerdi. Benzerine dünya tarihinde ender rastlanan bir karardır. Devletin egemenlik simgesi olan tapınağın içinde, diğer (rakip) dinin görkemli simgelerinin sergilenmesine razı olundu.

Atatürk cumhuriyeti bugünkü sonuca giden yolun hareket noktasıdır. Cumhuriyetin temel tasarrufu Türkiye’nin gayrimüslim nüfustan arındırılmasıydı. Birtakım dandik reformlar dışında Atatürk Türkiyesi’nin kalıcı olan, sosyolojik anlamda ‘çağ değiştirici’ olan başarısı budur. Milyonlarca yurttaş Müslüman olmadığı gerekçesiyle sınırdışı edildi; yerine dünyanın dört bucağından Müslüman nüfus ithal edildi. Bununla yetinilmedi. Ülkenin tarihinden gayrimüslim izleri silindi. Binlerce kilise devlet eliyle yıktırıldı; kalanlar askeriyeye atış talimgahı ve vatandaşın davarına ahır yapıldı. Mezarlıklar yok edildi. Yer adları değiştirildi. Ülkenin tarihi yeniden yazıldı, gasp ve fetih, akın ve talan yüceltildi. Binlerce yıllık medeniyet ocağı olan bir ülkenin halkının, Orta Asya’dan at sırtında gelen birtakım yağmacıların soyu olduğu fikri genç kuşaklara aşılandı.

Devlet eliyle 1930’larda, 40’larda ve o günden bu yana geçen her gün binlerce tarihi kilise yağmalanıp yok edilirken Ayasofya’nın müze yapılması iğrenç bir iki yüzlülük örneğidir. Daha da önemlisi, altta yatan bir çıkmazın dışa vurumudur. İslami bir simge reddedilmiştir. Yerine konan şey sahte bir dekordur. Turistlerden para tahsil etme dışında işlevi olmayan bir devlet işletmesidir. Manevi bir anlamı yoktur; kimsenin gönlünde gerçek bir yer tutmaz.

Aradan bir süre geçtikten sonra milletin neredeyse oy birliğiyle geriye – hem doksan yıl değil yüz doksan yıl geriye – dönmek istemesi şaşırtıcı mı?  

3.  

Ulusal kimliğini İslam ve fetih üzerinden tanımlayan bir ülkede gayrimüslimlere yaşam alanı kalmamıştır. Düne kadar – kendilerini kandırma pahasına da olsa – kendilerini ulusun birtakım hak ve özgürlüklere sahip bireyleri olarak görmeleri mümkündü. Artık değildir. Bugün fiili bir saldırı olmasa da, yarın önemli veya önemsiz bir kavgada haklarını savunabilecekleri bir zemin, başvurabilecekleri bir merci kalmamıştır. Bir süre daha yaşarlar belki; onurla yaşayamazlar.

Önemsiz bir azınlıktır, ne fark eder denebilir. Doğrudur. Lakin daha önemli başka azınlıklar da gelen fırtınada ayakta kalma imkanlarını yitirmiştir.

a)      Egemen dini konsensusu paylaşmayan Alevilerin yeni düzende insan ve vatandaş olmaktan ileri gelen haklarını koruyabileceğini düşünen hayal kurar. Düne dek ‘Atatürk’ simgesine sıkıca sarılarak kendilerinin de bu ülkede (ve devlette) paydaş olduklarını iddia edebilmekteydiler. O simge yıkıldığında, tutunabilecek başka dalları yoktur. Benimsedikleri parti bugün onları Ayasofya’da namaz kılmaya davet ediyor.

b)      Türkiye’nin diplomalı sınıflarının büyük bir kesimi, halk çoğunluğunun dini hassasiyetlerini paylaşmaz. Bugünkü ortamda bu kesimin kendini ortak ulusal kimliğe ‘ait’ hissetmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir. O yüzden, yarın devlet onları – bireysel olarak veya topluca – ‘vatan haini’ veya ‘halk düşmanı’ ilan ettiğinde dayanabilecekleri bir zemin de kalmamıştır. İtiraz bile edemezler.

