İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tanrı göçmen çocukları sever mi anne?

Bu film göçün öteki ya da umudun öteki yüzünü, göçün aktörleri çocukların dünyasından aktarması bakımından çok değerlidir. 89 dakikalık uzun bir belgesel film izleyiciyi bir süre için de olsa hem göçmenleri anlamaya hem de kendi konumlarını sorgulamaya itiyor.

Emine Uçar İlbuğa

Yönetmen Rena Lusin Bitmez’in “Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne?” filmi 38. İstanbul ve 30. Ankara Uluslararası Film Festivallerinin Ulusal Belgesel kategorisinde en iyi film ödüllerini aldı. Bitmez’in filmi hem Türkiye’de hem de uluslararası festivallerdeki yolculuğuna devam ediyor.

Yönetmen filmin merkezine günümüz dünyasının belki de en önemli sorunlarından biri olan göç konusunu almış. Son yıllarda yazılı, görsel işitsel basında, filmlerde, akademik çalışmalarda, sivil toplum örgütlenmelerinde, sokaklarda, gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz, direk ya da dolaylı olarak deneyimlediğimiz göç, göçmenlik halleri, göçün aktörleri, göç yolları, göçün mekânları, kayıt dışı emek pazarı, sömürü, yoksulluk, ölüm, geçmiş ve bugün arasında yaşlı, genç kadın, erkek ve çocukların belirsiz gelecekleri gibi konular hem bireysel, toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel, yasal hem de ulusal ve uluslararası boyutlarıyla her alanda farkındalık gerektiren bir konu.

Göç insanlık tarihiyle özdeş olup ulusal ve uluslararası boyutuyla, ekonomik, siyasal ve kültürel nedenlerle bireysel ya da gruplar halinde gerçekleşen ve her zaman daha iyi bir yaşamın hedeflendiği ancak zorlu, kapsamlı ve de durağan olmayan bir süreci içermektedir. Uluslararası göçte ülkeye yasal olmayan yollardan girenler, yasal yollardan girip daha sonra kayıt dışı konuma düşenler, mülteciler, sığınmacılar gibi kısa süreli ya da kalıcı olmak üzere farklı nedenlerle ve koşullarda anayurtlarını terk etmek zorunda kalanlar; genellikle bilinmeyen, kabul görmeyen, yok sayılan kimlikleriyle yasal haklardan yoksun, sömürüye açık ve çoğu zaman hayatlarıyla ödedikleri büyük bedellerle yolculuklara çıkıyor, sonu, belli olmayan yaşamlar sürdürüyor ya da gidebildikleri farklı ülkelerde kaçak olarak zor koşullarda ve mekânlarda var olma savaşı veriyorlar. Türkiye’de göçmenlerin özellikle İstanbul’da konumlandıkları semtler ise eski, tarihsel kent merkezleri oluyor. Bu semtlerdeki binalar daha çok eski ve yıpranmış, kentsel dönüşümü bekliyor, dolayısıyla kentsel hizmetlerin yetersiz olduğu, aynı zamanda iş ve ticaretin merkezi olması nedeniyle kayıt dışı emeğin de yoğunlaştığı, daha çok göçmen ağırlıklı ya da yoksulların yaşadığı yerleşim alanlarına dönüşüyor.

tanri-gocmen-cocuklari-sever-mi-anne-682964-1.

Son yıllarda özellikle kayıt dışı göçmenler ve göç etme süreçleri, göç ettikleri ülkelerde yaşam koşulları ise sık sık sinema filmlerinin konusu oluyor. Türkiye sinema tarihine bakıldığında ilk yıllardan itibaren filmlerde göç ve göçmenlik konusu başat bir konu olmuştur. Bu filmlerde iç göç yanında, Türkiye’den Avrupa’ya siyasi ve ekonomik nedenlerle yasal ya da yasal olmayan yollardan gerçekleşen dış göç ve dolayısıyla göçmenlerin gittikleri ülkelerde ekonomik, kültürel, dilsel bağlamda karşılaştıkları sorunlar yansıtılır. Türkiye’de kayıt dışı göçmenlerin yaşamlarına ilişkin sorunlar ise son yıllarda Türk sinemasında daha bir anlam kazanmaya başlamıştır.

