İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Adalet” hepimizin talebi

Eski Kelt’lerde kişinin, kendisine haksızlık yapan zenginin kapısının eşiğinde kendini aç bıraktığı, Troscadh ya da Cealachan adı verilen bir açlık grevi biçiminin uygulandığı söylenir.

Murat Çelik 

Ebru basına yansıyan son açıklamasında “Biz ikimiz avukatız ve bundan sonra da avukatlık yapmaya devam etmek istiyoruz. Ölüm orucunu, savunmanın devamı olarak görüyoruz. Talebimiz en genel anlamda adalettir.Öncelikli genel taleplerimizi yayınladık kaç madde olursa olsun özeti, çevreye, düzene, insana adaletin hakim olmasıdır. Meslek hayatımız boyunca adalet için mücadele ettik.“ demişti. Ebru ve Aytaç’ın talepleri, aynı zamanda toplumsal bir ihtiyacın ifadesi. Bir farkla, onlar “adalet” arayışları için en zorlu yolu seçerek, hücre hücre erimeyi göze almış durumdalar.

Dünyada ve Türkiye’de birçok kez zorunlu ve en son direniş olarak kullanılan açlık grevleri/ölüm oruçları genellikle talepler ve süreç konusunda her zaman eleştiri konusu olmuştur. Ölümler gerçekleşene kadar büyük bir sessizlikle izlenmiş, ancak ölümün gerçekleşmesi kamuoyunun yakın ilgisini çekmeyi başarabilmiştir.

Tam da Halil Cibran’ın şiiri gibi; Bir gün şöyle dedim bir şaire ;

             Gerçek değerini anlayabilmemiz için

             ölmeni beklemek gerekecek.”

            Cevap verdi ;

            Elbette, ölüm her zaman açıklayıcı olmuştur

           Ama, sen değerimi gerçekten bilmek istiyorsan

           yüreğimdekinin dilimdekinden, dilediğimin de

           elimdekinden daha fazla olduğunu bilmelisin

Bizlere düşen görev de ölümü beklemeden “talep ve süreç” ile ilgili eleştiri haklarımız saklı kalmak üzere, onları yaşamda tutabilmek için dayanışma içinde olmak, talepleri, bizim de taleplerimizdir diyerek mücadeleye omuz vermek olmalıdır.

Karl Marx’ın 1870 yılının sonbaharında, Paris işçilerine hükümeti devirme girişiminin tarihsel süreç açısından uygun olmadığı konusunda bir uyarıda bulunduğu bilinmektedir. Marx, Paris Komünü kurulduğunda, eleştiri ve uyarılarına ara vererek, işçilerin geçici bir süre olsa da iktidarı elinde tutmasına destek vermiştir. Bizlerin tarihsel sorumluluğu da bu dönem için aynı tutumu gerektirir.

Bugün arkadaşlarımızın talepleri içinde birincil öneme sahip olan adaletkavramı, her dönem tartışma konusu yapılmakta ve talep olarak dillendirilmektedir. Baskıcı iktidarlarda / faşizmin hakim olduğu yönetimlerde adaletin gerçekleşemeyeceği de sıklıkla söylenmektedir. Gerçekte sınıflı toplum ve özel mülkiyetin geçerli olduğu tarihsel süreçte yurttaşların “eşitlik ve adalet mücadelesinin“ kesintisiz bir şekilde devam ettiğini bilmekle birlikte, adalete ve eşitliğe ulaşma olanağının olmadığını öngörebiliyoruz.

Bu düşünceyi en iyi anlatanlardan biri modern çağın ilk ütopyacısı Thomas More olmuştur.

“Bütün bu acıların kaynağı, özel mülkiyettir. Nerede ki özel bir mülkiyet vardır, nerede ki herşeyin ölçüsü paradır, devlet işlerinin adil ve yolunda gideceği pek az olasıdır. Özel mülkiyetin kökünden ortadan kaldırılmasıyladır ki, eşitlik ve adalet gerçekleşecektir“¹

Kapitalist hukuk, doğrudan doğruya sınıf tahakkümüne ve egemen sınıf çıkarlarına hizmet eden bir hukuk anlayışı olması nedeniyle adalet kavramına ulaşmak gerçekte mümkün değildir.

M. Rolnad Weyle’in deyişi ile;“Bireyciliği yüzünden burjuva demokrasisi, özgürlük ve eşitlik kavramlarına salt biçimsel ve soyut bir anlam verir: bu hukuk özgürlük ve eşitliği aslında birer icazet olduklarından, gerçekte, bu eşitsizliğin giderilmesine değil, aksine daha da ağırlaştırılmışına katkıda bulunurlar. Gerçekte burjuva hukukunda; eşitlik ve özgürlük kavramları sahte kavramlardır“²

Marx/ Engels bu durumu Komünist Manifesto’da şöyle açıklamaktadır:

“Proleterin gözünde, hukuk, ahlak, din gerisinde kaynaşan bir o kadar burjuva çıkarı gizlenmiş burjuva ön yargılarıdır. Sizin bütün düşünleriniz burjuva üretim ve burjuva mülkiyet koşullarınızın sonucundan başka bir şey değildir. Tıpkı hukukunuz da sınıfınızın herkes için bir yasa durumuna getirilmiş iradesinden, temel niteliği ve yönü sınıfınızın ekonomik varlık koşullarınca belirlenmiş bir iradesinden başka bir şey olmağı gibi “³

Tüm bu düşünceler karşısında, özel mülkiyetin var olduğu sistemlerde özgürlük, eşitlik ve adalete ulaşma şansına sahip miyiz? Bir çok düşünür tarafından tartışma konusu yapılmış olsa da insanlar, insan onuruna uygun bir yaşam sürdürebilmek için, ekmek gibi, su gibi, hava gibi adalete de ihtiyaç duyarlar. Kimi zaman adalete ulaşmak için canları pahasına, her şeyi göze alarak mücadele ederler.

Dünya halkları iktidar sahiplerine, egemenlere karşı adalet talebi ile sayısız mücadele yöntemine, araçlarına başvurmuştur. Bunlardan birisi de “açlık grevi / ölüm orucu“ eylemi.

Açlık grevinin tarihçesi

Açlık grevinin tarihinin özellikle Hristiyanlık-öncesi İrlanda’ya ve doğuda MÖ 400-750 yılları arasına, Antik Hindistan’a kadar uzandığı bilinmektedir. Özellikle İrlanda’da bu grevin ne şartlar altında ve nasıl yapılacağına dair çok belirgin kurallar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu tip bir protesto, insanlık tarihinin önemli bir bölümünde, toplumsal mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmiştir.

Eski Kelt’lerde kişinin, kendisine haksızlık yapan zenginin kapısının eşiğinde kendini aç bıraktığı, Troscadh ya da Cealachan adı verilen bir açlık grevi biçiminin uygulandığı söylenir. Bazı tarihçiler bunun bir ölüm orucu olduğunu; adaletin de kapı eşiğinde birinin ölmesine izin vermenin utancıyla gerçekleştirildiğini söyler. Diğerleri bunun ölmek için yapılmadığını, sembolik bir eylem olduğunu, asıl amacının suçluyu kamusal olarak utandırma olduğunu söyler. Her şekilde, bu protestonun iki biçimi de modern İrlanda’da siyasi bir silah olarak fazlasıyla kullanılmıştır. İrlandalılar açlık grevi / ölüm orucu eylemi arasında bir ayrım yapmadan bu eyleme, tarihi süreçte bir çok kez başvurmuşlardır.

İrlanda, 12. ile 16. yüzyıllarında İngiltere tarafından fethedilmiş / sömürge haline getirilmiş bir ülke. “İrlanda’lıların büyük bir çoğunluğu, İngilizler tarafından tutsak olarak alınarak ve Kuzey Amerika’ya köle olarak satılır.“⁴ Amerika kıtasına, kölelerin daha çok Afrika kıtasından getirildiği kabul edilmesine rağmen Avrupa‘dan, Amerika kıtasına kölelerin getirildiği tam olarak bilinmemektedir. İngilizler tarafından toprakları ellerinden alınan İrlandalılar, Amerika kıtasına köle olarak satılmışlardır. İngilizler tarafından akıl almaz işkencelerle karşılaşan İrlandalılar, her türlü mücade araçları ile İngiltere‘ye karşı kıyasıya mücadele etmişlerdir. Bu mücadele yöntemlerinden birisi de, açlık grevi ve ölüm orucu eylemi olmuştur.

Britanya sömürgeciliğine karşı İrlandalıların direnişinin tarihi, açlık grevinde ölen kahramanlarla dolu. En çok tanınanlardan biri Dublin’deki Mountjoy Hapishanesi’nde Britanya tarafından zorla beslendikten sonra ölen, 1916’daki “Paskalya Ayaklanması” gazisi Thomas Ashe’dir. 1920’de, Cork Belediye Başkanı Terence MacSwiney’in de aralarında bulunduğu üç kişi, İngiltere’nin Brixton Hapishanesindeki açlık grevinde öldüler.

1921’de İrlanda’nın parçalanmasının ardından kurulan yeni “Özgür İrlanda Devleti” tarafından hapse konulmalarını protesto etmek için yaklaşık 8 bin IRA tutsağının 1923’ün Ekim ayında girdiği açlık grevi sırasında iki kişi öldü. Yakın tarihlerde İrlanda da Bobby Sands öncülüğündeki açlık grevinde on tutsak yaşamını yitirdi. Taleplerinin büyük bir kısmının karşılanması üzerine açlık grevine son verildi.

Meksika-Chiapas’taki siyasi tutsaklar, 1981 yazında İrlanda’daki durumu örnek alarak açlık grevine başladılar. Güney Afrika’daki ANC tutsakları ve Nelson Mandela da benzer girişimlerde bulundular ve talepleri kabul edilene kadar açlık grevlerini sürdürdüler.

Gandi “Adaletsiz rejimi, adaletle yıkınız, Alkışlar önüne kansız elle çıkınız.” diyerek Hindistan’ın İngiliz işgalini sona erdirmek ve bağımsızlığı kazanmak için açlık grevi yapmıştır.

Açlık grevindeki bulunan İrlandalı tutsaklar, dünya genelinde mücadeleleriyle, dünya halklarının hafızalarında önemli bir yer teşkil eder. Tahran’daki İngiliz Büyükelçiliği önündeki cadde halen “Bobby Sands Caddesi” adını taşır.

Fidel Castro, Bobby Sands ve yoldaşları için “Altmış gün boyunca açlık grevinde kalarak idealleri uğruna ölme kudretine sahip insanların huzurunda despotların eli ayağı titrer! Bunun yanında, yüzyıllar boyunca insani feda ruhunun simgesi haline gelen İsa’nın çarmıhtaki üç günü nedir ki?” şeklinde değerlendirmede bulunarak desteklemiştir.

Yakın tarihte Türkiye

Türkiye tarihinde de bir çok kez açlık grevi / ölüm orucu eylemi siyasal iktidarın baskıcı uygulamalarına karşı en son çare olarak kullanıldı.

Devrimci şair Nazım Hikmet, 8 Nisan 1950’de “Millete verdiğim açık istidaya canımı pul yerine kullanıyorum” diyerek Bursa Cezaevi’nde açlık grevine başlamıştı. Ailesine yazdığı mektupta ise “Başka türlü hareket etmek kabil olmadığı için bu kararı verdim. Sizden yalnız bir şeye kayıtsız şartsız inanmanızı istiyorum: bu kararım, herhangi bir yeis, bir yılgınlık, bir korkaklık, bir sabırsızlık neticesi değildir. Sabırlı, şuurlu, ümitliyim. Fakat, hakkın ve hakikatın ortaya çıkması için meydana hayatımı atmaktan başka imkânım kalmadığına kaniim. Bundan dolayı bu son imkânımı şuurla, ümitle kullanıyorum.” demiştir.

Daha önce de çeşitli açlık grevi eylemleri yapılmış olsa da, Türkiye’de ilk ciddi, kitlesel ve adı konulmuş ölüm orucu direnişi, 14 Temmuz 1982 yılında Diyarbakır hapishanesinde başlatılmıştır. Diyarbakır Hapishanesindeki baskı, işkence ve itirafçılaştırma politikalarını protesto amacıyla başlatılan ölüm orucu eyleminde, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yaşamlarını yitirmişlertir. Diyarbakır hapishanesinde 1984’te bir ölüm orucu eylemi daha gerçekleştirilmiş, bu eylemde de Mart ayı içinde Cemal Arat ve Orhan Keskin yaşamlarını kaybetmişlerdir.

11 Nisan 1984 tarihinde tek tip elbise dayatmasının sona erdirilmesi, işkenceden vazgeçilmesi, politik tutukluluk hakkı ve sosyal ve insanî şartlar için Metris hapishanesindeki mahpuslar açlık grevine başladılar ve bu eylem dört yüz kişiyle 45. günde ölüm orucuna dönüştürüldü. Açlık grevi eyleminin altmışıncı ve yetmişinci günlerinin başında Abdullah Meral, Haydar Başbağ, M. Fatih Öktülmüş ve Hasan Telci yaşamlarını yitirdiler. Açlık grevleri / ölüm oruçları özellikle tek tip dayatmasının durdurulması ile kesin olarak Şubat 1986’da sona erdirildi.

1988 yılında bir ölüm orucu eylemi bir kez daha Diyarbakır’da gerçekleştirilmiş ve bu eylemde Mehmet Emin Yavuz yaşamını yitirmiştir.

Refah-Yol hükümet döneminde o zamanın Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın “Mayıs Genelgesi”nden sonra hücre tipi hapishanelerin gündeme getirilmesiyle, o güne kadar ki en büyük ölüm orucu eylemi başlamış oldu (eyleme 355 ölüm orucu ve 2 bin 174 açlık grevi eylemcisi katıldı)

12 devrimcinin (Aygün Uğur, A. Berdan Kerimgiller, İlginç Özkeskin, Hüseyin Demircioğlu, Ali Ayata, Müjdat Yanat, A. İdil Erkmen, Tahsin Yılmaz, Yemliha Kaya, Hicabi Küçük, Osman Akgün, Hayati Can) yaşamını yitirmesinden sonra 69. günde taleplerin kabul edildiğini ilân edilmesi üzerine eyleme son verilmiştir. Ancak taleplerin kabul edilmesiyle hapishanelerde yaşanan geçici rahatlama çok uzun sürmemiştir. “96 ölüm orucu / açlık grevi eyleminin“ sonrasında hapishane katliamları (Diyarbakır, Ümraniye, Ulucanlar) yapılmıştır. Bunlar yaklaşan büyük katliamın adeta hazırlığı gibidir. Gerçek adı “TUFAN “ olan, ancak kamuoyuna “ Hayata Dönüş“ olarak lanse edilen 19 Aralık katliamı.

F Tipi Hapishanelerin yapılması ile birlikte açlık grevi eylemleri bir kez daha gündeme geldi.  20 Ekim 2000 tarihinde açlık grevi olarak başlayan ancak bir ay sonra ölüm orucuna dönüşen eyleme, kısa sürede çok sayıda mahpus katılmıştır. 6 yıldan fazla süren açlık grevi/ölüm orucu eylemi, modern dünya tarihinin bilinen en uzun süreli açlık grevi eylemi olarak insanlık tarihinin acılı sayfaları arasında yer almıştır. Burada isimlerinin tek tek belirtemediğimiz 124 kişi, uzun ve acılı süreçte yaşamlarını yitirmiş, yüzlercesi ağır kalıcı sakatlık ve hastalıklarla karşı karşıya kalmıştır. 

Son olarak bahsedeceğimiz açlık grevi ise bir avukat olan Behiç Aşçı’nın eylemi. Behiç Aşcı 5 Nisan 2006 tarihinde, ölüm orucuna başladığını şu sözlerle ifade etmişti:

“…Ben Avukat olarak 6 yıldır elimden geleni yaptığımı düşünüyorum. Suç duyuruları, davalar, şikayetlere rağmen tecritin kaldırılması konusunda hiçbir adım atılmamıştır. İşte bu nedenle 5 Nisan Dünya Avukatlar Günü‘nde yapabileceğim son şeyi yaparak Ölüm Orucu’na başladım. Kendime ait bir talebim yoktur. Hapishanelerdeki tecritin kaldırılması tek talebimdir. Beni bu eylemi yapmaya iten Adalet Bakanlığı’dır“

Behiç Aşçı’nın ölüm orucu eylemi, dünya tarihine cezaevleri dışında başlayan ve devam eden bir avukatın katıldığı ilk ve tek eylem olarak geçmiştir. Behiç Aşçı’nın ölüm orucu gerek Türkiye’de, gerekse bütün dünyada büyük ilgi ve duyarlılık yaratmıştır. Kamuoyunun desteği ve yakın ilgisi ile birlikte Behiç Aşçı, Adalet Bakanlığı’nın 22 Ocak 2007 tarihli genelgesinin yayınlanmasıyla birlikte ölüm orucu eylemine son verdi. Behiç Aşçı’nın tedavisine katılan doktorlar, “ birkaç saat sonra eyleme son verilmiş olsaydı Behiç’in yaşama döndürülmesin imkânsız olduğunu“ söylediler. Yani Behiç ölümün kıyısından, dayanışma ile hayata döndürüldü.

Baskı oldukça adalet ve özgürlük talebi de olacak

Türkiye tarihi, halklar açısından acılarla doludur. Osmanlı imparatorluğu döneminde çok ağır baskı koşulları altında yaşayan halklar “eşitlik / özgürlük / adalet“ kavramlarından çok uzak, yoksulluk içinde bir hayat sürmüşlerdir. Bu nedenle adalet ve özgürlük talebinin yükseldiği çok sayıda direniş gerçekleşmiştir.

Şeyh Bedrettin’in önderlik ettiği ilk köylü isyanı, Osmanlı saltanatına karşı yapılan en önemli isyan girişimidir. Şeyh Bedrettin“Dünyanın toprağı ve bu toprağın ürünleri insanların ortak malıdır. İnsanlar eşit yaratılmışlardır“⁵ diyerek zulme karşı başkaldırmıştır

Aynı dönemde Börklüce Mustafa, sınıfsız bir toplumu hedefleyerek 10 bin direnişçi ile Osmanlı İmparatorluğu’na başkaldırmıştır. Mustafa, Anadolu‘da farklı dinden ve halklardan oluşan büyük bir direniş örgütlemiş, saltanata karşı, Anadolu halklarının katıldığı, ilk sınıf savaşını başlatan kişi olmuştur.

Bundan yaklaşık olarak 100 yıl önce,1915 yılının 15 Haziranında, adaletsiz ve hukuksuz yargılamalar sonucunda verilen kararla, sadece Ermeni oldukları için aralarında aydın, sanatçı ve devrimcilerin olduğu 20 Komünist Ermeni, Beyazıt meydanında kurulan darağaçlarına asılarak idam edilmiştir. Bunlardan biri de “Paramaz“ diye tanınan Madteos Sarkisyan‘dı.

Paramaz, ölüme mahkum edildiği duruşmada “… biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz. Bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz. Bizim vatanımız bütün dünyadır..” ⁶ diyen enternasyonalist bir devrimcidir.

1917 Sovyet Devriminde “Paramaz ve yoldaşları” önemli bir yer tutar. 1917 devrimi sonrası, Lenin’in doğduğu yer olan Simbirst’in, karşı devrimci Beyaz Ordudan, Kızıl Ordu’nun kontrolüne geçmesinin ardından yapılan törene katılan Lenin, Paramaz ve 19 yoldaşının anısına beş dakikalık saygı duruşu yapmış ve konuşmasında onların mücadelesinin yollarını aydınlattığından“ ⁷ bahsetmiştir.

Ermeni devrimci Paramaz’dan yaklaşık 100 yıl sonra 5 Ekim 2014’te Kobani’de IŞİD’e karşı savaşırken Miştenur tepesinde öldürülen Paramaz, bu kez Madteos Sarkisyan değil, Suphi Nejat Ağırnaslı olarak “adalet, eşitlik ve özgürlük “ mücadelesinde karşımıza çıkmıştır.

28 Kasım 2015’te Diyarbakır’da Dört Ayaklı Minare’nin önünde “Biz bu tarihi bölgede birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz” dedikten kısa bir süre sonra vurularak öldürülen, hayatını barışa, insanlığın ortak değerlerini korumaya adamış değerli meslektaşımız Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi cinayeti, onlarca kameranın ve herkesin gözü önünde işlenmiş olmasına rağmen failleri hala ortaya çıkarılmamış bir ülkede “Adalet“ kavramından bahsetmenin ne kadar zor olduğunun hepimiz farkındayız.

Ebru ve Aytaç’ın adalet talebi, ölüm orucu eylemini yakıcı bir gerçeklik olarak bir kez daha gündeme getirdi. Aytaç ve Ebru’nun yargılandıkları davada, avukatlıklarını yapma onuruna sahip olduk. Onların işkenceci polisler karşısında nasıl dik durduklarını, insanlık onurunu, meslek onurunu, nasıl kararlı bir şekilde savunduklarının tanığı olduk.

Aytaç ve Ebru’yu sadece sorgularından, davalarından değil, aynı zamanda yargısız infazlarda öldürülen, işkence ile öldürülen, gözaltında kaybedilen müvekkillerinin davalarından, doğamıza sahip çıkan davalardan, işçi cinayetleri davalarından, Soma Katliamı davası, cezaevinde işkence ile öldürülen Engin Çeber, “Haziran Direnişinde” öldürülen Berkin Elvan, karakolda işkence ile öldürülen Festus Okey davalarından ve daha bir çok siyasal davadan tanıyoruz.

Ebru ve Aytaç’ın avukatlık yaptıkları HHB, otuz yıldan fazla bir süredir halkın içinde, haksızlığa ve zulme karşı, hukuk alanında “ adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesi” vermeye çalışmaktadır. Büro avukatlarından Fuat Erdoğan’ı, müvekkillerine işkence eden ve yargısız infaz davalarında sanık olarak yargılanan siyasi polisler tarafından öldürülmesi ile kaybettiler. Otuz yıllık süreçte, HHB avukatları, sayısız şekilde tutuklandılar, işkence gördüler, işkencede kolları kırıldı, elleri kırıldı, ama yılmadan hukuk ve adalet mücadelesini kararlıkla sürdürmeye çalıştılar.

Ebru ve Aytaç ile aynı dönemde ölüm orucuna devam eden, Didem ve Özgür hakkında fazlaca bir bilgiye sahip değilim. Basına yansıyan kısmıyla, Didem de hukuk fakültesi öğrencisi, bir hukukçu olduğunu, Özgür’ün ise Metris Hapishanesinde, işkencede öldürülen Engin Çeber ile aynı davadan yargılandığını, işkenceye uğradığını ve Engin’e yapılan işkencelere bizzat tanıklık ettiğini öğrendim.

Helin’i, Mustafa’yı, İbrahim’i zifiri karanlıktaki “adalet“ arayışlarında kaybettik, daha güçlü bir dayanışma ve eylemlilik içinde olamadığımız takdirde; Ebru, Aytaç, Didem ve Özgür’ü de kaybedeceğiz.

Bu sessiz çığlığın hepimiz tarafından duyulması, bir an önce harekete geçilmesi, yeni ölümler ve sakatlıklar yaşanmadan, insan onuruna, eşitliğe, adalete uygun şekilde çözüm bulunması öncelikli talebimiz olmalıdır.

Bu nedenlerle başta hukuk kurumları olmak üzere, siyasi partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, meslek örgütleri, TBB, TMMOB, TTB, barolara, aydınlara, sanatçılara, doktorlara, mühendislere, işçilere, kurumsal ve kişisel olarak hepimize düşen bir görev mutlaka vardır.

Eylemcilerin adalet talebi hepimizin ortak talebidir.

Sözlerimi, Marx ve Engels’in Komünist Manifestodaki “Bütün Ülkelerin İşçiler Birleşiniz“ son sözünden hareketle, avukatlara yönelik“bütün ülkelerin avukatları, adalet için birleşiniz“ diyerek bitirmek istiyorum. İnsanı dayanışma yaşatır. (MÇ/AS)

Kaynaklar:

1-Server Tanilli- Yüzyılların Gerçeği Ve Mirası – III . Cilt – sayfa 72 

2-M-Roland Weyle Gerçekte ve Eylemde Hukukun Payı- -sayfa-114 

3-Marx / Engels -Komünist Manifesto- sayfa 54

4- Server Tanilli- Yüzyılların Gerçeği Ve Mirası – III. Cilt sayfa 194 

5- Server Tanilli Yüzyılların Gerçeği ve Mirası- II.cilt- sayfa 415

6- Kadir Akın- Ermeni Devrimci Paramaz- sayfa 208 

7-Kadir Akın- Ermeni Devrimci Paramaz- sayfa 220

http://bianet.org/bianet/insan-haklari/226009-adalet-hepimizin-talebi

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın