İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Ragıp Duran – Farkında mısın senin adın Osman değil Cumhur, ama…

Hem geçmişinle hem de bugününle kavgalıysan, geleceğin çok parlak değil. 1915 galiba bir milat. Atatürk de sadece tarihi bir şahsiyet değil.

80’li yıllarda, dönem dönem ve kısa süreli de olsa, AFP’nin Ankara’da muhabirliğini yaparken devlet törenlerinin ne anlama geldiğini anlamaya başlamıştım. Ciddi görünümlü ama aslında son derece mendebur suratlı adamlar, koyu takım elbiseleri ve kravatlarıyla, bazen kara gözlükleriyle, bir ayine katılır gibi, işte ya bir konferans ya da bir kavşak açılışı için bir araya geliyor. Etraf polis, asker, istihbaratçı kaynar. Trafik keşmekeş olur, fuzuli bir telaş vardır, siren ve telsiz seslerinin arasında. Bu topluluklarda kadın ya hiç yoktur ya da göstermelik bir-iki kişiyle temsil edilir. Devletimiz erkektir, ablalarım! Daha da vahimi basbayağı maçodur.

İstiklal Marşı, direğe bayrak çekilmesi, son derece hamasi nutuklar… Ya mikrofon çalışmaz ya da mühim bir zat hâlâ gelmemiştir, bir şey mutlaka aksar. Hiçbir tören ilan edildiği saatte başlamaz. Resmiyet can sıkıcıdır, çünkü samimi değildir. O zevatın yüzünden okursunuz, oraya o gün mecburen gelmişlerdir. Genelkurmay Başkanından Tapu Kadastro Müdürü vekiline kadar herkes törenin bir an önce bitmesini bekler.

Ne var ki bu törenlerde kim kiminle nasıl el sıkışmıştır? Kim yanındakine hafifçe eğilerek dudaklarını bir eliyle kapatıp ne fısıldamıştır? Bakın burası çok önemli!

Resmi törenler aslında soyut bir güç olan devletin somut gövde gösterisi. Askeriye mutlaka mevcut. Silahların gölgesinde yapılır resmi törenler. Ve bu meydan okumada, devletin içindeki klik, fraksiyon, gruplar da sırıtır haliyle. Yine de halka, muhaliflere, yoksullara karşı tek cephe görüntüsü vermek gerekir bu gösterilerde. Bu konular da gelir gündeme, ayaküstü alçak sesli konuşmalarda. Devlet, kendisini kamuya hizmette gösterip kanıtlaması gerekirken, bunu yapmadığı/yapamadığı için resmi törenlerin ayrı bir anlamı çıkar ortaya. İhtiyaçtır bu törenler devlet için.

Aslında hepimiz daha ilkokuldaki 10 Kasım törenlerinden beri aşinayızdır bu tür seremonilere.

Bu gösterilerin (Etat-Spectacle!) önemli bir yanı da tabi medya aracılığıyla mutlaka popülerleştirilmesi, mutlaka meşrulaştırılmasıdır. Bir amaç da resmi ideolojinin yaygınlaşmasını, kök salmasını sağlamaktır. İlçemizin düşman işgalinden kurtuluşunun 80. yıldönümünde olsun, hayırsever iş adamımız Muhittin Bey’in yeni gazoz kapağı fabrikasının açılışında olsun, yapılan konuşmalara, törenin fiziki düzenlenme ortamına dikkat edin, hep Türklüğün ve devletin yüceliği, azameti, gücü anlatılır, gösterilir. Resmi törenler aslında güçsüz bir kuvvetin, biçare güç gösterisi. İçi boş, etkisiz ama yapılması gerekli…

Yurtdışı gözlemlerimden öğrendim: Bir devlet ne kadar gaddarsa o devletin resmi törenleri o kadar ihtişamlı ve sık oluyor.

Neyse… Son 23 Nisan törenleri Corona nedeniyle yapılamadı ama sanal ortamda çok rahatsız edici sahneler izledim. İşlevi kalmamış bir Meclis’in 100. yılı niye kutlanır ki? Ortada kutlanacak bir şey kaldı mı? Meclis, Cumhurbaşkanlığı Hükümet rejimi başladığından bu yana kamu çıkarına uygun herhangi bir girişim gerçekleştirebildi mi? Esas işlevi olan yürütmeyi denetlemek alanında, Saray’ın herhangi bir olumsuz adımını engelleyebildi mi? Meclis, adalet talep eden fidan gibi bir delikanlının ölüm orucunda hayatını kaybetmesini önleyemiyorsa, ne işe yarar ki?

Bilmeyen biri, Mustafa Kemal Atatürk’ü bugünkü rejimin ana muhalefet lideri sanır. Atatürk, artık tarihi bir şahsiyet olmaktan çıktı, çağdaş bir tutku sembolü haline geldi. Açıkçası bir kült. Her adımı, her görüşü, her fikri hiçbir eleştirel süzgeçten geçirilmeden üstelik anakronik bir transferle neredeyse Tanrısal bir kimliğe büründürüldü. Saray’dakinin alternatifi olarak sunuluyor çoğu zaman ki, bu iki şahsiyeti aynı cümlede kullanmak bile zül!

Hrant Dink’in “23.5 Nisan” ibaresiyle trajik ve doğru bir şekilde ifade ettiği üzere, bir gün Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutlayan bir toplum, ertesi gün Ermeni Soykırımını tartışmak zorunda kalıyorsa, burada vahim bir şizofrenik durum var demektir. Yarılmışız ortadan, kırılmışız apaçık. Geçmişimiz hala çok flu, çok sorunlu. Sanki kalın örtüler yetmiyor artık katliamları, hukuksuzlukları, adaletsizlikleri gizlemeye. 100 yıl da geçmiş olsa, Ermeni Soykırımını, yüzleşilmediği, hesap sorulmadığı için bugün Kürt Soykırımı izliyor, diyen çok sayıda akademisyen ve siyasetçi var.

Biraz da bugünkü rejimin ürünü olan, ona tepki olarak da gelişen ve yaygınlaşan akıldışı Atatürk hayranlığı, tarihi doğru anlamamıza engel oluşturuyor.

1920’de Meclis kurulmuş, 23’de de Cumhuriyet ilan edilmiş. Osmanlı biteli 97 yıl olmuş. Sen kendini hâlâ Osman sanıyorsun, halbuki Atatürk sana Cumhur adını verdi.

Ece Ayhan, “Cumhursuz Cumhuriyet” derdi.

Bu hafta içinde üç yazı ile iki video dikkatimi çekti. Size de tavsiye ederim. (*) Ardından bu yazıyı yazdım. Düşünce, fikir, ifade ve basın özgürlüğünün olmadığı bir ortamda, bu konuları ne kadar verimli tartışabiliriz, bilemiyorum. Ama sadece mevcut koşullara göre, hesap kitap yapıp, fikir ifade edip yazı yazacaksak, hiç yazmayalım daha iyi.

(*)1) https://www.youtube.com/watch?v=2d-wY4djEPY Zaven Bıçakçı

2)https://nupel.net/firat-aydinkaya-8-soruda-kurtler-ve-ermeni-soykirimi-85131h.html Fırat Aydınkaya

3)https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/04/22/23-5-nisan-ve-yeni-bir-kurulus-hikayesinin-zorunlulugu/ Taner Akçam

4)https://artigercek.com/yazarlar/yigit-bener/yoklukla-doluyor-insan Yiğit Bener

5) https://www.youtube.com/watch?v=mFwsAwJbrP8 Belçikalı Ermeni Tarihi Uzmanı Prof. Coulie


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.