İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türklüğün temelinde soykırım var

“Abdülhalik Renda 1925’teki raporda, ‘Fırat’ın doğusunun Kürtsüzleştirilmesi gerekiyor ve Fırat’ın batısının Kürtleşmemesi zorunludur’ diye yazmıştır. Erdoğan’ın siyaseti tam da budur.”

* Türklüğün temelinde “soykırım” var. Türkiye’yi kuran olgu İstiklal Savaşı, 23 Nisan değil; Türkiye’nin siyasi elitini oluşturan, Türkiye’nin İslamlaşmasını sağlayan olgu “soykırımdır”. 

* Almanya, soykırımı engellemek için en ufak bir tedbir dahi almamıştır. Örneğin; Urfa’da Alman subayları katliama doğrudan katılıyor. Almanlar yapılan ekonomik talandan büyük ölçüde sorumludur. 

* Abdülhalik Renda 1925’teki raporda, “Fırat’ın doğusunun Kürtsüzleştirilmesi gerekiyor ve Fırat’ın batısının Kürtleşmemesi zorunludur” diye yazmıştır. Erdoğan’ın siyaseti tam da budur. 

* Kürtler çok önceden soykırımdaki rolleriyle yüzleştiler. Bu yüzleşme son yıllarda da başlamadı. Fakat şunu da biliyoruz; Diyarbakır’da, Van’da, Erzurum’da sadece aşiret liderleri değil, Kürt entelektüel, elitlerin bir kısmı da “soykırıma” doğrudan katılmışlardır. 

BARIŞ BALSEÇER

Ermeni Soykırımı 105. yılında hâlâ kanayan bir yara. 1 milyon 200 bini aşkın Ermeni katledildi, Anadolu Hıristiyansızlaştırıldı, gayrimüslimlerin mal ve mülklerine el konuldu. Aradan geçen bunca zamana rağmen Türkiye hala soykırımla yüzleşmedi. Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu’nda (EHESS) ders veren tarihçi Hamit Bozarslan, “Eğer Türkiye bununla yüzleşirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde soykırım olduğunu kabul etmesi gerekir. Türklüğün temelinde soykırım var. Türkiye’yi kuran olgu İstiklal Savaşı, 23 Nisan değil; Türkiye’nin siyasi elitini oluşturan, Türkiye’nin İslamlaşmasını sağlayan olgu soykırımdır” diye konuştu. 

İttihat Terakki için “Türkiye’yi bugün yönetenlere benzeyen maceracı bir klik. Toplum imha etmekten çekinmeyen, Sosyal Darwinist, Türklüğü biyolojik bir vücutsal birlik olarak gören bir elit” ifadesini kullanan Bozarslan, “İttihat ve Terakki tümü ile maceracı fakat ‘Pantürkizme’ dayanan bir siyasettir” diyor. 

1914 ile 2015 arasında çok büyük bir benzerlik olduğunun altını çizerek Ermeniler gibi Kürtlerin de Türklüğün emrine girmeyi reddettiğinin altını çizen Bozarslan şunları belirtiyor: “100 yıl ara ile aynı şeyi görüyoruz. Ne Kürt Hareketi ne de Ermeni Hareketi ayrılıkçı hareketler değiller. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak istemiyor; Kürtler 2015’te Türkiye’den ayrılmak istemiyorlardı. Devletin demokratik ve eşitlikçi temelde yeniden kurulması talepleri vardı. Bu talep reddedildiği için, ‘katliam geleneği’ yeniden başlıyor.”

Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile Ermeni Soykırımı’nın dünü ve bugününü, İttihat Terakki’nin devamı olan AKP’nin icraatlarını, soykırımla neden yüzleşilmediğinden Kürtlerin siyasal konumlarına kadar birçok konuyu konuştuk. 

Soykırımın uluslararası hukuk açısından kabulü, soykırımı işleyen devlete ne gibi sorumluluklar yükleyecektir?

Bu konu, uluslararası hukuk konusu, ben vakıf değilim. Fakat benim için soykırım sadece hukuki bir mesele değil. Soykırım her şeyden önce tarihsel sorumluluk, toplumsal bir meseledir. Soykırım, tarihin nasıl yapıldığını, nasıl üretildiğini, bu tarihte ne tür cinayetlerin işlendiğini, halkların nasıl imha edildiğini kabullenme olgusudur. 

Bunun hukuki boyutları elbette vardır. Ama benim açımdan en önemli olan ve sanıyorum şu anda Ermeni Cemaati açısından da en önemli olan bunun hukuki boyutlarından çok, tarihsel ve toplumsal boyutlarıdır.

Soykırım öncesine kadar Osmanlı tarafından “millet-i sadıka” olarak tanımlanan Ermeniler ne oldu da soykırıma maruz kaldılar? Soykırım sürecine nasıl gidildi?

Her şeyden önce, Osmanlı İmparatorluğu’nu, eşitlikçi bir imparatorluk olarak kabul etmek mümkün değil. Tam aksine Ermeniler ve aynı zamanda Rumlar diz çökmek koşuluyla tanınan zımni gruplar. Bir İslam ülkesinde, İslam’ın toplum, hukuki sistem ve din olarak üstünlüğünü kabul etmek zorunda olan, özne olmayı reddeden ya da özne olmayı kabul etmeyen gruplar olarak değerlendirilmektedir. 

Bu nedenledir ki bu grupların imha edilmesi, -en azından imparatorluk çerçevesinde- bir zorunluluk değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam’ın hakim bir din olduğu kesinlikle inkar edilemez. Hakimiyet sisteminin kabuliyetinden sonra bir toplumun, imparatorluğu imha etmesi için herhangi bir neden yoktur.

Farklılıklar şurada başlıyor: 19 yüzyıldan itibaren imparatorluğun sürdürülmesimümkün değil, çünkü eşitlik talebi var. Bu eşitlik talebini özellikle Hıristiyan tebaa içerisinde görebilmekteyiz. Balkanlardaki halkların ve Ermenilerin özne olarak kendilerini değerlendirmeleri, kendi tarih okuyuşlarına sahip olabilmeleri, kendi geleceklerini tayin edebilmeleri ve bulundukları an’ı bir siyasi aktivite kanunu olarak; aynı zamanda bir eğitim, maddi, ekonomik yatırım olarak değerlendirmeleri yani “eşitlik talebi” çok açık biçimde ortaya çıkıyor.

Bu eşitlik talebi Osmanlı İmparatorluğu tarafından, -sadece 1915’te değil öncesinde de- hiçbir zaman kabul görmedi. Örneğin; Cevdet Paşa, Tanzimat Fermanı’nın -diğer adıyla Gülhane Hattı Hümayunu-, Abdülmecid döneminde Gülhane Parkında 3 Kasım 1839’da ilan edildiği günü, “İslam’ın yas günü” olarak kabul ediyor. Yani Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasıdaki eşitliğin –en azından teorik olarak- kabul edilmesi, Cevdet Paşa açısından büyük bir trajedidir. 

O yüzden 19. yüzyıla baktığımızda, bu eşitlik talepleri üzerinden tartışmalar şahsileşmekte, Hıristiyan cemaatlerin “özgürlük talepleri” ya da estetik talepleri ister istemez şahsi bir boyut kazanmaktadır. Buna karşı hakimiyetten feragat etmek istemeyen Osmanlı eliti ise giderek daha fazla şiddete başvurma yoluna girmektedirler. Bu şiddetin tek kurbanı olmamakla birlikte, son kurbanı “Ermeniler” oldu. 

Ermenilerden sonra Yunanlıların yani Türkiye’deki Rumların başına gelenleri de biliyoruz. Yani 1919 Pontus Katliamı’ndan 6-7 Eylül’e kadar gelen bir süreç söz konusu. Ermenilerin başka bir yerden destek görmeleri mümkün değildi. Dağlık bir sahada olma durumları var. Bu da bir diğer neden olarak gösterilebilir. Fakat, en son, en önemli ve en büyük bedeli ödeyenler “Ermeniler” oldu.

Ermeniler soykırıma karşı neden direnemedi? Katliam ve buna bağlı soykırım öngörülemedi mi?

Osmanlı İmparatorluğu’nun -özellikle Abdülhamit’den sonra- radikal bir boyut kazandığını görüyoruz. Çok yoğun şiddet olguları var. Abdülhamit döneminde, Ermeni halkına yönelik katliamlar bulunuyor. Bu katliamlarda, en az 200 bin kişinin canına kıyılıyor. 

1913 yılında Makedonya’daki isyan çok büyük bir şiddet ile bastırılıyor. Osmanlı, 1915 öncesinde hem Ermenilere karşı hem diğer halklara karşı çok ciddi bir katliam politikası yürütüyor. 1913 yılında Makedonya İsyanı’nın bastırılmasında yüzlerce köy imha ediliyor, 5 bin kişi öldürülüyor. 

Yani siyaseten orada bir değişimin olduğu kesin. Zaten Abdülhamit anılarında, yaşanan siyasi değişimi ve sonuçlarını açıklıyor. Anılarından şu ortaya çıkıyor: “Son tahlilde belki Balkanlar kaybedilebilir. Anadolu –o dönemde de Anadolu kullanılıyor- son vatanımız olabilir. Bu vatanın İslamlaştırılması gerekiyor. İslamlaşmanın son hedefi de Türkleşmektir.”

Ermenilerin ödediği bedelin büyüklüğünün tarihsel ve coğrafik nedenleri bulunuyor. Tarihsel neden olarak, Ermenilerin bu bölgelerin İslamlaştırılması süreci sonrasında nüfus olarak giderek çoğunluklarını kaybetmelerini gösterebiliriz. 1894 ve 1896’da katliamları sonrasında nüfusun çok ciddi şekilde azalması, direniş kapasitesini de azaltmıştır. 

Yaşadıkları alanların bir denize açılamaması, direniş gösterememelerinin coğrafik bir nedenidir. Bu durumu Kürdistan hâlâ yaşıyor. Denize açılamama durumu, ister istemez destek alma imkanını azaltmaktadır. 

Bir diğer neden ise savaşın yaşandığı bir süreçten geçilmesidir. Savaş, İttihat-Terakki’ye bulunmaz bir fırsat yaratıyor. Talat Paşa’nın telgraflarını okuduğumuzda ya da Alman diplomatlarıyla konuşmalarına baktığımızda, çok açık bir şekilde “Şu an da bu imkanımız var. Yarın böyle bir imkan olmayabilir. Yapılması gereken şu an da yapılmalı” dediğini görüyoruz. Ki bunu aynı şekilde 1916 ve 1917’de Filistin’deki Yahudiler için de söylüyor. Aynı zamanda Cemal Paşa, Talat Paşa ile yazışmalarında çok açık bir biçimde, “Şu anda hareket edersek, buradaki Yahudileri sürgün edebilme imkanımız var” diyor. Yani savaş koşulları olmasaydı çok büyük ihtimal, bu büyüklükte bir katliamın düzenlenebilmesi mümkün olmayacaktı. 

Bu süreç, Osmanlının kendisini yeniden toparlama süreci olarak ele alınabilir mi?

Bunun da ötesinde, tam bir “cinnet” dönemi. Yani İttihat ve Terakki’ye baktığımızda, Türkiye’yi bugün yönetenlere benzeyen maceracı bir “klik”. Ayrıca bu klik rasyonel bir boyuta da sahip. Toplumu imha etmekten çekinmeyen, Sosyal Darwinist, Türklüğü biyolojik bir vücutsal birlik olarak gören bir elitle ile karşı karşıyayız. 

Sosyal Darwinizm, İttihat ve Terakki’nin temel ideolojisidir. Genellikle İttihat-Terraki “pozitivizmle” özdeşleştirilir fakat “Sosyal Darwinist” bir harekettir. Sosyal Darwinizm; cemiyetleri, cemaatleri, millet ve toplumları birbirine düşman türler olarak görür. Bu türlerin “bir arada yaşayamayacağı” olgusundan yola çıkar. Sosyal yaşamı, biyolojik bir varoluşsal yaşam olarak değerlendirir. 