“Sayıları kaç ki” sorusu gene sorulabilir elbette. Aleviler belki harcanabilir; bilmiyorum. Hele tek olası direniş odağı olan Kürtlerle işbirliği yapmazlarsa daha da kolay harcanacakları kesin. 

Ama uluslararası sahalarda top koşturabilecek bir avuç kalifiye insanını kaybetmiş bir Türkiye, dünyaya tek başına meydan okuma triplerini nereye kadar sürdürebilir, onu kestirmek zor değil.

4.

“Dünyanın” Ayasofya’yı dert ettiğini düşünmüyoruz elbette. Ayasofya’nın tarihteki mana ve ehemmiyetini hatırlayan kaç kişi kaldı? Türkiye’deki turistik bir binanın biletli müze yerine çoraplı cami olması kaç kişiyi ırgalar? Nitekim sekizinci düzey bir habercik olarak kaydedildi ve geçti.

Fakat Türkiye’nin niyeti gözden kaçmamıştır. Dünyaya meydan okuyan kof kabadayı tavırları not edilmiştir. “Neye güveniyor bunlar, bütçeleri kaç para, kadroları neye yarar” soruları sorulmuş ve cevaplanmıştır. “Yakında Viyana’yı da fethederler, aman dost olalım” diyen olmuş mudur acaba? Uluslararası medyada Türkiye’nin laf arasında gitgide artan bir oranda “an Islamic dictatorship” diye tanımlanması hayra alamet midir?

İnsanlar dünyasında genellikle en çok meydan okuyan değil dostluklarını sağlam kuran kazanır. Ülkeler dünyasında farklı olduğu düşünür müsünüz?

5.

Ayasofya kararından canı yanacak tek ülke, o yapıyı kendi geçmiş ulusal ihtişamının simgesi ve şaheseri sayan Yunanistan’dır. Türkiye’yi yönetenler elbette bu gerçeğin farkındadır. Kararı verirken doğrudan bu ülkenin tepkisini hesaplamış olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Türkiye’nin birkaç yıldan beri Yunanistan’a karşı adım adım yükselttiği provokasyon politikasının mantığı var mıdır ve varsa nedir? Cevabı bilmiyorum. Düşünebildiğim tek mantıklı senaryo var: Türkiye batı komşusunu Avrupa Birliği’nden koparmaya çalışıyor; bu yüzden AB’nin Yunanistan üzerindeki güvenlik şemsiyesini test ediyor. Derinleşen bir krizde Avrupalıların – artık norm haline gelen kısır çıkarcılıklarıyla – Yunanistan’ı yalnız bırakabileceklerini hesaplıyor. Ya da belki Yunan yöneticilerini bu ihtimale ikna etmeye çalışıyor. Almanlar satar mı? Belki satar, kim bilir.

İlk bakışta mantıklı duran bir senaryo, evet. Yalnız Türk dışişlerinin diplomatik zekasını alkışlamadan önce gene şu soruyu sormakta yarar olabilir. Kof kabadayılıkla alınabilecek olan mesafe nedir? Haksız şantaj karşısında normal olarak insanlar – ve ülkeler – siner mi, yoksa, Yunanistan’da son aylarda net olarak görüldüğü gibi, kabarır mı? Tüm hesaplarını tehdit ve sindirme üzerine kuranlar, acaba fazla Kurtlar Vadisi izlemiş olmanın akıl bükücü etkilerinden mi mustariptir?

6.

Türk milli politikalarını yönlendirenlerin akılsız olduğunu düşünmüyorum; hiçbir zaman da öyle bir düşünceye kapılmadım. Yalnız, Türk Milli Eğitimi ile yetişenlerin insan ve toplum psikolojisi, ahlak felsefesi ve (gerçek) tarih gibi konularda yeterli donanıma sahip olabileceklerini sanmıyorum.  Türkçü  faşizmin ‘emir komuta’ fetişizmine gönül verenlerin, gerçek dünyanın karmaşık denklemleri karşısında yeterli zihinsel esnekliği gösterebileceklerine de pek ihtimal vermiyorum.

http://nisanyan1.blogspot.com/2020/07/minareler-sungumuz-kubbeler-migferimiz.html

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın