İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yılmaz Özdil: Hatay – Sözcü Gazetesi

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Anadolu topraklarındaki ilk cami, Habib-i Neccar’ın avlusundayım.

1400 yıl öncesini seyrediyorum.

Aslında pagan tapınağı.

Sonra kilise olmuş.

En son cami.

Habib-i Neccar…

“Sevgili marangoz” demek.

Yasin Suresi’nde geçiyor.

O marangoz, aslında hıristiyan.

Antakya’da hıristiyanlığa inanan ilk kişi.

İslamiyet’in ikinci halifesi Hazreti Ömer’in komutanlarından Ebu ubeyde bin Cerrah, tee 636 yılında Antakya’yı fethediyor, bu camiyi inşa ediyor ve tek tanrılı dine inanan ilk kişinin adını veriyor.

Evet… Müslümanlar tarafından Anadolu’da yaptırılan ilk caminin adı, bir hıristiyanın adını taşıyor.

Ezan, çan, hazan yanyana derler.

Halbuki sadece yan yana değil, içiçe.

Hatta pagan bile aynı çatı altında.

Dünyanın ilk kilisesi, Saint Pierre’in önündeyim.

Antakya’nın sırtını yasladığı dağın eteklerinde, 13 metre derinliğinde, dokuz metre genişliğinde, yedi metre yüksekliğinde bir mağara.

2000 yıl öncesini seyrediyorum.

Tavanda yuva yapmış yabani güvercinlerin telaşlı ve melodik kanat çırpışları eşliğinde, havariler, Romalılar, Abbasiler, Selçuklular, Memlükler, Yavuz Sultan Selim, Fransızlar, gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor.

Bugün dünyada 2 milyar 200 milyon hıristiyan insan var, hıristiyan kelimesi bile bu mağaradan çıktı, ilk kez bu mağarada kullanıldı.

Ortodoks kilisesinin içindeyim.

Aslında, Rum Ortodoks Patrikhanesi.

Patrikhane denilince, akla hemen İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi geliyor ama, manevi sıralamaya bakıldığında Antakya patrikhanesi, Fener’in önünde yeralıyor, Kudüs’ten sonra ikinci merkez kabul ediliyor.

Rum Ortodoks denilince de, akla hemen Rumca konuşan yurttaşlar geliyor ama, burada ibadet dili Arapça… Gençler artık yeterince Arapça bilmediği için, pazar ayinlerinde bazı dualar Türkçe ediliyor.

Sağolsunlar kapıda karşılayıp, bilgi veriyorlar, sohbet ediyoruz…

Aklımda en çok kalan, candan güleryüz.

Ortodoks kilisesinden çıkıp, katolik kilisesine geçiyorum.

Avludaki bahçe, portakal ağaçlarıyla kaplı, portakallar süs lambası gibi dallarında duruyor.

Tablovari bir su kuyusunun yanında, dinlenmeniz için banklar var.

20 kişi kadarız, herkes susuyor, kuş cıvıltıları konuşuyor.

Kilise olduğunu bilmeseniz, butik otel zannedersiniz, öylesine huzurlu bir mekan.

Katolik kilisesi ama, eski Musevi mahallesinde bir bina.

Camiyle ve havrayla bitişik… Terasına çıktığınızda, çan’la minare’yi aynı karede fotoğraflamanız mümkün oluyor.

Havraya giriyorum.

Yüreği güzel insan, Harun amcayı dinliyorum.

“2500 yıldır buradayız” diyor.

“14 kişi kaldık” diyor.

Hani “insan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar” demiş ya Yaşar Kemal… Harun Cemal tam olarak bu.

İstersen bir kişi kal.

Senin yüreğin yeter Harun Cemal.

Ve, onu dinlerken bir kez daha idrak ediyorum ki, Türkiye aslında mozaik değildir, ebru’dur.

Ver elini Samandağ…

Hazreti Hızır Türbesi’ndeyim.

Kutsal kaya’da.

Hazreti Hızır’la Hazreti Musa’nın oturup sohbet ettiği yerdeyim.

Kuran’ı Kerim’de, Kehf Suresi’nde anlatılıyor.

Etrafında dönerken, zaman ve mekandan kopuyorum.

Dışarı çıkıyorum, masmavi enginliklere bakarak, Akdeniz’in o tertemiz havasını ciğerlerime çekiyorum, Hazreti Musa’nın tam olarak bu durduğum noktada, masmavi enginliklere bakarak, Akdeniz’in o tertemiz havasını ciğerlerine çekmiş olduğunu düşünüyorum, işte o an, kutsal kaya’nın etrafından dönerken, zaman ve mekandan neden koptuğumu daha iyi anlıyorum.

Onca kavga, onca mücadele…

Oysa insan ömrü dediğin, kozmik bir toz zerresi kadar kısa süre.

Samandağ’dan dönerken Defne’den geçiyorum.

Armutlu mahallesinden…

Katledildikleri sokaklarda, Abdullah Cömert’le Ahmet Atakan’ı anıyorum. Burasının evladı Ali İsmail Korkmaz’ı anıyorum.

Abdocan 22 yaşındaydı.

Bibergazı kapsülüyle suratından kasten vurarak öldürdüler.

Ahmet 22 yaşındaydı.

Bibergazı kapsülüyle suratından kasten vurarak öldürdüler.

Ali İsmail 19 yaşındaydı.

Sopalarla döve döve öldürdüler.

Ve, bugün hiç utanmadan, hiç suratları kızarmadan, Yunan polisinin Edirne sınırında mültecilere bibergazı sıktığını söyleyenlerin, “barbar Yunan” diyenlerin, kendi çocuklarımıza aynı yöntemle nasıl kıydığını, nasıl hunharca katlettiğini düşünüyorum.

Türkiye’yi esir alan bu vahşi ikiyüzlülüğü düşünüyorum.

Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeyim.

19 bin yıl öncesini seyrediyorum.

19 bin yıl.

Dünyanın en büyük mozaik müzesi.

Dionysos keyifle şarap içiyor.

Afrodit alımlı alımlı salınıyor.

Eros okunu fırlatıyor.

Urartu burada.

Asur burada.

Hitit Kralı Suppiluliuma’nın karşısında duruyorum, hayret edercesine açılmış patlak gözlerine bakıyorum.

Adam üç bin yıldır toprak altındaydı, sekiz yıl önce çıkarıldı.

“Türkiye’nin halini görünce şaşkınlıktan gözleri böyle faltaşı gibi açılmıştır” diye tahmin ediyorum!

Büyük İskender’in Sezar’ın bu topraklarda dolaşmış olduğunu düşününce, bastığım zemini, adeta canlıymış gibi hissediyorum.

Meclis binasının önündeyim.

Hatay’ın Türkiye’ye katılma kararının alındığı tarihi bina.

Eskiden burada künefeci vardı.

“Meclis künefe” diye tabela vardı.

Bu duyarsızlığa nihayet son verildi, Akp hükümeti binayı kamulaştırdı, kültür merkezi olarak restore edilecek.

Hatay’ın hoşgörü havası beni bile o kadar etkiledi ki… “Akp hükümetine yurttaş olarak teşekkür ederim” diye içimden geçiriyorum!

Hoşgörü…

Hatay’la alakalı olarak ben bile bu kelimeyi sık sık kullanıyorum ama, aslında tamamen yanlış bir nitelemedir.

Çünkü “hoşgörü” kelimesi, sözlük itibariyle, “tahammül, görmezden gelme, göz yumma, tepki göstermeme, sabırla katlanma” anlamına geliyor.

Yani, hoşgörmek için, karşı tarafın hoş görülecek bir suçunun veya kusurunun olması lazım, sizin de buna sabırla tahammül etmeniz, göz yummanız lazım.

Hatay’da yaşanan kesinlikle bu değil.

Hatay’da hiç kimse, bir başkasını “öteki” olarak görmüyor.

Hatay’da hiç kimse, bir başkasını “kusurlu” olarak görmüyor.

Hatay’da hiç kimse, bir başkasının dinini, tahammül edilmesi gereken bir din olarak görmüyor.

Hatay’da hiç kimse, bir başkasının mezhebini, göz yumulması gereken bir mezhep olarak görmüyor.

Hatay’da hiç kimse, bir başkasının etnik kökenini, sabırla katlanılması gereken bir etnik köken olarak görmüyor.

Hatay’da herkes, herkesi “insan” olarak görüyor.

Hatay’da hiç kimsenin, tahammül edilecek, göz yumulacak, sabırla katlanılacak, hoş görülecek bir kusuru yok…

Hatay’da herkes, herkesi olduğu gibi yaşıyor.

Dolayısıyla…

Hatay’ı “hoşgörü şehri” olarak nitelendirmek, doğru değil.

İlla niteleme gerekiyorsa…

İnançlar, etnik kökenler farklı olabilir ama, ahlak bir tane.

Ahlak, tek.

İlla sıfat gerekiyorsa…

Hatay, ahlaklı bir şehir.

Antakya çarşısını geziyorum.

Samimiyetle söyleyebilirim ki, büyük şehirlerde artık neredeyse nostalji haline gelen, o özlediğimiz esnaf ahlakı, orada yaşıyor.

Kimse kimsenin müşterisine göz koymuyor, kimse kimseyi kolundan çekip dükkanına sürüklemiyor, kimse kimseyi kazıklamıyor.

Özellikle yemek fiyatları, sanırsın İstanbul’un on yıl öncesine ait.

“Niye bu kadar ucuz” diye soruyorum…

“Yemeği lezzetli yapan fiyatı değildir, biz sizi burada paranızı almak için ağırlamıyoruz, güzel yemek yedirmek için ağırlıyoruz” diyorlar.

O anda kavrıyorum ki, felsefesiz yemek bile yapılmaz aslında.

Kimi baharatçı, kimi ipekçi, kimi gümüşçü, kimi fırıncı, kimi kasap, kim Türk, kim Ermeni, kim Musevi, kim alevi, kim sünni, belli değil.

Ama hepsi namuslu.

Ahlakları tek.

Her yerde Atatürk var.

İstisnasız her yerde.

Her dükkanda.

Sayısız otomobilde imzasını gördüm.

Farklı farklı partilerin belediyeleri var, hepsinde Atatürk var.

Hatay, kelimenin tam manasıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün kalesi.

Her dinin, her mezhebin, her etnik kökenin ortak paydası, Atatürk.

(Belki pek çoğunuz için şaşırtıcı olacak ama, ben Hatay’da büyüdüm. İzmir Hatay’da… İzmir’de yüzbinlerce Hataylı var. Çünkü, Atatürk vizyonu, Hatay şehrimiz henüz Türkiye’ye katılmadan önce, 1937’de, İzmir’in en büyük semtlerinden birine Hatay adını verdi. Hatay’da olan bitenlere, en az Hataylılar kadar duyarlı olmamız ondan.)

Ve hayır…

Amacım Hatay’a dair turistik bir yazı kaleme almak değil.

Herkes sınırın öte tarafını yazıyor.

Kimse bu tarafını yazmıyor.

Salı günü İdlib’i yazacağım demiştim.

Buyrun yazıyorum.

Suriye meselesinin çözümü, Suriye topraklarında değil, Hatay’da!

Suriye meselesini çözmek için, Moskova’ya yalvarıyorlar.

Washington’a el açıyorlar.

Brüksel’den medet umuyorlar.

Halbuki, Suriye meselesinin çözümü için oralara gitmeye gerek yok.

Çözüm Hatay’da.

Hatay birlikteliğinde.

Hatay ahlakında.

Hatay ruhunda.

Çözüm burada.

Ezan, çan, hazan, pagan.

İnsan.

Büyük İskender’den Sezar’a, Abbasiler’den Bizans’a, Büyük Britanya’dan Fransa’ya… İnsanlık tarihi boyunca, Ortadoğu’da savaşarak toprak kazanan görülmedi.

Savaşmadan toprak kazanmayı başaran ise “tek lider” var.

Mermi bile sıkmadan Hatay’ı alan Mustafa Kemal dehasından nasibini almamışsın… Bari, Hatay’dan ibret al.


https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/yilmaz-ozdil/hatay-2-5670289/

Yorumlar kapatıldı.