Yönetmen Rena Lusin Bitmez’in 89 dakikalık “Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne?” adlı uzun metraj belgesel filmi de bunlardan biridir. Filmde İstanbul’da zorlu iş ve ev koşulları, aile ortamları, özlemleri, beklentileri, gelecek perspektifleriyle kentin merkezinde, ama bir o kadar da kente uzak, kentin görünmeyenleri olarak Ermenistanlı göçmenler konu ediliyor. Ermeni ailelerin göçmenlik halleri, göçün karar vericileri olmayan, göçü aileleri nedeniyle deneyimlemek zorunda kalan çocukların gözünden veriliyor. Filmin daha açılış jeneriğinde “Yaklaşık 30 yıldır bazı Ermenistanlılar ekonomik nedenlerden dolayı Türkiye’ye göç ediyorlar” yazısı ile göçün nedenine vurgu yapılıyor. Sosyolog Zygmunt Bauman1 küreselleşme ile birlikte sıkça kullanılan “göçebe” kavramına vurgu yaparak göçün alttakileri (vize, polis, kontrol gibi aşılamaz duvarlara tabii olan yasadışı göçmenler) ve üsttekileri (küresel iş adamları, kültür yöneticileri, akademisyenler vs.) üzerinden yaptığı ayrımla insan hareketliliğindeki hiyerarşiye dikkat çeker. Bitmez’in kamerası da ekonomik nedenlerle İstanbul’a gelmiş, bir süre için gerekli ekonomik gücü elde edip yeniden memleketlerine dönmeyi hayal eden; yıkık dökük, iş hanlarından bozma ve İstanbul’un merkezinde yer alan “çöküntü semtlerde2”, birkaç ailenin bir arada yaşamak durumunda kaldığı sıkışık mekânlarda çocukları merkeze alıyor. Filmin kahramanı çocuklar sıkışmış yaşam alanlarında, göçü farklı biçimleriyle deneyimliyor, memleket özlemiyle ait olamadıkları bir yerde var olma çabası veriyor ve gelecek hayalleri ile büyüme sancıları içine giriyor. Daha çok küçük işletmelerin yer aldığı ve giderek yerleşik nüfusun çözüldüğü, bir semtte yıkık, dökük viran evlerde büyüyen göçmen çocuklar tıpkı odalarında besledikleri akvaryumdaki balıklar ya da kafesteki kuş gibiler.

Filmde evi sokağa bağlayan kapı ve pencere pervazlarından çocukların gözüyle (sokakta satış yapan Afrikalılar, kâğıt toplayıcıları, küçük işletmeler ve insan kalabalığı) semtin bir profili çizilir. Dış kapıdan karanlık, uzun bir koridor ve dik merdivenlerle birbirine bağlanılan üç katlı binada, daha çok çocuklarıyla yaşayan göçmen kadınlar ağırlıktadır. Onlar için telefon ve Skype görüşmeleri, kendi gibi göçmen diğer yakınlarıyla bir araya gelmeleri hem memleket hem de Ermenistan, Rusya, Türkiye arasında dağılan aile üyelerine olan özlemlerini giderebildikleri mecralar olur. Çocukların ev içindeki sıkışık yaşamlarına karşılık, kilise ve dernekte gönüllüler tarafından verilen tiyatro, müzik, dans kursları hem yaratıcı potansiyellerinin desteklenmesi hem de ev dışında özgür alanlar yaratması bakımından önemlidir. Buna karşın çocuklar için formel bir eğitimin olmaması, her an ülkelerine geri gönderilme korkusu içinde, özgürce çocukluklarını yaşayamamaları, ülkelerine geri döndüklerinde eğitimlerine nasıl devam edecekleri ve geleceklerini nasıl kuracakları konuları önemli sorunlardır. Kitaplardan gördükleri, ailelerinden dinledikleri ya da Ermenistan’da köy, kasaba ve kentlerinde geride bıraktıkları arkadaşları, uzak ve yakın akrabaları gibi, mekânlara ilişkin anı kırıntıları, rüyalarında gördükleri uzak Los Angeles gibi kentler arasında gidip gelen hayal dünyaları, içinde yaşadıkları dar odalar, dik merdivenler ile karanlık koridorlar arasında belirsizlik içinde şekilleniyor.

Hasmik, Ruzana, Harutik, Hayk, Elen, Suren, Antranik; belirsiz gelecek kaygılarına rağmen doktor, oyuncu, müzisyen, kraliçe, futbolcu olma hayallerini büyütüyor, yer olmayan mekânlarda, yersiz yurtsuz bir yaşam sürdürüyorlar. Sokakta özgürce oynamak en büyük hayalleri olsa da onlar daha çok kapı eşiği, pencere ve balkondan, içinde yaşadıkları toplumla bağ kurabiliyor. Çünkü onların dünyası yerleşik bir düzenden ziyade içinde ama dışardan gözlemleyebildikleri bir toplumda varla yok arası bir yerdedir. Bir akşam ev ve sokak arası top oynarken aralarında geçen diyalogda özlemleri, korkuları, kaygıları gibi beklenti ve dilekleri birbirine geçer:

“Göçmenleri topladıklarını söylüyorlar. Duydunuz mu? Niye ki? İstemiyorlar, göndermelerinin sebebi nedir? İstemiyorlar işte. Ne güzel olurdu, kendi ülkemizde olsaydık, özgürce yaşasaydık. Rahatça okula giderdik, okuldan gelir rahatça oynardık değil mi? Biz çocuğuz bize ne yapabilirler ki? Öyle deme anne babamız sınır dışı edilirse? Antranik şimdi Erivan’da olsaydın değil mi? Orada özgür olsaydın. Keşke, hayal bile edemeyeceğin kadar mutlu olsaydın, çok mutlu olsaydın… “

Bu film göçün ya da umudun öteki yüzünü, göçün aktörleri çocukların dünyasından aktarması bakımından çok değerlidir. 89 dakikalık uzun bir belgesel film izleyiciyi bir süre için de olsa hem göçmenleri anlamaya hem de kendi konumlarını sorgulamaya itiyor. Son yıllarda özellikle unutmaya başladığımız empati duygusunu yeniden yeniden izleyiciye yaşatıyor. Rena Lusin Bitmez’in filmine adını veren “Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne?” 5 yaşındaki Hasmik’in annesine sorduğu bir sorudur ve Hasmik’in bu sorusu hem onun kendisini göçmen olarak konumlandırmasını hem de göçmenliğin araf halini çok iyi yansıtıyor.

Son söz yerine;

Kuramcı Siegfried Kracauer’ın1 da ifade ettiği gibi; “sinema bizi, içinde yaşadığımız dünya ile tanıştırır, yılgı duyduğumuz şeylerle yüz yüze getirir ve çoğu kez bizi gerçek yaşamın olaylarını, bu olaylar konusunda beslediğimiz düşüncelerle karşılaştırmaya” zorlar. Dolayısıyla “sinemada her eğilim, çağının toplumsal ve siyasal özelliklerini yansıtır” bir diğer ifade ile sinema, hem içinde bulunduğu toplumdan beslenir hem de toplumsal gerçekliği yeniden yapılandırır. Yönetmen Rena Lusin Bitmez bu filmiyle İstanbul’da yaşayan ya da yaşam mücadelesi veren göçmen çocuklarının sessiz çığlıklarını evrensel bir alana taşımayı başarıyor.

1 Bauman, Zygmunt, (2006).
Küreselleşme, Abdullah Yılmaz (çev.), İstanbul: Ayrıntı.
2 “İstanbul’da Süleymaniye gibi
bölgeler kentin merkezinde ucuz barınma ve yaşama imkânı sağlaması düşük gelirli göçmen gruplar için bölgenin
cazibesini daha da artırmıştır. Önceki döneme göre sayıları önemli ölçüde azalsa da bölgenin içinde ve civarında mevcut imalathane ve işyerlerinin
enformel de olsa çalışma imkânı
sunması bölgeyi göçmen çekim alanı haline getirmiştir” (Bülent Şen; Ayse A. Şen, 2015. “İstanbul’un Öteki Yüzü ve Araftakiler: Suriçi İstanbul’da Göç,
Yoksulluk ve Göçmen Mekanları”,
Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, sayı:1. S.s.:31-58).
3 Kracauer, Sigfried, (1968).
“Fizik Gerçeğin Kurtuluşu”,
Türk Dili Dergisi Sinema Özel Sayısı (Ocak), Nijat Özön (çev.), 387-390,
Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.

https://www.birgun.net/haber/tanri-gocmen-cocuklari-sever-mi-anne-286393

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın