İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Ne 23, ne de 24 Nisan. 23,5 Nisan’dır belki de o an.”

MESUT VARLIK

Birinci yaşını dolduran 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı’ndan Nayat Karaköse, Neslihan Koyuncu ve Hrant Dink Vakfı Danışma Kurulu üyesi, akademisyen Ayşe Gül Altınay ile söyleştik…

Normal şartlar altında bu söyleşiyi, geçen ay 2020 Bahar sayısını yayımlamış olacağımız ONS-Yaşama Kültürü’nde okuyacaktınız. Ancak salgın günleri nedeniyle maalesef yayınımıza ara vermek zorunda kaldık ve derginin yeni sayısı ancak Eylül ayında çıkabilecek. O nedenle bu söyleşinin –Nayat Karaköse, Ayşe Gül Altınay ve Neslihan Koyuncu’nun izinleriyle, gününde sizlerle buluşturmak adına– oldukça kısaltılmış bu halini K24 ’ün evsahipliğine teslim ediyorum. Ses kayıtlarını deşifre eden Dilara Erdem’e, fotoğrafları çeken Büşra Ayoub’a ve K24ekibine teşekkür ederim.

Daha kaç ülkenin takviminde art arda gelen iki günün biri neşeyle biri kahırla hafızalara kayıtlıdır acaba?

Dün 23 Nisan idi ve neşeyle dolduk. Bugün ise 24 Nisan ve Medz Yeghern’in, yanlış çevirisiyle Büyük Felaket’in, adlı adınca, Osmanlı’nın Ermeni tebaasına uyguladığı soykırımın başlangıç yıldönümü.

105 yılda bu kahrı hafifletecek şeyler yaşamayı bir kenara bırakın, 6-7 Eylül olaylarından Hrant Dink cinayetine kadar yaşanmadık felaket kalmadı. Bugün de büsbütün bu hattan uzaklaştığımız söylenemez. Çoğunluklar ve azınlıkların bir türlü aynı kelimelerle anlaşamadığı; azınlığın hangi dilde söylese bir türlü derdini anlatamadığı, çoğunluğun da anlamayınca illa kaba kuvvet kullandığı bir ülke olmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Üstelik bu daha konunun başlangıcı: Anlatma-anlama meselesinden sonra daha karmaşık meseleler var…

Birbirimizin yüzüne, gözlerinin içine bakıp birlikte ağlamadıkça hiçbir şey konuşamaz halde yaşamak zorunda kalacağımızı bize anlatabilmek için, kelimenin en gerçek, en acı anlamıyla canını ortaya koyan Hrant Dink yaşamıyla ve ölümüyle Türkiye tarihinin milat isimlerinden biri. Öyle bir niyeti yoktu ama toplumsal belleğimizde derin bir yere sahip artık.

Assmann’ın dediği gibi; “Toplumsal bellek hem geriye hem de ileriye doğru iki yönde işler. Bellek sadece geçmişi kurgulamakla kalmaz, aynı zamanda şimdi ve geleceğin deneyimlerini de organize eder.”[1] Tarihin uçuşan cinlerini organize etme süreci, resmi anlatılar ve toplumsal hafıza açısından çok farklı olabiliyor. Bunun yansımalarından biri de Pierre Nora’nın ifadesiyle “hafıza mekân(lar)ı” elbette.[2]

Hafıza mekânları: hafızayı bastırmaya, en azından kontrol altında tutmaya ayarlı Tarih’in karşısında; toplumun, bireyin hikâyesinin ayakta ve hayatta kalma mücadelesinin simgesel ve mekânsal, ete kemiğe bürünmüş karşılığı. Tarih’in yapısal unutma/unutturma ayarlarının kontrol kalemi.

Pierre Nora’ya göre;

“Hafıza, tarih: Bunlar eş anlamlı değildir, hatta onları birbirleriyle zıtlaştıran çok şey vardır. Hafıza her zaman yaşanan gruplar tarafından üretilen yaşamın kendisidir. Bu amaçla, hafıza anımsama ve unutma diyalektiğine açık, onların sürekli biçim değiştirmelerinden habersiz, her türlü kullanımlara ve el oyunlarına karşı çok duyarlı, uzun belirsizliklere ve ani dirilmelere elverişlidir ve devamlı bir gelişim halindedir. Tarih ise artık bulunmayan şeylerin yeniden oluşturulmasıdır, ama bu hep sorunlu ve eksiktir: Hafıza, her zaman güncel bir olay, sürekli şimdiki zamanda yaşanan bir bağdır; tarih, geçmişin bir tasavvurudur. […] Hafıza, hatırayı kutsallaştırır. Tarih ise hatırayı kapı dışarı eder, onu bayağılaştırır […] Hafıza somuta, uzama, harekete, imgeye ve nesneye kök salmıştır. Tarih sadece zamansal sürekliliklere, gelişmelere ve nesnelerin ilişkisine bağlıdır. Hafıza bir mutlaktır, fakat tarih sadece göreceli olanı bilir.” [3]

Gözümüzün önünde yaşanan, mutlak bir cinayetin muğlak bir zemine çekilme gayretine tarih denecek mi? Katillerin bilindiği ama yakalattırılmadığı kötü bir cinayet romanına konu edilmeye çalışılsa da, Sivas Katliamı’nda ve daha nicelerinde olduğu gibi zamanla aşındırılmaya çalışılsa da “Biz Bitti Demeden Bu Dava Bitmez” diyen insanlar Türkiye’de yaşıyor ve her geçen gün sayıları artıyor.

Türkiye’nin ilk ve henüz tek hafıza mekânı meğer bir güvercin tedirginliğine kısmet olacakmış: 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı.

İsimdeki bilinmeyeni açıklamakla başlayalım ve 23 Nisan 1996’da Hrant Dink’in Agos’taki yazısına kulak verelim:

“Sancılı on yıllardan çıkmış ulusun tarihinde çok önemli bir ak gündür 23 Nisan. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturunun meclis salonuna perçinlendiği gündür. Ve böyle bir günün “yaşam” denilen çocuğa ve geleceğe akıtılan mirasıdır. […] 

Yeryüzünün dört bir yanına “savrulmuş” Ermeni ulusunun tarihinde çok önemli bir kara gündür 24 Nisan. […] İşte, birkaç gün sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen “tarihsel Ermeni dramı”nın başlangıcıdır bu tarih.

Kim nasıl anlayabilir bunu bilemiyorum ama hem Ermeni olmak, hem Türkiyeli; hem 23 Nisan’ı yaşamak bütün coşkusuyla ve ertesi günün bir parçası olmak bütün hüznüyle. Kaç insan bu ikilemi yaşıyordur şu yeryüzünde? Ne anlaması kolay ne de anlatması.

[…] Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, var olan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz.

Bir başka severim 23 Nisan’ları. Hem, bizim de hanımla evlendiğimiz gündür aynı zamanda. Gerdeğe girişimiz de 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan geceye rastlar. İlk çocuğumuza can verdiğimiz andır o. Ne 23, ne de 24 Nisan. 23,5 Nisan’dır belki de o an.” [4]

“Neşe” ile “Yıkım” arasında, buçukluk bir yerde…

Sebat Apartmanı’nın ilk katında, Agos gazetesinin eski yerinde, 19 Ocak 2007 günü saat 15:00 sularında kapısının önünde Hrant Dink’in öldürüldüğü yer, artık bir hafıza mekânı. Ne yazık ki ben gazete merkezi olduğu zamanlarda bu mekânı görememiştim, önündeki “hafıza taşı”ndan öncesine dair bir fikrim yok maalesef.

23,5’u ise Koordinatör Nayat Karaköse, Neslihan Koyuncu ve Hrant Dink Vakfı Danışma Kurulu üyesi, akademisyen Ayşe Gül Altınay ile birlikte gezme şansına nail oldum. Dilerseniz sizler de önce mekânda kısa bir sanal tur atabilirsiniz…

Hafıza Mekânı’nda: Soldan sağa, Ayşe Gül Altınay, Neslihan Koyuncu, Mesut Varlık, Nayat Karaköse.

Cinayetin ardından gelişen süreçte, gazete merkezinin konumu üzerine yapılan konuşmalarda Ayşe Gül Altınay’ın “hafıza mekânları”nı gündeme getirmesiyle hikâye başlıyor. Günler, aylar boyunca tartışılıyor, tartılıyor ve nihayet Nayat Karaköse dünyaya bir keşif gezisine çıkıyor. Bu geziden geriye kapsamlı bir hazırlık raporuyla dönüyor ve süreç başlıyor.

Bugün, bu topraklarda Ermenilerin ve diğer tüm azınlıkların yaşadıkları yıkımların bir sembolü olarak kurulmuş olan 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı, duvarında Türkçe, Ermenice ve İngilizce “Biz Bitti Demeden Bu Dava Bitmez” yazılı küçük bir salonla açılıyor. İki yanında, cinayet davasının sonu gelmeyen dosyaları, video kayıtları…

Nayat Karaköse: Devam eden cinayet davasının klasörleri, arşiv halinde burada açık. Hukukçular veya bu davayla ilgilenen hak savunucuları için çok değerli.

Burada aslında herkesin her şeyi nasıl bildiği, kimlerin infaza dâhil olduğu…

Üzerinde ise bitmeyen davanın gelecek duruşmasının kaydı… Her yeni duruşmanın ardından, bir sonraki tarih buraya not ediliyor…

Yan tarafta, ana salona geçince, ziyaretçilerin notlarıyla kaplı arşiv-çalışma masası karşılıyor. Masada yer alan ekranlarda Agos’un 1996-2007 arası dijital arşivi, meraklılarına tamamen açık durumda.

Yan duvarda iki Alman sanatçının ortak işi, biri Ermenistan’a biri Türkiye’ye asılmak üzere “Büyükelçilik” tabelası.

Nayat Karaköse: Türkiye-Ermenistan sınırı 1993 yılından beri kapalı, diplomatik ilişki yok ve Hrant Dink adeta bir fahri konsolos gibi çalışmış. Oysa Türkiye’de de Ermenistan’da da konsolosluk veya elçilik yok. Bu aslında bir büyükelçilik kurma projesi. Devam eden bir proje. Hepimizin hayali Ermenistan’da da benzer bir odanın olması. Biz aldık bu tabelaları 2017’de hep beraber Ermenistan’a gittik. Çok ilginç bir deneyimdi. Gittiğimiz kafelerde, restoranlarda, parklarda astık bu tabelaları. İnsanların bazıları şoke oldu.

Na. Ka.: Burası Adalet Arayışı Odası, iki bölümden oluşuyor. Bir tarafta 19 Ocak’ta ne olduğuyla ilgili haber kolajları. Öbür tarafta cenaze gününden görüntüler, Rakel Dink’in konuşması eşliğinde. Ayrıca her sene anmaya katılanlardan ilk defa geçtiğimiz yıl görüş aldık, Neslihan sokak röportajı yaptı.

Nasıl geçti röportajlar?

Neslihan Koyuncu: Güzeldi! Hep kalabalıktan bahsediyoruz ya, bireylerin motivasyonunu dinlemek ayrıca güçlendirici oluyor. Bir yanda ayrı bir karaktere bürünüyor, onun bir hayatı var, onun bir nedeni var buraya gelmek için.

Na. Ka.: Özellikle diasporadan gelen Ermeniler için gerçekten büyük umut oluyor. Çünkü bir kısmında olumsuz bir “Türkiyeli” algısı var, çoğu ilk defa geliyor Türkiye’ye, hatta ailelerinden seyahatlerini saklayanlar da var. “Ne iyi ki Türkiye’de adalet ve insan hakları için mücadele eden, bizimle birlikte duran böyle insanlar var,” diyerek ayrılıyorlar buradan.

Geçmişin zor hafızası ile geleceğin umudunu nasıl birleştirebiliriz, diye düşündük. Çünkü hafıza mekânları zor mekânlar olabiliyor. Öyle bir duyguyla ayrılırsınız ki her şey anlamını yitirir, hiçbir şey yapmak istemezsiniz. Burada dayanışmayla, sebatla, mücadele ederek bir şeyler değişebilir…

Bu oda bir giriş gibi düşünülebilir. Hrant Dink’in hayatından kesitler var. Hrant Dink, 1971’de muhtıradan sonra, hem Ermeni olması hem solcu kimliği nedeniyle, birçok Ermeni’nin ve azınlığın yaptığı gibi, ismini değiştiriyor; Fırat Dink diye yazılı kartviziti.

Kapalıçarşı’da falan çok rastlarsınız, Ermenice isimlerini kullanmazlar kartvizitte, hep kendilerine edindikleri Türk ismini kullanırlar. Hatta bazı arkadaşlarım, gerçekten abartmıyorum, Ermeni isimleriyle çağırdığımda bakmıyorlar. 20 yıl o ismi kullanıyorsanız, Arden’ken Erdem oluyorsanız, artık Erdem oluyorsunuz.

Na. Ka.: Hrant Dink’e 2001 yılına, 48 yaşına kadar hiç pasaport verilmiyor. İlk pasaportunu ölmeden 6 yıl önce alıyor.