İttihat-Terakki açısından Türklük, bir biyolojik bünyeydi. Bu bünyenin güçlendirilmesi gerekiyordu. Ve bu bünyenin güçlendirilmesi aynı zamanda bölgedeki diğer bünyelerin, imha edilmesi ile mümkün olabilirdi. İttihat-Terakki de aynı zamanda doktorların önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Mesela Teşkilâtı Mahsusa’da (İttihat ve Terakkî Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa’ya bağlı olarak kurulan gizli bir teşkilattır), doktor Bahattin Şakir, Doktor Nazım ile Doktor Rüsuhi Dikmen bu gelenekten gelen “Sosyal Darwinist”lerdir. Yani ideolojik olarak halihazırda bu katliamları yapmaya hazırdılar. 

Aslında söz konusu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden oluşturulması değildir. İttihat-Terakki’nin savaş stratejisine baktığımız zaman 1913’ten sonra, Balkanların kaybedildiği kesindir. Savaş döneminde “Balkanları yeniden ele geçirme” diye bir vurgu, bir eğilim yok. İttihat ve Terakki, Arapları tamamen küçümseyen, hor gören, onları özne olarak görmeyen bir yaklaşıma sahip. İmparatorluğun; Arap, Kürt, Türk vb. halklarının eşitliğinden yola çıkarak yeniden oluşturulması gibi bir olgu da söz konusu değil. Buna karşın İttihat ve Terakki tümü ile maceracı fakat “Pantürkizme” dayanan bir maceracı siyasettedir. 

Bu Pantürkizm’de zaten şunu açık bir şekilde görüyoruz. İttihat ve Terakki, kendisine bir saldırı gerçekleşmediği halde, kendi isteği ve iradesiyle savaşa girmiştir. Sarıkamış’ta olup biten, İttihat ve Terakki’nin Pantürkizme dayanan maceracılığının bir özetidir. Bu maceracı zihinde tüm Türk milletinin, Orta Asya’daki Türk cemiyetlerinin İttihat ve Terakki’yi kurtarıcı gördüğü tasarımı söz konusu. O yüzden 100 bin kişi savaşa sokuluyor ve bu 100 bin kişiden 90 bin kişi, savaşa girmeden soğuktan ölüyor. 

Ermeni elitler de Jön Türklere destek veriyor. Jön Türkler ile İttihat ve Terakki’nin Pantürkizme dayalı devlet hayalleri biliniyor. Bu dönemde Ermeni elitlerin, burada yer almasının nedenleri neler? Ermeniler tehlikeyi öngöremiyor mu?

1911, 1912 yıllarında Ermeniler’de bir tedirginlik var. Hınçak Partisi tümüyle İttihat ve Terakki’ye karşı. Şunu unutmamak gerekiyor. O dönem Ermenilerde “Sosyalist gelenek” çok yoğun. Bu sosyalist gelenek aynı zamanda “Enternasyonalist” bir gelenek. İttihat Terakki ile Taşnak-Sütyun Cemiyeti’nin (Ermeni Devrimci Federasyonu) tarih okuması ya da devrim beklentileri aynı değil. 

İttihat ve Terakki açısından devrim, Türklüğün hakimiyetinin dayatılabileceği askeri bir eylemdir. Halbuki Taşnak-Sütyun Cemiyeti açısından devrim, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni bir temelde, estetikte yeniden bir birlikte kurulmasıydı. İttihat ve Terakki açısından söz konusu olan, Ermeniliğin Türklüğe tabi kılınması ve bunun kabul edilmesiydi. Beklentiler, tarih okumaları kesinlikle aynı değil. Enternasyonalizmin verdiği sorumluluktan mı veya naiflikten mi diyelim bilemiyorum ama sonuç olarak Taşnak Sütyun, İttihat ve Terakki’nin gerçek yapısını 1914’e kadar okuyamadı. Dolayısıyla katliama ve de soykırıma karşı direnişi örgütlemek için bir hazırlıkları yoktu.

Kesinlikle bir hazırlıkları yoktu. Devlet sürekli, “Ermeni isyanları”ndan bahsediyor. Halbuki Ermenilerin isyan edecek askeri güçleri kesinlikle yoktu. Zaten hepsi Osmanlı’da askere gidiyorlar. Silah tutacak, bir direniş gücü oluşturacak insan kalmıyor. Direnebilecek Ermeniler yok. Çünkü Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı’nda ordudalar. Ve zaten ilkin ordudaki “Ermeni Taburları” katlediliyor. 

Almanya üstü kapalı şekilde de olsa, soykırımdaki rolünü kabul ediyor. Soykırımda başka hangi devletlerin rolü vardı?

Olup biteni kesinlikle bilmekle birlikte Almanya, soykırımı engellemek için en ufak bir tedbir dahi almamıştır. Sosyal Darwinizm Almanya’da da çok güçlü. Tam tersine bazı Alman entellektüelleri “Ermenilerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yahudileri” olduğunu ve her iki milletin bir arada kalamayacağını söylüyorlar. Dolayısıyla “katliamı” meşrulaştırıyorlar. Örneğin; Urfa’da Alman subayları katliama, doğrudan katılıyorlar. Almanlar yapılan ekonomik talandan, büyük ölçüde sorumludurlar. 

Onun dışında doğrudan bir katılım yok ama Avusturya’nın, Bulgaristan’ın olup bitenleri kınamaması da bu açıdan çok önemlidir. Yani, “Önemli olan müttefikimizle stratejik birliğimizdir. Olup biteni kabul etmesek bile, kınamak için bir nedenimiz yoktur” gibi bir mantık işlemiştir burada. 

Soykırımda ne kadar Ermeni’nin katledildiğinden bahsedebiliriz?

Bunu net olarak bilemiyorum, rakamlara yeniden bakmak gerekiyor ama Talat Paşa’nın Kara Defteri’nden yola çıkarsak, büyük ihtimal ile 1 milyon 200 bin ile 1 milyon 300 bin kişi katledilmiştir. Çünkü Talat Paşa, “Kala kala 200-300 bin kaldılar” diyor. Fakat bunu söyledikten sonra bir not ekliyor: “Bizim istatistiklerimiz Osmanlı’da 1 milyon 300 bin Ermeni yaşadığını gösteriyor. Fakat bu istatistiklere güvenmemek gerek. Rakamlar çok daha önemli.” Bu nottan yola çıkarak en az 1 milyon 200 bin Ermeni’nin katledildiğini söyleyebiliriz. 

Peki Türkiye bu soykırımla neden yüzleşmiyor? Soykırımın karşısına koyduğu resmi tez nedir?

Türklüğün temelinde, “soykırım” var. Eğer Türkiye bununla yüzleşirse, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde soykırım olgusunun olduğunu kabul etmesi gerekir. Türkiye’yi kuran olgu İstiklal Savaşı, 23 Nisan değil; Türkiye’nin siyasi elitini oluşturan, Türkiye’nin İslamlaşmasını sağlayan olgu “soykırımdır”. 

1914’de Osmanlı istatistiklerine göre toplumun yüzde 25’i Hıristiyan’dır. Bu istatistikler, Hıristiyanların sayısını oldukça az gösteren istatistiklerdir. 1924 yılına gelindiğinde ise bu oran yüzde 1-2 düzeyindedir. 

Esas kırımı gerçekleştiren elit, 1960’lara kadar Türkiye’yi yöneten elittir. Bunlar arasında sadece Kemalistler yoktur. Cevdet Sunay gibi Kemalistleşen bazı aktörler de vardır. Bu elit kesim, örneğin Cevdet Sunay 1960’lara kadar iktidardaydı. Mesela Kazım Karabekir’in son derece önemli bir rolü vardır. 1925’ten 1940’lara kadar izole bir durumda fakat Türkiye’nin İstiklal Savaşı’nı Kazım Karabekir olmadan ele almamız mümkün değil. Yani Türkiye’yi yöneten, Türkiye’yi 1960’lara kadar getiren elit, İttihatçı yani “soykırımcı elittir.” Eğer Türkiye devleti “soykırımı” kabul ederse, bunu kabul etmesi gerekiyor. 

Şuna da değinmek gerekiyor. Alman Anayasası’nda “soykırım”, anayasanın ve Alman kimliğinin bir parçasıdır. Alman kimliğinin “resmi” bir parçasıdır. 

Alman tarihi büyük bir tarih ve tarihinde sadece “soykırım” yoktur. Alman halkı, edebiyatçıları, felsefecileri, müzikleri olan büyük bir halk. Fakat aynı zamanda Alman tarihini “soykırım” olmadan anlayabilmek mümkün değil. Soykırıma indirgenemeyen bir tarih ama “soykırım” olmadan da anlaşılamayan bir tarih. 

Türkiye’yi yöneten, Türkiye’yi 1960’lara kadar getiren elit, İttihatçı yani “soykırımcı elittir.” Eğer Türkiye devleti “soykırımı” kabul ederse, bunu kabul etmesi gerekiyor. 

Bahsettiğiniz İttihat ve Terakki siyaseti, bugün de -Erdoğan başta olmak üzere- Türkiye’deki iktidar bloku tarafından Kürtlere karşı yürütülüyor diyebilir miyiz?

Bir devamlılık söz konusu. Zaten bunu 1925’teki Renda Raporları’nda da (Dönemin Meclis Başkanı Abdülhalik Renda tarafından yazılan, bilinen ilk Kürt Sorunu raporu) görebiliyoruz. Devletin gizli raporları, iç raporları çok açık şekilde “Kürdistan ve Kürt milliyetçileri diye bir olgu var. Bu topraklarda her iki topluma yer yok. Bunlardan birisinin ortadan kalkması gerekiyor” demişlerdir. 

Abdülhalik Renda 1925’teki raporda, “Fırat’ın doğusunun Kürtsüzleştirilmesi gerekiyor ve Fırat’ın batısının Kürtleşmemesi zorunludur” diye yazmıştır. Erdoğan’ın siyaseti tam da budur. Fırat’ın doğusu ve Fırat’ın  batısı söylemi bile bunu gösteriyor. 

Tabi şu an da Kürtlere karşı bir soykırım yok. Fakat 1914 ile 2015 arasında çok büyük bir benzerlik var. 1914 yılında İttihat Terakki’nin Ermenilere karşı söylemi şudur: “Biz sizleri kabul ettik. Hatta sizlere karşı bazı haksızlıklar yaptığımızı da kabul ettik. Partileriniz serbest. Ama bunu kabul ettikten sonra, sizin Türklüğün emrine girmeniz gerekiyor”. Taşnak-Sütyun’un 1914’de Erzurum’daki son kongresi, bunu reddediyor. Ve soykırımın anahtarlarından birisi, “Ermeniliğin Türklüğün emrine girmeyi reddetmesidir.” Yukarıda da belirttiğim gibi Ermenilerin tahayyülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun eski temelinde yeniden kurulmasıydı. 

2013-2014’deki Erdoğan söylemlerine baktığımızda, söylemleri İttihat ve Terakki’nin söylemleri gibidir: “Biz siz Kürtlerin varlığını kabul ettik. Hatta size bazı haksızlıkların yapıldığını da kabul ettik. Dersim’de olduğu gibi. Siyasi partilerinizi de kabul ediyoruz. Fakat bu kabulden sonra sizin, Sünni Türklüğün emrine girmeniz gerekiyor.” 

Çok açık bir şekilde Sünni Türklüğün Rojava’da reddedilmesi, Rojava’daki Kürtlerin Türklüğün milis ordusu ya da paralı askeri olmayı reddetmesi, Türkiye’de HDP’nin yüzde 13 oy alarak direnmesi; katliamların başlamasında, Cizre’nin Sur’un yıkılmasında, barış müzakerelerinin sona ermesinde çok önemli bir rol oynadı. 

100 yıl ara ile aynı şeyi görüyoruz. Kürtlerin 2014-2015’teki tahayyülü, Türkiye’nin eşitlik temelinde yeniden kurulmasıydı. Çünkü ne Kürt Hareketi ne de Ermeni Hareketi ayrılıkçı hareketler değiller. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak istemiyor; Kürtler 2015’te Türkiye’den ayrılmak istemiyorlardı. Fakat devletin demokratik ve eşitlikçi temelde yeniden kurulması talepleri var. Bu talep reddedildiği için “katliam geleneği” yeniden başlıyor. 

Ermeni Soykırımı’nda Kürtlerin rolü var mıdır? Kürtlerin soykırımla yüzleşmelerine dair neler söyleyeceksiniz?

Kürtler çok önceden soykırımdaki rolleriyle yüzleştiler. Bu yüzleşme son yıllarda da başlamadı. Kemal Mazhar Ahmed’in 1960’lı yılların sonlarında ortaya çıkan çalışmaları, Kürtlerin soykırımdaki rolünü o zamanda ortaya koyan çalışmalardır. 

Fakat şunu görmek gerekiyor. Kürtler söz konusu olduğu zaman, çoğul bir toplumla karşı karşıyayız. Bu çoğul toplumdan  “soykırıma” yoğun olarak katılanların yanı sıra karşı çıkan ve kırımı engellemeye çalışan aktörler de var. Dersim vurgusu biliniyor fakat Dersim dışında da -eşitlikçi temelde olmasa bile- Ermeniler korunmaya çalışılmıştır. Aynı zamanda şunu da biliyoruz; Diyarbakır’da, Van’da, Erzurum’da sadece aşiret liderleri değil, Kürt entelektüel, elitlerin bir kısmı da “soykırıma” doğrudan katılmışlardır. 

Anlattıklarınızdan yola çıkarak Kürtler Ermenilerin yaşadıklarından ne kadar ders çıkarıyor sizce? Hala “ulusal birliğini” sağlayamayan bir Kürt gerçekliği var. Bu tezat bir durum değil mi? 

Yıllardır Kürtler arası entegrasyon geliştirilmesinin, hızlandırılmasının şart olduğunu söylüyoruz. Yani Kürtler arasında bir birliğin oluşması… Kürt sorunu aynı zamanda bir sınır sorunu. Kürtlerin önemli bir kısmı sınırların korunmasına, büyük bir kısmı sınırların reddedilmesi temeline dayandı. Kürt edebiyatının, Kürt sinemasının temelinde “sınır” vurgusu yatmaktadır. Tarih sınırları dayattı. Fakat bu sınırların tarih tarafından dayatılması, bu sınırların “meşru” olduğu anlamına gelmemektedir. Sınır ötesi bir Kürt tahayyülünün, bir Kürt eşitliğinin, birliğinin oluşması şart. Bunu yıllardır söylüyoruz. Umarım bu gerçekleşir. 

HAMİT BOZARSLAN KİMDİR?

1958 Lice doğumlu Hamit Bozarslan “tarih ve siyaset bilimi” alanlarında doktorasını tamamladı. 1995-1997 yılları arasında Berlin’de bulunan Centre Marc Bloch’da araştırmacı olarak yer aldıktan sonra Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu’nda (EHESS) çalışmaya başlamıştır. 2002-2008 yılları arasında, aynı kurum içinde yer alan İslam ve Müslüman Toplumları Enstitüsü’nün (Institut d’études de l’islam et des sociétés du monde musulman) başkanlığını da yürütmüştür. Halen EHESS bünyesinde araştırmalarına devam eden Bozarslan, “Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Kürt sorunu” gibi konularda çalışmalarıyla tanınmaktadır. Lüks ve Şiddet, İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş (2016) adlı çalışması Med 21 Programı İbn Haldun ödülüne layık görülmüştür.


https://yeniozgurpolitika.net/turklugun-temelinde-soykirim-var/

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın