İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Metîn: Kürtçe yüz yıllık bir enkazın altında

Mîrza Metîn: Kürtçe yüz yıllık bir enkazın altında

Bugün Kürt Tiyatrosu dediğimizde ismini saymadan geçemeyeceğimiz bir isim Mîrza Metîn; bol ödüllü, bol alkışlı, cesur ve Kürtçeye sahip çıkan bir oyun yazarı, yönetmen ve oyuncu. Metîn; “Kemalizmle flört eden damardan umudum yok. Kürt siyaseti izm’lerin peşini bırakmalı, anadili her yere yaymanın yoluna bakmalı bana kalırsa. Kürtçe yüz yıllık bir enkazın altında. Bunu Elazığ depreminde gördük” diyor.

Panopticon adlı oyundan. Fotoğraf: Ali Güler

Jînda Zekioğlu

DUVAR – Doğu Ekspresi o yıllarda henüz Batı’dan Doğu’ya fotoğraf çekmek, yataklı vagonlarla iki üç günlük macera yaşanacak bir Orient Ekspres değildi. 80 sonrasının izleri, sokakları kanlı ve yıkıntılar arasında bırakmıştı. Mîrza Metîn’in ailesi de bu göçten nasibini aldı. O 3 yaşındayken bindiler onları İstanbul’da Haydarpaşa’ya bırakacak olan trene.

İstanbul sokaklarının Kürtçesi unutturulmuş ancak Kürtlüğü kaybolmamış çocuğu olarak büyüdü. Her yaz gittiği Kars’ta, Türkçe konuşuyorlardı onunla. Şehirden gelenle Kürtçe konuşulmazdı zira…

Yurtsever bir ailede, birbirlerini korumaya ve kollamaya ant içmiş aile fertlerinin sınırları zorlayan siyasi gücü ne kadar elverirse o kadarını başardılar.

Yıl 94’e geldiğinde, sokaklarda Özgür Gündem dağıtan bir sokak gazetecisiydi Mîrza.

“Siz de işin bir ucundan tutun” diyerek MKM’ye gidip gelmeye başladılar. Sanatla ilişkilenmesi o günlere dayanıyor.

“Gazete dergi dağıtıyordum, dağıttığım gazetede Kürdistan’da vurulan gazete dağıtımcılarının haberlerini okuyarak…” diye hatırlatıyor Mîrza Metîn, küçücük Kürt çocukların faili meçhul cinayetlerini.

Annesi HEP’in kuruluşunda yer almış, babasına cezaevi yolu görünmüştü. “Ne çok güne kardeşlerimle birlikte yalnız uyandık, ne çok tek kaldık” diye anlatıyor o günlerini:

“Kürtçe bilmiyordum ama Türkçem de dört başı mamur değildi. Sırtıma, ‘dalım’ dediğim için arkadaşlarımın dalga geçtiğini hatırlıyorum. Halbuki insan dallı budaklı bir varlıktır. Bir de sırt bükülür, dal yeşerir ha! Ama işte, çocukluk… Mesela bir öğretmenimiz vardı ilkokulda, sınıfta Kürtçe bilenleri ayağa kaldırır karşılıklı Kürtçe konuştururdu. Biz de sirk maymunu izler gibi gülerdik. Ben de büyük bir utançla güldüğümü hiç unutmuyorum. Bu sebeple ilkokulda Kürt olduğumu hiç söyleyemedim.”

Bugün Kürt Tiyatrosu dediğimizde ismini saymadan geçemeyeceğimiz, bol ödüllü, bol alkışlı, cesur ve Kürtçeye sahip çıkan, yazar, yönetmen ve oyuncu Mîrza Metîn.

2000’li yıllarda Kürt ve Kürdistan Tartışmaları’nı konuştuğumuz söyleşilerde bugünkü konuğumuzla sohbetimize buyurun.

Nasıl bir ailede büyüdün?

Sömürüye karşı direnen ve özgür Kürdistan hayaliyle mücadele eden ama çocuklarıyla Kürtçe konuşmayarak self-kolonyalizmi besleyen bir ailede büyüdüm. Ben kendi çabamla öğrendim hafızamda kalan o bir cümleye tutunarak. Kız kardeşlerim konuşamıyorlar. Onların çocukları da… 80’lerde, “Büyüyünce peşmerge olacağım” dediğim zamanları hatırlıyorum. Doksanların başında ise “Gerilla olacağım” diyordum. 95’te buna ramak kalmışken, bir oyun, küçük bir rol, hayatımı değiştirdi. Oyun oynama ediminin bu denli hayati bir şey olduğunu bu şekilde anlamış olmam çarpıcı tabii… Önceleri biraz üstü kapalı anlatırdım bunları. Artık açıklıkla söylüyorum. Çünkü devlet bizi yok saydıkça, biz de gerçeklerimizi gizleyerek yok sayıyoruz kendimizi. Rahatlığım Almanya’da olmamdan değil, yanlış anlaşılmasın. Gidip geliyorum Türkiye’ye. Sivilleşmeli varlığımız. Derdim bu.

Kendini bir yere, bir eve ait hissedebiliyor musun? Yoksa alıştın mı çoktan?

Coğrafi anlamda ikinci göçüm. Birincisi Kars’tan İstanbul’a, ikincisi ise İstanbul’dan Almanya’ya. İki yıldır Almanya’dayım. Aslında dönmek üzere bir yazarlık bursuyla gelmiştim. Sonraki gelişmeler daha fazla kalabileceğim şekilde gelişti. Buraya geldikten sonra İstanbul’un da benim için diaspora olduğunu fark ettim. Oysa ki Kürt siyasetinin yarattığı yaygın algı İstanbul’un en büyük Kürt kenti olduğuydu. Bir diasporada büyüyüp yaşadığımı bir başka diasporada anlamanın yol açtığı kızgınlığı, kederi uzun uzun anlatmayayım. Yüzüme beyaz maske enjekte edilmiş de onu söküyorum sanki. İstanbullu sayılırım diyordum, İstanbul’un Kürde reva gördüklerini bildiğim halde. Kolonyal bir yanılsamayla evim dediğim İstanbul’u, geleceğimde görmüyorum şimdilik. Her dönem Zimbabve yasalarının koruyucusu, destekçisi olmuş Almanya mı? Burada mesleğime devam edebilsem de bana ne yâr ne ev olur buradan. Gelecekte her gün Kürtçe konuşup duyabileceğim bir yere evim diyebilirim belki, öyle hissediyorum. Buna çok ihtiyaç da duyuyorum. Kulağımda kalan bir yankının aşkıyla sonradan öğrendiğim ve her gün duyamadığım anadilimle diyaloglar monologlar yazmanın çilesini saatlerce bilgisayar başında bükülü duran dalıma sorun.

‘KÜRDÜN ÖZGÜR BİR KÜRDİSTAN’I OLMAZSA ASLA EVİ OLAMAYACAK’

Sadece mekandan ayrılmadığını var sayıyoruz öyleyse…

Elbette, her ayrılık bir göç sayılır. Onlar da en az coğrafi göçler kadar zor ve kederlidir. Vaktiyle tiyatroya aidiyetimin şekillendiği MKM’den, Teatra Jiyana Nû’dan, Seyr-î Mesel’den ayrılmış olmak da göç gibiydi… Sonra can dostlardan uzak düşmek de… İnsanlar, fikirler, gruplar da birer coğrafya gibiler. Başkalarınca dolmak üzere bir coğrafyanın aurasından çıkmak hep sancılıdır. Bir yerde okumuştum, “ister gönüllü ister zorunlu, her göç bir travmadır” diyordu. Öyle sanırım. Her birimizin dalı göç yaralarıyla dolu.

Benzer duygularla karşılaştın mı Almanya’da?

Köln’e ilk geldiğim zamanlar birçok insanla röportajlar yapıp hikâyeler toplamıştım. Ezîdî Kürt bir gençle de uzun uzun sohbet etmiştik. Ona benzer bir soru sormuştum. Ev, vatan deyince aklına ne geliyor diye. Şöyle yanıtlamıştı: “Biz Ezîdîler 74 katliam gördük. Gittiğimiz her yerden kovulduk. Bizim yaşadığımız yerleri bizden başka herkes sahiplenmeye çalıştı. Ben ne söyleyeyim ki? Benim vatanım ben’im. Evim de vatanım da aklımdır, dilimdir, inancımdır, bedenimdir”. Sözü bu gencin geldiği sonuca vardırmak istemiyorum ama, Kürdün özgür bir Kürdistanı olmazsa asla evi olmayacak. Son yüz yıllık deneyimden bunu çıkarıyorum.

1937 yılında Kars’ın da manzarası olan Elegez’de devlet destekli Kürt Tiyatrosu kuruldu. Tiyatronun başına ise Celaté Koto getirildi. Ermeni ve Kürt yazarların oyunlarıyla Elegez Tiyatrosu oyunlar sergilemeye başladı. “Keça Mîrê”, “Kerr û Kulik”, “Heso”, “Xuliqandina Rojê”, “Kenarê Elegezê” gibi oyunlar sahnelendi. Kürt tiyatrosunun üretiminin ta o yıllardan yaşandığı toprakların bir insanı olarak bu hikayenin içine çekilmiş olabilir misin?

Ol hikâye Kürtlükten başlıyor. Hikâye gerçektir. Kürtler de. Ben tiyatroya oyuncu, yönetmen, yazar olacağım diye başlamadım. Aklımın ucundan geçmedi bunlar. Ben tiyatroyu Kürdistan özgürlük mücadelesinin bir parçası olarak tanıdım ve öyle başladım. Tiyatro bir mücadele, bir direniş biçimiydi. Bu hiç değişmedi.

‘KİMSE KİMSENİN GOVENDİNİ BOZMAMALI’

Tiyatro bir yanıyla birçok sanat dalının en kapsayıcılarından biri. Müzik, dans, dramaturji, yazarlık gerektiriyor. Yanı sıra; tarih, politika, edebiyat, psikoloji birikimi yapmayı şart koşuyor. Senin tüm bu yükleri kaldırmayı arzulamanın motivasyonu neydi? Seni besleyen, domine eden, bu yola sürükleyen ne oldu?

Oyun oynama ediminin hayatiliğinden bahsetmiştim. Temelde oyun oynamanın gücüne inanıyorum. Oyun oynamanın yarattığı özgürlük hissine inanıyorum. Beni gerillaya gitmekten vazgeçiren şeyin de bu olduğunu düşünüyorum bugünden bakınca. Oyun oynamanın yarattığı özgürlük hissi baskın geldi. “Oyun oynamak özgür bir eylemdir” diyor Johan Huizinga. Özgürlük, eylem, oyun… Aradığım her şey iç içe. Sonradan öğrenmiş de olsam Kürtçe aynı zamanda benim oyun dilim. Oyunla dilimi, dilimle oyunu öğrendim. Oyun akıl dışıdır. Aklıselimi bozar. Bilinç dışıyla temas kurar. Kulak kuyumun diplerine düşmüş birçok Kürtçe sesi/kelimeyi oyunla çıkardım ben. Kuyunun dibindeki bana, oyunla baktım. Üniversitedeyken bir ders için, Huizinga’nın Homo Ludens’i ve Lacan’ın bilinç dışı kavramını karşılaştırmış, bilinç dışının ve oyun oynama ediminin gelişim süreçlerinin an’daş olduğunu savunduğum bir makale yazmıştım. Sonra üzerine çalışmadım ama oyunun yaşamın başlangıcıyla olan sıkı ilişkisine hep ilgi duydum. Oyunun hayatımızdaki iyileştirici, özgürleştirici, harmonik yaşam modelleri sunan özellikleridir bende arzu yaratan. Yazmak da bir oyundur, uzun yıllardır en sevdiğim oyundur hatta. En yalın, en basit anlamıyla temel motivasyonum oyun oynama arzusu. Diyarbakır cezaevinde mahkumların gördükleri işkencelerden sonra acılarını hafifletmek, morallerini yükseltmek için ten tene, ter tere govend tutmalarıdır motivasyonum. Govend oyun, oyun direnişe dönüşmüştür orada.

Sen de İstanbul’da büyüyen, sanata ilgili, meyilli birçok akranın gibi yolu Mezopotamya Kültür Merkezi’ne düşenlerdensin. Bir okul, bir çatı, bir sığınma ve aynı yasaklı dilin, duyguların bir aradalığını kuran MKM’nin Kürt sanatındaki yerini nasıl tarif edersin?

Bana kalırsa Mezopotamya Kültür Merkezi bir ihtiyacın sonucuydu. İnsanların kültüre, sanata, edebiyata ve dile olan açlığını, -yine oyuna bağlayacağım- kısacası oyuna olan ihtiyaçlarını karşıladı. 1991’de kuruldu ve eksiği fazlası, hatası doğrusuyla hala ayakta, hala üretiyor, hala oyun oynuyor. MKM çok şenlikli ve inançlı bir oyun alanıydı bence. Hâlâ öyle. Çok sanatçı yetiştirdi. MKM’ye ve MKM’yi yaratan akla minnettarız hepimiz.

Ama MKM’den ayrıldıktan sonra, MKM’ye bağlı sebeplerle veya değil çok sorunlarla karşılaştık. 17 yıldır hala çözülmüş değil sorunlarımız. Haklı haksız aramıyorum. Bir çözümsüzlük varsa bunda hepimizin tuzu var. Artık zaman değişti, insanlar değişti. Oyun gerçekten hayatidir. Oyun oynamanın saflığıyla, harmonisiyle kurulmalı ilişkiler. Kimse kimsenin govendini bozmamalı. Aksine govendler her zamankinden daha fazla birleşmeli. Birleşmeli ki arada birbirimizden mendil çalıp govendi şenlendirelim. Birbirimizi sevelim. Başka yolu yok.

Sadece tiyatrocu olmayı seçmedin. Tiyatroda bir Kürt olarak varlık göstermeyi tercih ettin…

Bu bir tercih değildi. Bunun için özel bir çaba sarf etmedim. Ben Kürt tiyatrosu ile büyüdüm. Benim açımdan doğal bir sonuç bu.

‘DİL DİRENMEKTİR, DİRENMEK YAŞAMAKTIR’

Kürtçe okuyup, dinleyip, yazıp, oynayıp, yönetiyorsun. Anadilinin hayatının her alanında, tüm yasakları delip geçiyor. Dilin kişisel mücadeledeki gücü, toplumsal olarak nereye tekabül ediyor?

Diyarbakır zindanlarının duvarlarında yazar ya “Berxwedan Jîyan e – Direnmek Yaşamaktır” diye. Üstüne ne koyuyoruz bu sözün veya eylemin? Ben dili koyuyorum. Berxwedan jiyan e, ziman berxwedan e yani Dil direnmektir, direnmek yaşamaktır. Çünkü dilin yoksa sen yoksun. Ludwig Wittgenstein demiş ya “Gerçek yoktur, dil vardır” diye. Gerçeği dil kurar. Gerçek, an’ın hikâyesidir, dil olmadan kurulamaz. Kürdün gerçeği hem kolonyal dil ve akılla hem self-kolonyal dil ve akılla yazıldı bugüne kadar. Sharo Garip’in “Protez Akıl”1 ile anlatmaya çalıştığı da buydu bence.

Nasıl bir mücadele konumlanmalı bu akla karşı?

Kürtçe kendini her yerde kurmalı, kendini kurarken gerçeğini de kuracaktır. Bugün kurşunun yeri kalmadı bence. Bugün her yerde Kürtçe konuşarak, okuyarak, yazarak şamar atılır kolonyalizme. Bunu yapmazsak Kürtçenin yok olma tarihi çok uzak bir zamanda değil bence.

Geçen şubat ayında bir haftalığına İstanbul’a geldim ve bir self-performans gerçekleştirdim. Almanya’da uçağa bindiğim andan itibaren bütün hafta boyunca bilen bilmeyen, anlayan anlamayan herkesle Kürtçe konuştum İstanbul’da. Çok zorunlu durumlarda İngilizce konuştum. Kısacası gördüm ki “en büyük Kürt şehri” olduğu söylenen İstanbul’da yabancıydım. Almanya’dan hiç ayrılmamışım gibiydi. Sadece taksicilerden korktuğum için iki defa performansımı ihlal edip Türkçe konuştum. Bu deneyimimde çok fazla ayrıntı olduğu için oralara girmeyeceğim. İleride üzerine bir şeyler yazmayı istiyorum.

Özellikle müzikte Kürtçeyi tanıyoruz. Edebiyatta hala yeteri kadar olmasa da biliyoruz. Sinemada da tınladı. Alışığız. Ama tiyatro, sahnede kurgu ile gerçek arasında bir köprü kuruyor. Sanki dil biçim değiştiriyor. Sence Kürtçe, nasıl duruyor sahnede?

Bu konudaki fikrim biraz garip gelebilir okuyuculara. Kürtçenin Türkiye’de eğitim dili, ticaret dili veya günlük yaşam dili olmamasının yarattığı sessel bir primitiflik var. Yani Kürtçenin ses, konuşma, düşünme, yazma ve okuma kalıpları Türkçe kadar yaygın değil. Bu anlamda özgür bir dil. Lehçeler, şiveler, ağızlar hala çok diri. Her gün televizyonlardan veya internetten bangır bangır kitâbî Kürtçe duymuyoruz mesela. İyi çalışıldığında bu primitiflik oyuncuların bedeninde müthiş tınlamalara neden olabiliyor, derinlikler yaratabiliyor, arkaik çağrışımlar yapabiliyor. En boş ve dik başağı bile boynu bükük ve dolu bir başağa çevirebiliyor. Bu sebeplerle Kürtçenin sahnede müthiş derecede olanaklı olduğunu düşünüyorum. Kürtçe, tiyatronun anavatanına yolculuk yapmak için iyi bir rehber olabilir, iyi çalışıldığında. Tabii bunu bir de seyirciye sormak lazım.

‘SİYASETİN GÜNDEMİYLE SANAT ÜRETMEK İSTEMİYORUM’

Dramaturji mezunusun, dans ve tiyatro eğitimlerinin yanı sıra; yazarlık üzerine workshoplar aldın. Nihayetinde de meslektaşın Sevgili Berfîn Zenderlioğlu ile Şermola Performans’ı kurdunuz. Şermola, batıda bir Kürtçe sesleniş olarak çok değerli işler ortaya çıkardı. Onlarca ödül aldı. Sana da yönetmenlik ve yazarlık tecrübesi kazandırdı. Kürt tiyatrosuna ne katmak istiyordunuz? Şermola ile neyi başardınız sence?

Kimseye bir şey katmak gibi bir amacımız hiç olmadı. Kendi kalemimizden çıkan hikâyeleri anlatmak istiyorduk. Politik refleksleri gelişkin bir gelenekten geliyoruz Berfin de ben de. İstiyorduk ki artık siyasetin gündemiyle değil, kendi gündemiyle sanat üreten bir yapı kuralım. Jaques Ranciere’in hep referans verdiğim bir sözü var, “Siyasetin müdahalesinden arınmış bir sanat zaten siyasaldır” diyor. Bunu, hayata sadece siyasetin penceresinden bakanlara söylediğinizde, “Ama kendi toplumunu anlamayan sanat sanat değildir” vb. sözlerle gereksiz ve manasız defans yapıyorlar, sanki siyasi örgütlere karşı bir şey söylemişsiniz gibi. Sözümüzü de söyleriz, o ayrı. Şunun anlaşılması için söylüyorum bunları. Yaptığımız sanatın oy verdiğimiz, sempati duyduğumuz partilerle bir ilgisi yok. “Topluma bir şey anlatmak, öğretmek, halkımız için sanat yapmak” gibi kaba siyasi jargonun klişeleriyle sanat üretmiyoruz. “Toplumdan uzak, toplumu anlamayan sanatçı” söylemlerini de anlamıyorum. Sanatçılar uzayda mı yaşıyor, gökdelenlerde mi yaşıyor, nerede yaşıyorlar bu sanatçılar? Toplumun içinde aynı fakirlikle yaşıyoruz ve anlamaya çalışıyoruz. Sadece toplumu mu? Kendimizi anlamadan toplumu anlamak mı?

Kırk yaşına geldim hala kendimle uğraşıyorum. Bakın yüzüme enjekte edilmiş beyaz bir maskeden söz ediyorum. Ben toplumdan ayrı değildir. Benden milyonlarcası var. Ama ümmet, ama parti, ama grup, ama cemaat, ama bizimkiler, ama ama ama… Ama amalar bireyi yok ediyor. Ben bir bireyim ve toplumun parçasıyım. Uzatmayayım. Örnek olsun diye söylüyorum. Dokuz yıl önce yaptığımız “Disko 5 No’lu” oyununun estetiğini, oyundaki şiddetin aktarım biçimini hala tartışıyoruz. Tarihimiz acıyla dolu, katliamla dolu. Bunun yanında oyunla dolu. Biz acıyı, mağdurun, madunun derdini, peçesini, maskesini oyunla, nasıl bir estetikle aktarırız seyirciye, aktarmalı mıyız, onu tartışıyoruz. Gündemimiz bu ve benzeridir. Bir başarımız varsa o da Berfin’le her koşulda, her zorlukta, her güzellikte bu tartışmaları sürdürebiliyor oluşumuzdur bence. Biz tartışmalarımızı sürdürürken başka bir şeyler başarmışsak da seyircimizin takdiridir. Şimdi hem Almanya’da hem de İstanbul’da faaliyet gösteriyoruz. Oyunlarımızı sahneliyoruz. Berfin İstanbul’da oyunculuk atölyeleri yapıyor, ben burada yazı atölyesi yapıyorum. Ayrıca Kürtçe oyunlar da yapabilmek için bir ekip kurmaya uğraşıyorum.

‘Disko 5 Nolu’ demişken, oyundaki performansınla ‘Yılın Erkek oyuncusu” ödülü aldın, oyun farklı alanlarda da ödül aldı ama en çok senin performansın konuşuldu. Sen henüz ufacık bir bebekken yaşanan, Diyarbakır Cezaevi işkencelerini, yıllar sonra sahnede kurmak, yaşamak, hafızayı geleceğe taşımak nasıl bir duygu?

Hep performansım konuşuldu, evet. Bu bir yandan gururumu okşadı öte yandan mahcubiyet ve suçluluk yarattı. Oyunun yönetmeni hiç konuşulmadı ya da az konuşuldu çünkü. Yönetmen bir erkek olsaydı farklı olabilirdi, ama değildi. Ya da ışık tasarımının beğenilmesine rağmen 10 yıldan fazladır ışık tasarımlarımızı yapan Alev Topal’dan ne kadar bahsedildi? Berfin’in ilk yönetmenlik deneyimiydi ve asıl başarısı büyük reji gösterileri yapmadan, sade biçimde, kendini gizleyerek oyunu yönetmesiydi bana göre. Buradaki asıl dert patriyarkanın bunu zaten göremeyecek olması değil, patriyarkayı yapı sökümüne uğratacağını düşündüğümüz içimizden insanların bunu görememiş olmasıydı. Ben dahi zaman zaman Berfin’i göremedim, ya da Alev’i. Bunun için açık yüreklilikle Berfin’den ve Alev’den özür dilerim. Tabii ki yazdığım ve oynadığım bellek tazeleyici bir oyunun 230 civarında gösteri yapması, ödül aldığımız gecelerde Kürtçenin bugüne kadar giremediği salonlarda insanlara Kürtçe seslenerek tabulara saldırmak ve binlerce seyirciyle derdini paylaşmış olmak onur verici.

İcra ettiğin sanat alanlarının bunu Kürtçe yapmana yönelik kolonyal müdahalelerini nasıl hissettin?

Türkiye’de “Seni Seviyorum Kürdistan” diye bir oyun yaparsanız başınıza neler gelir diye bir düşünün. Ama “Seni Seviyorum Türkiye” adında bir oyun yapabilirsiniz. Almanya’da Almanca olarak sahnelenen, Fransa’da Fransızca olarak yayınlanacak olan Erdkêşî adlı metnim Türkiye’de Kürtçe veya Türkçe sahnelenirse başıma ne gelir biliyorum. Türkçe tiyatro yapan arkadaşlarımın birçoğu meseleye sınıfsal bakıyor olabilir. Bazıları 100 yıldır onur ve varlık savaşı veren Kürdü de sınıfsal çerçeveye koyuyor olabilir. Yanılıyorlar. Bir devlet bir dili yasaklamışsa, bir halkın cenazelerini panzerlere bağlayıp sürüklüyorsa, kargoyla anasına gönderiyorsa, mezarlıklarını tahrip ediyorsa orada ilk önce kolonyalizmden söz edilir. Mesleki özgürlükleri, tiyatronun özgürlüğünü konuşmaya sıra gelmez. Kürt tiyatrocular, sanatçılar, edebiyatçılar nasıl ekmek yiyecekler? Kürtçenin pazarı mı var? Kürdün açlığı fakir olmasından değil sömürge bir halk olmasındandır. Kürtlerin yarın öbür gün batı illerinden sürülmeyeceğinin bir garantisi var mı? Bu toprakların tarihi böyle örneklerle dolu. Ki 7 Haziran seçimlerinden sonra bu tür provalar yapılmadı mı? Dolayısıyla hem kolonyal müdahale hem de self-kolonyal müdahale örnekleriyle dolu hayatımız. En beyaz örneklere benzemeye çalışmıyor muyuz? Beyazlamak için elini çitileyen Kürt’le dolu dünya. Teşbih yapmıyorum, bu gerçek.

‘EURODRAM VE NEXUS İLE AVRUPA’DA KÜRT TİYATROSU GÜÇLENİYOR’

Yazdığın oyunlar Zazaki, Türkçe, Almanca, İngilizce, Fransızca gibi dillere çevirildi ve o diller ile aynı dertler farklı kitlelere ulaştı. Ne buldu sence o kitleler Mîrza’nın dertlerinde?

Henüz kitle diyebileceğim bir çoğunluğa ulaştığını düşünmüyorum çevrilen metinlerimin. Oyunlarımın çevrilmesi meselesi son üç-dört yıldır var olan bir durum. Almanca ve İngilizce olarak sahnelenenler oldu/oluyor. Alman seyirci mesela dinlemeyi çok seven bir seyirci. Saatlerce hikâye anlatabilirsiniz. Benim metinlerimde de anlatı bolca var. Ne buldular peki? Hiç tanımadıkları, birçoğunun Türklerle aynı zannettiği Kürdün hikayelerini buldular. Net.

Eurodram’ın Kürtçe Koordinatörlüğünü yapıyorsun. Nexus isimli de bir Kürt-Alman Tiyatrocular Ağı kurdunuz. Avrupa’da Kürt Tiyatrosu nasıl gidiyor? Özgürleştiğinizi düşünüyor musunuz daha fazla?

Eurodram, Kürtçe yazan oyun yazarları veya aynı zamanda oyun yazan Kürt yazarlar arasında bir köprü olabilir. Her çift sayılı yılda özgün dilde yazılmış metinlerden, her tek sayılı yılda da yabancı dilden orijinal dile çevrilmiş çağdaş metinlerden seçkiler yapıp Eurodram’ın diğer dil komitelerine tanıtacağız. Oralarda metinlerin başka dillere çevrilmesi, yayınlanması veya sahnelenmesi için olanaklar yaratmaya çalışacağız. Bu yılın seçkisini yapıp 27 Mart’ta açıkladık. İlgililer Eurodram Kurdish adlı bloğumuzdan takip edebilirler.

Nexus’u üç adımlı bir proje olarak tasarladık. Fringe Ensemble projesi olarak başlattık. İlk adım Almanya’da yaşayan ve Kürtçe bilen tiyatrocuları bir araya getirdiğimiz bir web sayfası ve workshoplar yapmak oldu. İkinci adımımız Kürtçe ve Almanca bir prodüksiyon yapmaktı. Çalışıyoruz, eylülde prömiyer yapacağız pandemi durumuna göre. Üçüncü aşama ise Nexus’u kısa süreli bir proje olmaktan çıkarıp bir derneğe dönüştürmekti. Onun da çalışmalarına başladık. Bir de Şermola Performans olarak bağımsız projeler yapıyoruz. Tabi burada işlerimiz Almanca veya çok dilli olunca ekonomik olarak destekler alabiliyoruz, kısa sürede bunu başarabildik, bu çok rahatlatıcı. Ancak sadece Kürtçe bir oyun yapmak istediğinizde aynı desteği bulamıyoruz. Pandemi ortaya çıkmasaydı bu durumu yakın zamanda değiştireceğini umduğumuz girişimlerimiz olmuştu. Bakalım…

Kürt sanatçılar neden hep “yalnız bırakıldıklarını” söylüyorlar? Siz de böyle düşünüyor musunuz? Hâlihazırda yalnızlaştırılmış bir halk olduğu için, sanatçılarına özel değildir belki bu…

Kim tarafından yalnız bırakılıyoruz? Ayrıca bunu istemiyor muyuz? Yalnız bırakın, üreteceğim! Şaka bir yana. Ben öyle düşünmüyorum. Yalnızlık da çokluk da destek bulmak da bizim elimizde. Sanatçılar her koşulda birbirlerinin yanında olmadıklarında, her koşulda her türlü sansüre karşı durmadıklarında yalnız kalırlar. Maalesef bunu yapamıyoruz. Grup Yorum’dan iki canı kaybettik. Alıştırılıyoruz buna. Mesela Grup Yorum’un Rojava ile ilgili yaklaşımını öne sürüp sessiz kalanlarımız olduğunu düşünüyorum. Hayır. Onun yeri ayrı. Yeri geldiğinde söylersin. Sanatçılar partizanlıkla, feodal duygularla kan davası güdemezler. Ama nasıl yapacağız? Gerçekten bilmiyorum. Ben de birçok şeye sessiz kalıyorum. Çünkü artık sosyal medyada bir şeylere tepki göstermeye çok utanıyorum. Bir şey yazıp paylaşmadan önce onlarca defa yazıp siliyorum. Yaptığım şeyin biçimine inanmıyorum. Hep başka bir yol arıyorum. O yolun sokak olduğunu düşünüyorum çoğu zaman. Ama sokağımızı yitiriyoruz. Sokak yoksa dil de ekmek de şiir de yoktur bence. Bugün için sağlıklı değil ama şöyle bir şey karalamıştım vaktiyle:

Sokakların âhı tutar çıkılmazsa

Öncesiz eder, sonrasız bırakır

An’dır, aşk’dır, ah’dır, and’dır

Yaşanır orada

Ölünür de onurlu yaşanmışsa

‘ANADİLİNİ ÖĞRENMEDEN BÜYÜME TRAVMASINI KİMSE İYİLEŞTİREMEZ’

Hali hazırda tiyatro ile hayat idame ettirmek bu denli zorken, varlığını bir de politik bir güdü ile sürdürmeye çabalayan sen ve senin gibi sanatçılar nasıl destekler bekliyorlar?

Politik güdü demendeki kastı anlıyorum ama ben öyle ifade etmezdim. Tiyatro akılla, sezgiyle, yetenekle yapılır ve doğası gereği zaten politiktir.

Haklısın.

Kürtçe tiyatro yapmanın zorluğu çok fazla. Söyleyeyim, en büyük dert devletsiz olmak. Bir dilin devleti olmalı. Türkiye Kürtçenin de devleti olabilirdi. Ama daha baştan 1925 Şark Islahat Kanunu ile Kürtçeyi yasaklayarak sözünü söyledi. Bugüne kadar da Kürtlerin anti propagandasını yaptığı Kürtçe bir kanal açmanın ötesine de geçmedi devlet geleneği, bunu istemedi hiçbir zaman. O açılan kursların lafını bile etmiyorum. Biz kurs istemiyoruz. Biz doğumdan ölüme kadar anadilde eğitim ve yaşam hakkını istiyoruz. Ben dahil milyonlarca çocuk anadilini öğrenemeden büyüdü. Bu travmayı hiç kimse iyileştiremez. Böyle bir tabloda hayatı idame ettirmek zor, evet. Peki nasıl olacak? Beklentiyle, beklemeyle olmayacağı kesin. Destek istiyorsak örgütlenip kimden ne istiyorsak ondan onu alacağız. Kimisine anadilde eğitim istiyoruz diyeceğiz, kimisine gölge etmeyin diyeceğiz, kimisine vergi almayın biz ticari kuruluş değiliz diyeceğiz, kimisine biz bu ülke için birçok anlamda değer üretiyoruz bunun karşılığını ver diyeceğiz.

Türkiye’deki Kürt temsilini, politikalarını nasıl değerlendiriyorsun? Yıllar içinde değişen ne var ne yok?

Hangi şekilde olursa olsun, Kürtçe eğitim ve pazar dili olmalı. Bunun aması, başka yolu yok. Bunun dışında yürütülen her türlü siyasetin Kürtleri oyaladığını düşünüyorum. Kürt özgürlük mücadelesinin yıllar içerisinde çok kazanımı olduğuna inanıyorum. Ancak Kürtlerin dil ve kültürel hakları Türkiye’de anayasal güvenceye sahip olmadığı için bir belediyeye kayyum atandığında rahatlıkla Kürtçe isimleri, tabelaları değiştirebiliyor, tiyatroları kapatabiliyor. Açılım döneminde de hep temkinli yaklaşıyordum. Bekleyelim görelim diyordum. Gördük.

Hali hazırda mevcut siyasi metodların ve dilin yeni nesil Kürtlerin taleplerini karşıladığını düşünüyor musun?

Kemalizmle flört eden damardan bir umudum yok. Sivil ve dekolonyal mücadeleden umutluyum ama.

‘DEMİRTAŞ’IN KÜRTÇE ÖĞRENME ÇABASINI ÖNEMSİYORUM’

Kimlerin dilini, üslûbunu, yöntemini beğeniyorsunuz?

Kürt siyaseti izm’lerin peşini bırakmalı, anadili her yere yaymanın yoluna bakmalı bana kalırsa. Kürtçe yüz yıllık bir enkazın altında. Bunu Elazığ depreminde gördük. Kürtçe bilmeyen bir görevli enkaz altında kalan ve Kürtçe dışında dil bilmeyen birine nasıl yardım ediyordu? Ezcümle sivil alanın ve sivil eylemin gücüne inanan biriyim. Mesela Kürt edebiyatında, tiyatrosunda, müziğinde; düşün, yazın, yayın dünyasında sivil alanların ne kadar geliştiğini görüyoruz, daha da göreceğiz. Demirtaş’ın zekâsını, adalet duygusunu, eşitlikçi çoğulcu mizahi dilini beğeniyorum. Sanata amatör bir ilgi duymasını da hoş buluyorum, yazmasını da. Ama en çok Kürtçe öğrenme çabasını önemsiyorum ve Kürtçe siyaset yürütmesini arzuluyorum. Ve ona buradan sağlık dileyip üstad Berken Bereh’in Şagirtên Evînê kitabındaki Şeva Hestên Kulîgir şiirinden bu pasajı sevgiyle yolluyorum:

bi serê te kim

ez ê bi ya xwe kim

bi vê qeşmerî û durûtîya çavnebaran

her ku diçe dibim xweşmêrek

her dafika li ber beza min tê danîn

ji taca qralekî bêhtir rûmettir dike milên bêapolet

Kimleri dinliyor, okuyorsun? Neler izliyorsun son zamanlarda?

Son zamanlarda Helîm Yûsiv ve Sema Kaygusuz’un biri hâriç tüm kitaplarını okudum. İki Kürt ve iki Alman yazarla ortak yazımını yaptığımız bir oyunun ön çalışması için yeniden Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zertüşt’ünü okudum, yanı sıra Murat Ciwan’ın Ehmedê Xanî kitabını ve Karl May’ın Kürt Dağlarında kitabını okuyorum bu çalışma için. Aslı Ünlü’nün Biyografi ve Biyografik Dram kitabı da başka bir metin çalışmam için ara ara açıp okumayı sürdürdüklerimden. Berken Bereh, Fatma Savcı ve Kawa Nemir’in şiir kitaplarını aralıklarla karıştırıyorum. Elimdekiler bitince Ciwanmerd Kulek’in kitaplarını okuyacağım ilk defa.

Ne dinliyorum? Bir ezan gibi kulağım sürekli Şakıro’da. Ruşen Alkar, Ali Tekbaş, Berfin Aktay, Dhafer Youssef, Yunus Dişkaya, Asaf Avidan ve yeniden Ciwan Haco/Destana Egîdekî açıyorum bu ara.

Ne izliyorum? Pandeminin başlarında epey bir çöp izledim. Başlarda şikayetçiydim ama suyu ısınan kurbağa misali alıştım sonra. Dişe değer ne izledin dersen Ali Kemal Çınar’ın Genco ve Di Navberê De filmleri, Yılmaz Özdil’in Barê Giran’ı, ayrıca Parazit’i ve Sofra Sırları’nı izledim. Epey de tiyatro oyunu, dans gösterisi ve video art işini atlata atlata izledim.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.