İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Paskalya’da Sonsuzluk Yanılsaması

Josef Hasek Kılçıksız

Antakya’da Rum Ortodoks bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Her birimizin sırtında kendi haçını taşıyacağından emin, çöreğin hamuru kıvamına gelince, üstüne haç işareti çizerdi annem. Sonsuzluk işareti şeklinde pişirirdi çöreklerini. Başı sonu birbirine karışan, iyiyle kötünün, suçluyla masumun yerinin değiştirildiği dönel bir sonsuzluk…
Fotoğraf: Hatay’da Antakya Ortodoks Kilisesi’nde Paskalya Bayramı – 2017/Anadolu Ajansı
“Kayıp Zamanın İzini” sürmek için yine bir Paskalya yortusunda Antakya Rum Ortodoks kilisesinin taş avlusundayım. Olanaklarla zonklayan bir düşüncenin sürgün vermesi gibi zamanın kalbinden seslenen deli çağrışımlar var kafamda.Kilisenin taş avlusunda bir sürgü gıcırdamakta. Kapıların sürgüleri, reze gıcırtıları bende, “belki ben hiç olmadım ya da bir öyküde uydurma bir kişiydim” hissini uyandırır.Yahudiler Pilatius’tan hırsız yerine İsa’yı serbest bırakmasını isteselerdi, Paskalya’yı kutlayamayacaktık. Tabii bu bayramı Yahudilere borçlu olduğumuzu çocuk aklımızla bilemezdik.Biz Ortodokslar, Gregoryen takvimi yerine daha eski olan Julian takvimini kullandığımızdan, dolunaydan sonraki bir pazara denk gelecek şekilde, gecikmeli olarak kutluyoruz Paskalya yortusunu.Birbirinden kopuk hayatları zorlama takvim oyunlarıyla bir yaşam ve bayram çerçevesi içine sokmaya çalışmışlar. Bu zorlama takvim oyunlarının, eskiden derdi gelgitleri tahmin etmek olan balıkçıların, temel kaygıları en uygun ekim ve hasat zamanını kestirmek olan çiftçilerin, zarara uğramadan alacağını tahsil etmek korkusu taşıyan tüccarların gündelik hayatında bir karşılığı yoktu.
Madlen ve ben
Kilise korosunda görevliydi Madlen. Bense İsa’nın on iki havarisini temsil eden on iki oğlan içinde, elimde kocaman bir haçla kiliseyi tavaf ediyorum. Haçla tavaf önemli bir görev, bunu hiçbir çocuk reddedemez.
Etrafımda kullanışlı bir süs eşyası gibi duran alımlı kadınlar, melek yüzlü genç kızlar, kilisenin en öndeki sıralarından arkalara doğru, sınıf farklılıkları uyarınca oturmuşlar.
Kilisenin bir duvarına resmedilmiş “Ölü Deniz.” Ne zaman bir “kıyısızlıktan” söz edilse sıklıkla aklıma gelir.
Bu bayramın Hristiyanlık öncesi döneme ait pagan bir yönü mutlaka vardır. Yortunun, adını baharı ve bereketi simgeleyen Saxon tanrıçası Eostar’dan aldığını biliyorum. Doğurganlığı simgeleyen tavşan ile bereket anlamına gelen yumurtanın sembolik olarak pagan dönemlere kadar uzanan söylencesel bir arka planı olduğunu da… Yortunun dinsel içeriğiyle zaten çok ilgili değilim.
Paskalya yortusu Musevilerin bayramıdır aslında. Adı, İbranice “geçiş” anlamına gelen Pesah’tan gelir. Musevilerin, Mısır köleliğinden kaçarak bugünkü Filistin topraklarına geçişini simgeler. O kaçış sırasında ekmeği mayalamaya vakit bulamadıklarını anımsatması için, bugün hâlâ bu bayramı mayasız ekmek yiyerek kutlarlar.
Medeniyetler mozaiği mi, medeniyetler mezarlığı mı?
Çocukluğumun Antakya’sı bir medeniyetler mozaiği. Yoksa medeniyetler mezarlığı mı deseydim? Farklı kültür ve etnik kökenlerden insanların bu topraklarda barış içinde birlikte yaşadığı savı, sadece eskil bir mittir aslında. Bu mit, böyle bir şeyin hiç olmadığına, yaşanmadığına dair bir alibi için özenle inşa edilmiştir. Birlikte barış içinde yaşamış olmaktan çok, farklı kültür, inanç ve etnik kökenlerden insanların yan yanalığından söz edilebilir belki.Yeryüzü geçmiş medeniyetlerin enkazları ile dolu. Anadolu’da bizden önceki birçok medeniyet doğal sınırlarına ulaşıp çökmedi, çöktürüldü. Biz de pek çok uygarlığın ve kültürün dibe çöktürülmesiyle oluşmuş eski uygarlık kadavralarının üzerinde yaşıyoruz.Antakya özlemden beslenen serin yapraklı koca bir ağaçtır benim için. Toprağın ve suyun birikmesidir içimde. Defne ve zahter kokulu hüzündür, yenik aşktır, sürgündür.
Çocukluğumun şehrinde kuşlar uçuşmazdı bizi görünce.Yürekleri ellerinde, karanfil niyetli çocukların kuş olup uçtuklarını bilmek çok zor. Abdullah, Ali İsmail ve Ahmet aynı şehrin kalbinden aynı şiirin gölgesine, aynı şarkının sevincine sığındılar.
Haziran direnişinden bu yana kaç zaman geçti, ölülerimiz hâlâ adalet dileniyor! Herkes sessizliğin kalın gölgesi altında bir hologram adeta. “Hakikatin ve doğruluğun yerini sessizlik aldığı zaman, sessizlik bir yalan olur” der Yevgeny Yevtushenko. Ne güzel söylemiş.
Beyrut radyosunda Ümmü Gülsüm
Ayin bittikten sonra herkes birbirine sarılıp öpüyor. Ben de ona sarılıp öpmek için bu fırsatı kolladım. Saçları lavanta kokuyordu. Yanağından öperken “Mesih kâm” diye fısıldadım kulağına.
Paris, Helsinki, İstanbul, Parma, Beyrut; bu şehirlerin hepsi aslında bir tür derin zamansallık ve yanılsamalar coğrafyası. Bu şehirler, Covid-19 salgınıyla ilişkili olması bakımından, yarasalara benzetilebilir. Onlara bakan hem kan emici bir fare hem de bir kuş görebilir.
Paris’te bir Paskalya vakti yine yapayalnız odamdayım. Ümmü Gülsüm çalıyor Beyrut radyosunda.”Farklı inançlardan bir genç kızla bir delikanlı birbirine sevdalansa ceza ve lanet peşlerini bırakmaz” diyen dedemin sözleri kulağımda.
Heyecanım yok, belki inancım sarsılmış, belki Tanrı’ya kızmışım, bir şeyler eksilmiş içimden.Nasıl kızmayım ki, yeryüzü onun varlığını sorgulatacak bir Golghota coğrafyası olmuş durumda. İsa’nın “Yahuda’nın öpücüğüyle” her gün çarmıha gerildiği bir dünya. Bu dünyada, Tanrı’nın muhtemelen ne cennetine ne de cehennemine kabul etmeyeceği o kadar çok insan yaşıyor ki. Aramızda o kadar çok Yahuda var ki.
Yastığımın altını yokluyorum, mantarlı tabancalarım da yok. Bu sene yeni kıyafetler almadım kendime.Erken uyanmama gerek yok. Çünkü gözlerinin okyanusunda boğulduğum Madlen, kilisenin taşlı avlusunda artık beklemiyor beni. Sonsuz körlükten önceki son görüntü…
Biliyorum, anason, mahlep, çörekotu ve damla sakızı kokulu günler de yok artık. Soğan kabuğuyla boyanmış kırmızı yumurtaların ve paskalya çöreklerinin kokusunun artık olmaması gibi…
Çocuk ulusunun çocukları…
Paskalya çöreği üç örgülüdür. Bir örgüsü kadını, diğeri erkeği, üçüncüsü ise hayatı ve ondan korkmamamız gerektiğini simgeler. Belki de ben korkuyorum hayattan.
Çocuk sesleri de yok. Eğer o çocuklar bir ulusa aitlerse, bu ancak çocuk ulusu olabilirdi. Kimseye kötülük etmemişlerdi.
Sadece masallarda kalmış bir masumiyetin, çoktan yitirilmiş bir saflığın ve temizliğin simgesidir çocukluk. Çocukluğun büyülü bir bahçe olduğu hep söylenir. Erginleşme ise büyü bozumudur. Masalların gücü bu gerçekliğe dayanır.
Çocukluğunun geçtiği uzak bir şehirdeki çörek kokusunu özlemekten nasıl kurtulur insan? Oyun arkadaşlarının, çocukluk aşklarının çoktan öldüğünü ve bir mezarları bile olmadığını bilmenin acısı nasıl unutulur? Bu soruların yanıtı yok.
Babam da yok yanımda. Hiç olmadı ki zaten. Büyük bir umudun ardından koca bir düş kırıklığının geldiği duygusuydu babam. Parçalanma ve çözülme babamızdan, merhamet ve yuva duygusu anamızdan geçti bize.
Sert ve otoriter biriydi babam. Sadece geleneksel anlamda dindar bir Ortodoks’tu anlayacağınız.
Dokuz çocuğunu da kendince dindar birer Hristiyan olarak yetiştirmek niyetindeydi. Ablam Janet dışında, Tanrı bu konuda büyük bir başarısızlığa uğradığına tanıktır.
Önemli bayramlar dışında kilisedeki hiçbir ayine gitmezdi, gitse bile vaazları dinlemezdi. Köyün papazıyla giriştiği uzun tartışmaları o kadar gerilim ve bağrışma doluydu ki, annem, bu tartışmalar yüzünden bir gün bizi aforoz edecekler, diye korkardı. Duvarı boydan boya ikonalarla kaplı bir odamız vardı. Bir gün o ikonaların birinin altında diz çökmüş pişmanlıkla, mırıldanarak dua ettiğini gördüm.
Her birimizin sırtında kendi haçını taşıyacağından emin, çöreğin hamuru kıvamına gelince, üstüne haç işareti çizerdi annem. Sonsuzluk işareti şeklinde pişirirdi çöreklerini. Başı sonu birbirine karışan, iyiyle kötünün, suçluyla masumun yerinin değiştirildiği dönel bir sonsuzluk…
Er Sevag da vurulmadan kısa bir süre önce arkadaşlarıyla birlikte yemek için paskalya çöreği istemiş annesinden.
Tüm kutsal kitaplara rağmen insanın üzerinden bir türlü silkinip atmadığı, içinde ahlâka ve iyiye dair ne varsa ezen hayvansallığıyla ilgili şeyler düşünüyorum. Bazıları içlerinde dizginleyemedikleri çirkin canavarı masumların üzerine salıyorlar. İlahi bir buyruk bürünerek güçlünün menfaatine, bir kamusal yalana dönüşen şey ne? Kafamda deli sorular…
Bir Hint atasözü, “Kardeşinin salının nehri geçmesine yardımcı ol, karşı kıyıya kendinin de geçtiğini göreceksin” der. Korona virüsü, insanlık ailesinin geçmesi gereken nehrin adıdır. Şimdiye kadar bu nehri geçmeyi başaran olmadı.
Pencereyi açıyorum, şifa dağıtırcasına alnımı yalıyor Amanos’ların nemli rüzgârları. Nar çatlaması bir gerçekliği istemese de taşıyan göç zede bir kent silueti uzanıyor gecenin koynunda. Bir yerde doğarken yeni bir ay, yanıtsızlığa götüren suskunluk: Acaba şimdi Madlen ve annem nerede?Nerede olursanız olun, “Kalo Pashka” Madlen, “Mesih Kâm” anneciğim…
(JHK/AÖ)


bianet

Yorumlar kapatıldı.