İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Yerevan’a değil cehenneme!”

Ohannes Kılıçdağı

Müttefiklerin açıkça sırt çevirdiği, Ankara’dan kapalı-açık tehditlerin geldiği bu ortamda, üstelik Eylül 1922’de İzmir’in Rum ve Ermenilerine yapılan ve bugün hâlâ ‘düşmanı denize dökmek’ adı altında övünülen muameleler de gözlerinin önündeyken, Ermenilerin bir karar vermesi gerekiyordu.

Bu hafta sizinle, Türkiye Ermeni toplumunun varoluş kodlarının yeniden yazıldığı bir zamana, yani 1922-1923 yıllarına gidelim. Bu konuda, ikisi de Türkiye Ermeni toplumundan iki akademisyen tarihçinin, Lerna Ekmekçioğlu ve Ari Şekeryan’ın önemli araştırmaları var. Bu araştırmalar sayesinde o günlerde neler yaşandığını öğreniyoruz. Bu yazıda da onlardan faydalandım. 
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Ermenileri yaşadıkları felaketin tamiri için bağımsız Ermenistan oluşturulması da dâhil, hayli umut besliyorlardı. Her ne kadar resmî tarihte bu ‘ihanet’ olarak nitelense de, onların bu umutlarını, kendilerini 60-70 sene oyalamış ve nihayet İttihat ve Terakki eliyle soykırıma uğratmış bir devletten ziyade, savaşın kazananlarından beklemesi gayet anlaşılırdı. Gel gelelim, sonunda o kazananlar da, yani İngiltere, Fransa, Amerika, Ankara hükümetinin nihaî askeri başarılarının geldiği 1922 sonbaharından sonra Ermeni toplumunu amiyane tabirle sattı, hem de bayağı ağır biçimde sattı. 
Şekeryan’ın aktardığına göre, 1922 sonbaharından itibaren yani askerî galibiyet kesinleştikten sonra TBMM’de, kalan Ermenilerin de –Rumlarla beraber– ülkeden sürülmesi gerektiğine dair sözler söyleniyordu. Erzurum mebusu Mehmet Nusret, Ermenilerin bir yurt istemeye haklarının olmadığını, onların yurtlarının Yerevan olduğunu söyleyince, Meclis’te “Cehenneme gitsinler” sesleri yükselmişti. (Bunlar Şekeryan’ın, “The Transformation of the Political Position of the Armenian Community in Istanbul vis-à-vis the declaration of the Republic of Turkey” [İstanbul Ermeni Cemaatinin Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurulmasına İlişkin Siyasi Tutumu] başlıklı makalesinin 311. sayfasında geçiyor.) 
Siyasi kadronun önde gelen isimleri Ermenilerin ne yapması gerektiğinin çerçevesini de çiziyordu zaten. Dr. Refik (daha sonra başbakanlık da yapacak olan Refik Saydam), Ermenilerin savaş sırasındaki “zararlı faaliyetleri”ni Türklere unutturmak için çok çalışmaları gerektiğini, Türk devletine tam bir itaat göstermeleri gerektiğini söylüyordu (Şekeryan, s. 310). (İşe bakın, nüfuslarının %90’ını kaybeden Ermeniler, kendilerini affettirmesi gereken de onlar. Bunun için “Kazanan haklıdır” diyorlar.) Benzer şekilde, Meclis başkanlığı yapmış Hamdullah Suphi (Tanrıöver) de, Ermeni “kökenliler”in eğer bu ülkede barış ve uyum içinde yaşamak istiyorlarsa, Ermeniliklerini reddedip “saf Türk” olmak zorunda olduklarını söylüyordu. (Şekeryan, s. 311) 
Müttefiklerin açıkça sırt çevirdiği, Ankara’dan kapalı-açık tehditlerin geldiği bu ortamda, üstelik Eylül 1922’de İzmir’in Rum ve Ermenilerine yapılan ve bugün hâlâ ‘düşmanı denize dökmek’ adı altında övünülen muameleler de gözlerinin önündeyken, Ermenilerin bir karar vermesi gerekiyordu; mesajı aldılar ve sağ ve esen kalmak için yapılması gerekeni yaptılar. Osmanlı Ermenilerinin Avrupalı devletlerin kışkırtmasıyla savaş zamanı yanlış tercihler yaptığını ama artık hatalarını anladıklarını, ‘büyük ağabey’ olan Türklerle ilişkileri tamir etmek istediklerini kanaat önderleri aracılığıyla beyan ettiler. ‘Barışma’nın şartı olarak onlardan beklenen –ve yaptıkları– bir şey de, diaspora Ermenilerini reddetmek, hatta onları suçlu ilan etmekti ki, malumunuz olduğu üzere bu kod da bugün hâlâ mükemmelen işlemekte. Gazetelerde yazdıkları yazılarda bunu söylemenin yanı sıra Lozan görüşmelerindeki Ermeni heyetinin kendilerini temsil etmediğini beyan ettiler. İsmet Bey başkanlığındaki Lozan heyeti ülkeye döndüğünde, İstanbul Ermeni toplumundan bir heyet onları Çatalca’da karşılayıp Lozan zaferinden dolayı tebrik eden, Ermeni ile Türk’ün kader birliğinden bahseden konuşmalar yaptılar. Gene Şekeryan’ın, Tevhid-i Efkâr gazetesinden aktardığına göre, onlar bu konuşmaları yaparken orada hazır bulunan gazeteci, siyasetçi ve yazarlar onlara gülüyor, onları alaya alıyorlardı (s. 305). (Şunca sene sonra bile anlatılan manzarayı gözümde canlandırınca utançtan kulaklarım kızarıyor.)  
Ekmekçioğlu da, ‘Recovering Armenia’ başlıklı kitabında, kendilerine “Türkofil Ermeniler” diyen bir grubun, 1922 yılında Türk-Ermeni Teali Cemiyeti adıyla bir dernek kurduklarını aktarıyor. Dernek açılır açılmaz da ‘Türkiye Ermenileri’ başlıklı bir broşür yayımlıyor. Burada tehcirin haklı gerekçeleri olduğu, kim olsa aynı şeyi yapacağı, kabahatin Ermenilerde olduğu yazılıyor. Türk Ermenilerinin “komitacılar”dan farklı olduğu ve Türkiye’ye yararlı olacakları, dünyaya “bir Türk’ün gözünden bakacakları” söyleniyor (s. 111, 112). 
Bugün buna benzer sözleri hâlâ duyuyor olmamız, kodların ne kadar derin yazıldığını ve başarılı olduğunu gösteriyor. Bugün, o günün Ermenilerini suçlamak kolay olurdu. Kafanıza bir silah dayalıyken konuşmak kolay değil. Fakat, asıl soru şu: O zaman bir geçiş, bir kuruluş dönemiydi; peki, 97 yıl sonra hâlâ aynı noktada mıyız? Bu ülke hâlâ kurulamadı mı? 

Not: Patrik Maşalyan’ın 24 Nisan konuşması, itiraz edilebilecek bir-iki husus barındırsa da, mevcut şartlarda makul, Ermeni halkına yapılan haksızlığı ve zulmü ima yoluyla da olsa ifade eden bir konuşmaydı. Demek ki, ‘vazoyu kırmadan’ da söylenmesi gerekenler söylenebiliyormuş.

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23978/yerevana-degil-cehenneme

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın