İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Altın Kozalı Nuh Tepesi vizyonda

Bu yıl Adana’da kazandığı Altın Koza’nın ardından vizyona giren Nuh Tepesi, genç yönetmen Cenk Ertürk’ün ilk uzun metrajlı filmi. Ali Atay ve Haluk Bilginer gibi iki kalburüstü oyuncunun performansı ile öne çıkan film, Türkiye sinemasının (kapanmaya başladığını gördüğümüz) bir dönemine damga vuran, “iletişim kuramayan yalnız erkekler” filmlerinin son halkası. Bu yönüyle bir ilk filme benzemediği söylenebilir; ne tematik ne de biçimsel olarak yeni bir şey vadediyor. Ayrıca iyi bir prodüksiyonla hayata geçtiğine kuşku yok, bu açıdan da bir ilk filmin amatörlüklerini hissettirmiyor gibi. Maalesef senaryo ve diyaloglar için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Zeki Demirkubuz’un ve daha yakın akrabası sayılacak Nuri Bilge Ceylan sinemasının öyle ya da böyle hep bir incelikle yaptığı şeyi toy bir yönetmenin elinden bir kez daha izliyor olduğumuzu düşündüren uzun diyaloglarla, fazla doğrudan semboller ve tanıdık bir şiirselliği taklit eden sahnelerle dolu Nuh Tepesi.

Elbette bir baba oğul hikayesi. Oğlunu terk eden bir babanın ölüme yakın eve dönüşünün, iki erkeğin hesaplaşmasının hikayesi. Arada elbette gümbürtüye giden kadınlar sahneye, annenin hatırası olarak ya da oğlun yeni ayrıldığı hamile karısının (Hande Doğandemir) bir türlü ete kemiğe bürünemeyen soyut şikayetleri üzerinden girebiliyor. Babanın ısrarla gömülmek istediği ağacın Nuh Peygamber’e atfedilmesi etrafındaki soyut tartışmaların ya da isimlere sızmadan duramayan peygamber göndermelerinin, taşraya yeni Türkiye’nin perspektifinden bir bakış getirdiği söylenebilir elbette. Bu daha da iç karartıcı olur, zira o bakışta da zihin açıcı, ilham verici, kafa karıştırıcı hiçbir şey yok. Haluk Bilginer’in canlandırdığı İbrahim’in ölümü bekleyişinde Kiraz’ın Tadı’nın inceliğini aramak boşuna olur.

Bir önceki kuşağın sinemasına ait ama daha düşük seviyede bir film olan Nuh Tepesi’nin Adana’da aldığı ödülün pek tartışılmamış olması Türkiye sineması üzerine pek iç açıcı olmayan bir şeyler söylüyor kuşkusuz. Hafifçe ifade edersek, ne biçimsel yeniliklerin ne de yeni fikirlerin peşinden gidilmiyor olduğunu… Daha sert konuşmak istersek dön dolaş ölümü bekleyen bir adama ve çok konuşan karakterlere gelmiş olduğumuzun altını çizebiliriz.

Sinemayı iç sıkıntısı ile bir kenara bırakıp televizyona ve henüz adını tam koyamadığımız alternatif platformlara dönersek, gözden kaçmaması gereken haber Tom Tykwer’in içinde bulunduğu bir ekibin elinden çıkan Babylon Berlin’in Şubat ayında Alman Sky televizyonunda gösterimi tamamlanan yeni sezonu. İyi dizilerin neredeyse bir enflasyonla boğuştuğu bu günlerde yeterince ses getirmeyen televizyon olayı Babylon Berlin, Amerika ve Kanada’da Netlix’in programında yer aldı. Türkiye’de ilk iki sezon BluTV üzerinden izlenebiliyordu, üçüncü sezondan henüz haber yok. Bu da meraklısını gayri-yasal alternatif yollara yönlendirecektir.

Tek bir olay örgüsüne sahip olan (Volker Kutscher’in tek bir romanından uyarlanan) ilk iki sezon, Troçkist bir örgütün merkezinde olduğu bir Weimar macerasında izleyicisini bir art-nouveau rüyası olarak resmedilen Berlin’de sıra dışı bir dedektif ikilisi ile tanıştırıyordu. Volker Bruch’un canlandırdığı Gereon Rath, Birinci Dünya Savaşı’nın travmalarıyla ve geri dönmeyen ağabeyinin karısıyla yaşadığı aşkın verdiği suçluluk ve ıstıraplarla boğuşurken, yolu ufak tefek, kara kuru bir savaş sonrası kızı olan Charlotte Ritter (Liv Lisa Fries) ile kesiştiğinde heyecan verici iyi bir neo-noir ikilisinin doğduğunu hemen anlamıştık. Charlotte geceleri, yıkıntılar içinde küllerinden doğmaya çalışan o dünyanın merkezi olan Moka Efti’deki kokain ve şampanya dolu (biraz da kömür kokulu) gecelerde fahişelik yapmaktan çekinmeyecek karmaşık bir kızdı. Ama gözü aslında henüz kadınlar için bir seçenek olmayan polis teşkilatındaydı. Gereon’un sağlık sorunları ve bunalımları başka bir hikayede biraz yavan olabilecekken hem Charlotte’nin enerjisi hem de prodüksiyonun dudak uçuklatan görkemi hiç aksamayan bir ilk bölüm izlememizi sağlamıştı.

Berlin borsasında pula dönen kağıtların uçuşmasıyla açılan üçüncü sezon eli artırmasa da düşürmüyor ve git gide daha büyük bir uçuruma doğru ilerleyen ve dünyayı da peşinden sürüklemeye hazırlanan Weimar Almanyasını gözümüzü alamadığımız bir karanlık ve şaşaa ile yeniden kuruyor.

Tykwer’in Hollywood’dan ve kibarca yorucu bir kariyere sahip olduklarını söyleyebileceğimiz Wachowski’lerden biraz uzaklaşıp kendisini Alman televizyon tarihinin en pahalı ve en görkemli işi olan Babylon Berlin’e adamış olması gerçekten büyük bir şans. Bir dönemin bu kadar ayrıntılı ve incelikli, bu kadar şık ve canlı hayata geçirildiğini büyük Hollywood prodüksiyonlarında bile pek görmüş değiliz. Dahası, üçüncü sezon / ikinci hikaye, merkezine dönemin Dışavurumculuk egemenliğindeki sinemasında geçen bir olayı, ilk hikayenin karanlık mafya lideri “Ermeni”nin finansörü olduğu bir prodüksiyonda ard arda işlenen cinayetler etrafındaki gizemi koyarak, dizide zaten egemen olan dışavurumculuk ve sessiz sinema estetiğini doruğa çıkarıyor. Her bölümü bir sinema tarihi dersine, bir sinefilin fantezisine dönüştürüyor. Babelsberg Stüdyolarındaki sahneler baş döndürücü bir güzellikte.

Elbette aynı zamanda Dünya tarihinin en karanlık sayfalarından birini izliyor olduğumuzu unutmuyoruz. Hiçbir şey değilse bile Lars Eidinger’ın canlandırdığı manik depresif Afred Nyssen’ın yüzündeki lekeler yükselen faşizmi hep hatırlatıyor. Ancak dönemi bu denli fetişize ve estetize anlatmanın kendine göre riskleri olduğu bir gerçek.

Tykwer ve ekibi şimdilik hikayenin karanlığını dönemin hedonizmi ile organik bir şekilde birleştirerek kendisini izah eden bir fetiş dünyası kurmuş gibi görünüyor. Projenin daha kaç sezon gideceğini ve bu dengeyi tarih ilerleyip İkinci Dünya Savaşı bütün ağırlığıyla karakterlerin üstüne çöktüğünde nasıl sürdüreceklerini bekleyip göreceğiz.


Ahval News

Yorumlar kapatıldı.