Na. Ka.: 1940’ta Ermenice olarak yayına başlayan Marmara gazetesinde yayımlanan ilk yazılarının elyazmaları. “Çutak” yani Ermenice “keman” mahlasıyla eleştiri yazıları yazıyor, Ermeni tarihine dair Türkçe yayımlanan kitaplar hakkında.

Na. Ka.: Hrant Dink’in katıldığı TV programlarının kayıtlarını yayınlıyoruz bu videolarda. Mesela Siyaset Meydanı programı var, gençler çok şaşırıyor böyle bir program olmasına. Uzun uzadıya, sabaha kadar birçok meselenin tartışılmasına.

Oldukça zengin bir video arşivine sahipsiniz… 

Ne. Ko.: Çok cömertmiş, herkesle konuşmuş. Hatta arşiv çalışmaları sırasında ailenin, Agos’un, vakfın bilmediği bir çok kayıt çıktı ortaya. Halen de insanlar getirmeye devam ediyor. Burası açıldığı için, ellerindeki malzemeyi nereye verebileceklerini biliyorlar artık. Geçende bir avukat geldi; öğrenciyken, Hrant Dink’in öldürülmesinden birkaç ay önce bir röportaj yapmış ve onca yıl o kaydı saklamış. Bir şekilde ona tutunmuş ama kendisini sorumlu da hissetmiş. “Kesinlikle aileden birisine vermek istiyorum, bu benim için büyük bir emanet” dedi. Bir de Kamp Armen’de çocukken çekilmiş 8 mm. Videoları bulundu, Marsilya’dan çıktı üstelik. Onu da temin etmeye çalışacağız.

Neyse ki Hrant Dink bolca konuşmuş ve kayıtları arşivleyen bir merkez var… 

Na. Ka.: Bence Hrant Dink Vakfı’nın yaptığı en önemli şey, kurulduğu ilk günden itibaren arşive odaklanmak. Çünkü Türkiye’de bu çok es geçilir. Öyle titiz bir çalışma yapılmasaydı bu  mekânın bugün bu şekilde kurulması mümkün değildi.

Na.Ka.: Koridorda 1996-2007 arası Agos gazetesinde çıkan haberleri, makaleleri, röportajları, Ermenice sayfalarla birlikte görüyoruz. Bir hafıza tüneli gibi, o dönemde Türkiye’de neler oluyordu, biraz anlamak için kaynak sunuyor. Çünkü 90’lar Ermenilerin özellikle de milliyetçilikten en çok çektiği dönemlerden. “PKK-Ermeni dölü!” gibi birçok kriminalize edici söylemlerin, ithamların yükseldiği dönem. Hrant Dink, Agos’un biraz da “savunma” gazetesi olduğunu, bizim ne olduğumuzu anlatma üzerine kurulduğunu söylüyor. Çözümün bir parçası olmaya çalışan bir gazete. Hrant Dink’in gazeteciliği de öyle; sadece problemleri sunmak değil, hem çözüm odaklı düşünüp hem herkesi çözüm odaklı düşünmeye teşvik etmeye çalışan bir gazetecilik.

Na. Ka.: Tırt Tava odası, yine Hrant Dink’in yaşanmış deneyimlerinden yola çıkarak tasarlandı. Denizli’de askerlik yapıyor ve 12. Piyade’de yemin töreninde herkes, bölüğündeki kişiler erbaş olarak yükselirken kendisi er olarak kalıyor, yükselemiyor. Ve bu duruma çok içerliyor, nedenini de biliyor. Yemin töreninden sonra kendi başına kalıyor, yürüyor. Sac tenekeden bir baraka buluyor, oraya gidiyor ve ağlıyor. Ağıdı duyulmasın diye de anahtarla tenekeyi tırtlıyor.

Bir ifade alanı aslında, iç dökme alanı burası. Biz de dedik ki herkesin bir derdi var, içini dökmek istediği, ağlayamadığı ama.. ağlamak da aslında kötü bir şey değil. Dileyenler video ekranına dertlerini anlatıp kayda alabiliyorlar. İzin verenlerinkileri burada yayınlıyoruz. Birisinin hikayesi başkasının devası olabiliyor, güçlendirebiliyor. Kimisinin Agos’la, Hrant Dink’le ilgili anıları olabiliyor… Umarız daha da fazla eklenir, çünkü burada halen bir çekingenlik var. Videonun karşısına geçip kayıt yapmak çok kolay değil ama deftere çok güzel şeyler yazıyorlar…

A.G.A: Agos’un 1996-2007 arası bütün sayılarının fiziki arşivi bu odada. Agos’un hikâyesi anlatılıyor. Yeni söyleşiler de yapıyoruz çalışanlarla birlikte, onlar da kendi hikâyesini anlatıyor. Agos’un ne kadar dönüştürücü bir yer olduğunu görüyoruz. Bir okul gibiydi.

Siz aynı zamanda Sabiha Gökçen üzerine yazan ilk akademisyenlerdensiniz. Hrant Dink için sona giden başlangıç da Sabiha Gökçen haberleri olmuştu. 

A.G.A: Evet, bu biraz ağır bir hikâye… Hrant Dink’le Sabancı Üniversitesi’nden şehre dönerken yaptığımız konuşmayı hatırlıyorum. Gençleri büyülediği, hepimizin zihnini ve kalbini açtığı bir konuşma yapmıştı. Tam o dönem yayınlamaya başlamışlardı Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğuna dair haberleri. Ben de bu konu üzerine çalışıyordum; ordu-millet söyleminin kurulmasında Sabiha Gökçen nasıl bir rol oynadı? 2004’te İngilizce çıkan The Myth of the Military Nation kitabımda bir bölüm onun üzerine, daha önce burada Vatan Millet Kadınlar diye bir kitap da çıkmıştı ve bu kitaplar çıkarken haberim yoktu. Sabiha Gökçen’in hikâyesinin çok katmanlı olduğunun farkındaydım ve o katmanları açmaya çalışıyordum.

A.G.A: Fethiye Çetin’in kitabından da çok etkilenmiştim. Sonra birlikte çalışmaya başladık ve Torunlar kitabı çıktı. Onun gibi anneannesi, babaannesi, dedesi Ermeni olanların hikâyeleri.

Hrant Dink’i son görüşümde öldürülmesinden birkaç hafta önceydi. Birlikte bir yemek yemiştik ve Torunlar kitabının giriş yazısını o yazacaktı, neler yazacağını uzun uzun anlatmıştı. Bunun ne kadar derin bir travma olduğu ve aynı zamanda tek taraflı bir travma olmadığı, hepimizi iyileştirecek yolun bu sırların açığa çıkmasından ve bu geçmişe kendi üzerimizden bakmaktan geçtiğini… “Ancak biz birbirimizi iyileştirebiliriz” vurgusunu çok önemsiyordu. Arkasında yatan acının çok farkındaydı. Çok pişmanım o sırada konuştuklarımızı kaydetmediğim için, Torunlar maalesef onsuz çıktı. Yüreklerin açılıp hep birlikte farklı bir çerçeveden 1915’e bakabilmemiz için Müslümanlaştırılmış Ermenilerin hikâyelerinin paylaşılmaya başlanmasının ne kadar önemli olduğunu bence herkesten önce o görmüştü. 2005’te Bilgi Üniversitesi’ndeki konferansta yaptığı o meşhur “su çatlağını bulur” konuşması boşuna değildi. Fethiye Çetin’le yaptığımız seyahatlerde çok tanık olduk; “Demek orada bizim kardeşlerimiz, kuzenlerimiz var ve aslında onlar mutlu hayatlar da yaşamışlar, sevmişler, sevilmişler, aile kurmuşlar, çok büyük acılar taşımışlar…” diyerek Türkiye’ye gelmeye başlayan, hiç gitmeyen çok insan var.

Na. Ka.: Güvercin Tedirginliği odasında cinayete giden süreci kronolojik olarak takip edebiliyorsunuz. Sabiha Gökçen haberi, basındaki yansımalar, Hrant Dink’i adeta hedef gösteren ve insanları konuyla ilgili harekete çağıran Genelkurmay’ın bildirisi, valiliğe çağrılıp tehdit edilmesi, “Bir gece ansızın gelebiliriz” yürüyüşleri, 301 davaları… ve süreç hızlanıyor…

A.G.A: Atlantis Uygarlığı odası, birkaç hikâyeyi birden içinde barındırıyor. Burada Vakfın Kültürel Miras Haritası yer alıyor. Türkiye’deki bütün hem Ermeni, hem Rum yapılarının envanteri. Belki yıkık halde kalan ya da hiç izi kalmamış yapılar da dâhil.

Bunlardan biri de Kamp Armen. Hrant Dink, Malatya’da doğuyor ve 5 yaşındayken kardeşleriyle birlikte İstanbul’a geliyor. Okul dışında, yazları Tuzla’daki Kamp Armen’e geliyor, Anadolu’nun her tarafından Ermeni çocuklar yazları burada birlikte geçiriyorlar. Dönemin patriği bazen köy köy gezip çocukları buluyor, ailelerinden izin alıyor. Rakel Dink de o çocuklardan biri, 8 yaşında geliyor kampa, orada tanışıyorlar. Eski bir aşk hikâyesi… Darbe döneminde yöneticisi tutuklanınca Rakel Dink’le Hrant Dink yönetici oluyor. Çocuklara onlar bakıyorlar. Toplam 1.500 çocuk geçiyor kamp kapatılana kadar. El konan Ermeni mülklerinden biri haline geliyor kamp. 2015 yılında başkasına satılıyor ve buldozerler gelip kampı yıkmaya başlıyor ve bu büyük infial yaratıyor. Hem Ermeni toplumu hem insan hakları savunucuları dayanışma eylemi başlatıyorlar ve kampta yatıyorlar, bir direniş başlıyor. Dönemin başbakanı Davutoğlu sonrasında kampın tapusunu geri veriyor.

Ne. Ko.: Kamp Armen’de hem yetimler var hem çocuklarını okutmak için İstanbul’a gönderen ailelerin çocukları var. Biri de Rakel Dink. Ermeni Varto aşiretinin çocuklarından. 1915’te dağa kaçarak kurtulan bir aşiret, 15 yıl boyunca dağdan inmiyorlar ve o şekilde hayatta kalıyorlar. O dönemde Patrikhane’nin bir uygulaması olarak Anadolu karış karış taranıyor ve 1915’ten sağ kalan çocuklar toplanıp Kamp Armen’in kilise yetimhanesine getiriliyor. Rakel Dink de o aşiretten anneleriyle birlikte getirilen çocuklardan biri. 15 senelik izole yaşamda, komşu köylerde Kürtçe konuşulduğu için kendi dillerini unutuyorlar ama Hıristiyanlar ve bu şekilde fark ediliyorlar. Kamp Armen’e geldiklerinde Kürtçe konuşuyorlar, Ermeni kültürünü ve Ermeniceyi orada öğreniyorlar.

Ne. Ko.: Bu oda Paris’te yaşayan Ermeni sanatçı Sarkis tarafından yeniden düzenlendi. Daha önce depo olarak kullanılıyordu. Gazete arşivi de buradaydı ve bir de Hrant Dink’in gazeteyi yetiştirmeye çalıştığı zamanlarda gece yattığı bir de çekyat vardı. Sarkis önce her şeyi boşaltmamızı istedi. Sonra hafızanın katmanlarını görünür kılmak için duvarları kazımamızı istedi. Kazıdığımızda farklı zamanlara ait katmanlar çıkmış oldu, hatta bu jesti salonda da devam ettirdik. Duvarda Agos gazetelerinin ağırlığından oluşmuş kocaman bir çatlak ortaya çıktı ve “Bu çatlak bize yol gösterecek” dedi Sarkis.

Hrant’ın hayatının anlatıldığı biyografik kitap, bir kitap-saat olarak burada sergileniyor.

Ne. Ko.: En göze çarpan şey tavandaki bu neon avize. Avize Kamp Armen binası şeklinde. Bir kalp ritmi gibi, bir nefes alıp verme gibi sürekli sönüyor ve yükseliyor. Hemen altında buranın kalbini oluşturan bir kandil ve bir kum havuzu var, dilek havuzu. Camların her biri el yapımı dökülmüş cam. Aslında bir hissetme mekânı. Buraya girdiğinde hiçbir yerde bilgi yok, etiket yok. Sadece hissediyorsun.

Burası Hrant Dink’in kendi odası. 2007’deki haliyle muhafaza ediliyor. Adeta küçük bir Ermeni tarihi müzesi gibi; tarihten ve günümüzden önde gelen isimlerin fotoğrafları, çizimler, objeler, kitaplar… Hrant’ın masasının önündeki koltuklara yerleşip, hem soluklanıyor hem sohbeti koyulaştırıyoruz…

Türkiye’nin hafızayla, unutmakla kurduğu ilişki hakkında neler söylemek istersiniz? Toplumların deneyimlerinde hafızanın yeri ve işlevi nedir?

A.G.A.: Hafıza çok dinamik bir şey aslında, kendi kişisel geçmişimizi bile hayatta yeni bir şeyler fark ettikçe geriye dönüp farklı yorumluyoruz. Dolayısıyla sabit değil, yeniden yorumlanıyor. Kolektif hafıza da kimliklerimizi tanımlamamızda çok önemli bir rol oynuyor. Topraklar katman katman travma biriktirmiş ama aynı zamanda insanlığın kendini yaratma ve geliştirme tarihi de var. Tarih bize sadece şiddet ve yıkım olarak geliyor, halbuki öyle olsaydı burada olmayacaktık. Burada olmamızı mümkün kılan değerler, buluşmalar, dayanışmalar, yaratıcılık, sevgi… Bunların tarihini çok az yazıyoruz.

Hrant Dink’in bize kattığı en önemli şeyler biri bize bunu hatırlatması. Herkesin birbirine değdiği bir tarih, birlikte yarattığımız çok şey var.

Son yıllarda sosyal bilimlerde de hafıza, yas konularına daha derinlemesine yaklaşımlar söz konusu. 

A.G.A.: Bu kadar öfke ve korku dolu olmamızın arkasında aslında acılarımızın yasını tutamamış ve kolektif olarak bununla yüzleşememiş olmamızın çok önemli bir rolü var. Hant Dink’in en çok vurguladığı, hepimize verdiği en önemli derslerden biri buydu. O acıların yasını tutamazsak, bugünü de geleceği de kuramayacağız. Bugün mutlu olmamız, geleceğe dair umutlu olmamızın yolu aslında o yasları birlikte tutmaktan geçiyor.

Bu yeni tarih kavrayışıyla birlikte hafıza mekânları da değişim gösteriyor sanırım.

A.G.A.: Hafıza mekânları çok önemli bir rol oynuyor, hafızanın taşınmasında. Özellikle son yıllarda, sabit taşa işlenmiş, değişmeyen, sadece belirli kişiliklerin öne çıktığı, onlar da genellikle erkek ve asker oluyorlar, onların bedenlerini taşıyan zafer anıtlarından uzaklaşıldı artık. Yaşanan deneyimleri çok katmanlı aktaran ve bizi temsil edilemeyen şeylerin üzerine düşündüren mekânlar kuruluyor.

Dünyadan bir hafıza mekânı örneği verebilir misiniz, sizi en çok etkileyenlerden?

A.G.A.: Beni en çok etkileyenlerden biri, Güney Afrika’da Cape Town’da District Six Museum diye bir müze var. Apartheid döneminde yerle bir edilmiş bir bölge, District Six. Cape Town’ın en kozmopolit, çok farklı ırksal tanımlamaları olan insanların birlikte üreterek yaşadığı bir merkez. Tam da o yüzden zaten Apartheid rejimi yerle bir ediyor orayı ama üzerine yeni binalar yapılması bir şekilde engelleniyor. Ciddi bir direniş oluyor ama her yer buldozerlerle dümdüz edilmiş durumda. Ayakta kalan birkaç bina var, biri de kilise. Bu kilise özellikle  Apartheid karşıtı mücadelede önemli bir buluşma mekanı oluyor. Apartheid rejiminden sonra demokratikleşme döneminde orası bir hafıza mekânına dönüşüyor ve hâlâ dünyadaki en katılımcı, sürekli değişen, en sahici hafıza mekânlarından biri. Orayı yıkan buldozer operatörlerinden biri sokak tabelalarını toplamış, sonra hediye etmiş mekâna ve şimdi gittiğinizde o eski sokak isimleri var. Yere bölgenin bir haritasını çiziyorlar ve herkes gelip hangi sokakta, hangi oyunu oynadığını, kimle buluştuğunu, kimin nasıl bir dükkanı olduğunu, orada nasıl danslar ve buluşmalar düzenlendiğini, kendi hikâyelerini anlattıkları bir kroki.

Na. Ka.: Onların da üyesi olduğu Uluslararası Vicdan Mekânları Koalisyonu’nun [International Coalition of Sites of Conscience—ICSC] Türkiye’den tek üyesi 23,5 Hafıza Mekânı. Hazırlık çalışmalarımız sürecinde 15 ülkede 85’in üzerinde hafıza mekânı ziyaret ettik. Pasif bir ziyaretle de kalmadık. Sadece gidip müzeyi gezmek değil, kime ulaşabiliyorsak ulaşmaya çalıştık. Direktörüne, küratörüne, akademisyenlere, kimseyi tanımasak da irtibat kurduk, tanıştık. Son derece verimli toplantılar yaptık, fikirler aldık. Sonra o insanları Türkiye’ye davet ettik. Son konferansla birlikte Asya’dan Güney Amerika’ya kadar 50’nin üzerinde müze profesyoneli, akademisyen, sanatçı, küratör, eğitim programları koordinatörü ağırladık Türkiye’de.

Bütün süreç uzmanlarla birlikte yürütülmüş anlaşılan.

Na. Ka.: Sadece uzmanlar da değil üstelik. Burasının herkesin sahiplendiği bir yer olmasını istediğimiz için farklı yaş gruplarından, mesleklerden, etnik gruplardan, kimliklerden kişileri davet ettik, onlara da sorduk: Siz neyi görmek isterdiniz, neyi keşfetmeyi isterdiniz? Böyle onlarca, yüzlerce kişinin katkısıyla, önerisiyle bu mekânın iskeleti çıktı. İki buçuk yıl sürdü.

Adım adım olgunlaşan bir süreç. Umarım yeni olası hafıza mekânları da böyle katılımcı süreçlerle oluşur. 

Na. Ka.: Umarız herkes böyle bir yaklaşım sergiler yeni yerler kurarken, çünkü bazen tek bir kişinin “ben yaptım oldu”suyla kurulan mekânlar da çıkabiliyor, kötü örnekler de görebiliyoruz. Bu mekânı çoğaltmak ve bizleştirmek önemliydi. Bunu başardığımızı düşünüyorum. O toplantılarımıza katılan gençler Hrant öldürüldüğünde 6-7 yaşında çocuklardı. Bu olayın onların hayatında yarattığı dönüşümü anlattılar. İlk defa Ermeni nedir onu duyduk, annemizin babamızın ağladığını gördük, anmaya çocukken getirilen çocuklardık… Farklı  şekilde büyümelerine ve başka kimliklerden olan kişilere farklı bir şekilde bakmalarına da vesile olan bir olay Hrant Dink’in öldürülmesi.

A.G.A.: Müthiş ilham verici tartışmalar ve paylaşımlar oldu o toplantılarda. Genç araştırmacılara yeni alanlar açılmış oldu ve bunun etkilerini önümüzdeki yıllarda göreceğiz, diye düşünüyorum. Türkiye’nin neredeyse kolektif bir depresyon yaşadığı bir dönemde Vakfın çalışmaları umut verdi.

A.G.A.: Farkında olduğumuz olmadığımız çok his taşıyoruz geçmişten. Bu toprakların acılar tarihinden onları açığa çıkarmanın kendisi çok rahatlatıcı oluyor. Tabii ki bir acı çıkıyor ortaya ve o acıyla karşılaşmak her zaman kolay olmuyor. Ama tek başına karşılaşman daha zor. Tek başına ne yapacağını bilemiyorsun. O yüzden bir arada onları açığa çıkarmak, paylaşmak ve yaratıcı şekilde yeniden ifade etmek çok önemli. Farklı bir gelecek kuracaksak ancak böyle olacak. Fethiye Çetin’in çok güzel bir sözü vardır: “Birlikte ağlamadan birlikte gülemeyeceğiz.” Bu mekân da biraz öyle. Hrant Dink herkesin önünde ağlayabilen, gülebilen ve güldürebilen bir insan. Acıyı bastırdığımızda neşeyi de yaşayamıyoruz. Gerçekten bütün duygularıyla, severek, sevilerek, sevgiyi paylaşarak mı bu hayatın içinden geçeceğiz, yoksa sürekli bir şeyleri bastırarak mı? Rakel Dink’in cenazede söylediği “bir bebekten katil doğuran karanlık” sözü sanırım hepimizin içine kazındı. Bu tarihe birlikte bakmadıkça, birlikte ağlamadıkça farklı bir gelecek kuramayacağız.


[1] Jan Assmann, Kültürel Bellek, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, 2015, s. 50.

[2] Pierre Nora, Hafıza Mekânları, Çev. Mehmet Emin Özcan, Dost Kitabevi Yayınları, 2006. Yeni baskısı neden yoktur? Bilinmez… 

[3] A.g.e: s. 19.

[4] Agos, 23 Nisan 1996. bkz. Agos, 23.04.2019.  

https://t24.com.tr/k24/yazi/ne-23-ne-de-24-nisan-23-5-nisan-dir-belki-de-o-an,2642

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın