İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İyilik, kötülük ve deprem…

Cafer Solgun
Ortadoğu “derslerine” devam edecektim; ama Elazığ’da canımızı yakan bir deprem oldu. Okurun anlayışını diliyorum.

Öncesi bir yana 26 Eylül’de İstanbul’da, sonra hayli geniş bir coğrafyada hissedilen Manisa’da gerçekleşen orta şiddetteki depremler yüreğimizi ağzımıza getirmiş ve yeniden hatırladığımız deprem gerçeğimiz üzerine konuşmaya başlamıştık. Ama deprem gerçeğimizi asıl hatırlatan 24 Ocak günü saat 20.55’te meydana gelen Elazığ depremi oldu. 6.8 şiddetindeki, merkez üssü Sivrice olan deprem, Malatya, Diyarbakır, Dersim gibi çevre illerin yanı sıra Hatay’da, Urfa’da da hissedildi.

Bir haftalık yazıda depremle ilgili “son dakika” gelişmesi aktarma imkânım yok tabii ki. Ama dikkatinize getirmek istediğim bazı düşündürücü gerçeklerimiz üzerine söyleyeceklerim var elbette.

Deprem olduğunda, sivil toplumla ilgili bir etkinlik vesilesiyle Ankara’da idim. Deprem haberini duyunca, Elazığ’da yakınları olan binlerce insanımız gibi ben de Elazığ’da yaşayan annem ve yakınlarım için endişelendim, onlara ulaşmaya çalıştım. Ve birkaç saat boyunca kimselere ulaşamadım! Bu duyguyu bilen bilir… Hele ki ulaşmaya çalıştığınız insan, anneniz ise… Ve teyzeniz, amca çocuklarınız, birinci derecede yakınlarınız…

Elazığ’da, “Elazığ’daki Dersim” diye isimlendirdiğim mahalleler var; Yıldızbağları, Fevziçakmak, İstasyon mahallesi, Seko Mahallesi (haberlerde “Mustafa Paşa” diye adı geçen mahalle). Seko Mahallesi, nüfus bileşimi itibarıyla diğerlerine kıyasla biraz “karışık” bir mahalledir; Dersimli Kürtler var, Palulu ve Bingöllü Zazalar var, kaldığı kadar Ermeniler var. Bu satırların yazarının çocukluğunun geçtiği Seko Mahallesi, “çarşıya” yakın olduğu için sonraki yıllarda çok değişti; kerpiç tuğlalı evler yıkıldı ve yerlerine koca koca betonarme apartmanlar dikildi. Seko Mahallesi’nde yıkılan binalar da, o apartmanlar oldu…

Elazığ’daki bu “yapılaşma” üzerinde ciddiyetle durmak gereği var. Vakti geldiğinde yazacağım; sözüm olsun.

Sonuçta anneme ve diğer yakınlarıma ulaştım. “Biz iyiyiz oğlum” dedi bu hayatta tanıdığım en yüce gönüllü insan olan annem, “Biz iyiyiz, ama Seko Mahallesi’ndekiler zordadır. Hızır yardımcıları olsun. Varto’nun kızları bize geldi, onlar da iyi.” Uzun yıllar kapı komşumuz idi Ermeni Varto Abla. Geçtiğimiz yıllarda öldü, kızlarını bize emanet ederek…

Elazığ’da, Malatya’nın bazı beldelerinde “can pazarı” varken, insanlar deprem bölgesinden endişeyle haber almaya çalışırken, ölü sayısının arttığını haber veren duyurularda yüreğimiz kan ağlarken ve enkaz altından çıkartılan her canda sevinç gözyaşları dökerken bazı kişiler de düpedüz “kötülük” mesaisine başlamışlardı…

O felaket anlarında devletin ilgili birimlerini, AFAD’ı, Kızılay’ı göreve çağırmak, yardıma koşmak, varsa bir lakaytlık eleştirmek ne denli doğal ise, tam da o anlarda “deprem vergilerimizi ne yaptınız?” türü tweetler atmanın iyi niyetli olduğunu düşünmüyorum.

Tabii ki “deprem vergileriyle deprem için neler yaptınız, açıklayın” diye soracağız; tabii ki o yıkılan binalara nasıl imar izni verildiğini soracağız, müteahhitlerinin yakasına yapışacağız, belediyeyi sorgulayacağız; tabii ki siyasi iktidarın depreme ilişkin ne tür bir politikası olduğunu da soracak, aymazlıklarını eleştireceğiz…

Ama tam da felaket dakikalarında yaşanan olayı iktidar partisini “sıkıştırmanın” aracı olarak kullanmak olacak şey değil; iyi niyetli bulmadığım bu…

Henüz kayyım atanmamış HDP’li belediyelerin yardım kamyonlarını geri çevirmeyi de iyi niyetli, “sorumlu” bir yaklaşım görmediğim gibi. Bu da felaketin siyasetini yapmanın diğer bir çeşidi ve ayıp…

“Ayıp” çünkü söz konusu olan deprem! Ona buna “Bu işin siyasetini yapmayın! Kötü niyetli sosyal medya paylaşımları için soruşturma açacağız” filan diye “ayar” veriyorsanız, söylediklerinize en başta kendiniz riayet edecek ve siyasi ayrımcılık yapmayacaksınız!

Beni asıl şaşkına uğratan ise Sevan Nişanyan isimli şahıs oldu.

Tweetlerini gördüğümde, gözlerime inanamadım; adamın hesabını hacklemişler herhalde diye düşündüm. Hayır; düpedüz kendisiydi bu sözlerin sahibi…

Ne demişti de inanamamıştım? Bilmeyenler için “Ya sabır!” deyip sözlerinden bazılarını aktarayım, işte depremden bir gün sonra (25 Ocak) paylaştığı tweetleri:

-“Elazığ Tr’nin en bağnaz, en cahil, en paranoyak, cinsel saplantılı, maddi ve manevi tecavüz kültürü gelişkin kentidir. Gasp edilmiş emlak üzerine kuruludur, inkâr edilmiş kimliklerden örülü bir hapishanedir. İdolü Mehmet Ağar’dır. Çocuklara yazık tabii, onlar suçsuz.”

-“Yorum yazan 1500 kişi Elazığ ortalamasını temsil ediyorsa, demek ki %99,7’si a) bağnaz, b) düzgün cümle kuramayacak kadar cahil, c) paranoyak, d) ırkçı, e) akılları fikirleri tecavüzle meşgul kişilerdir. Kalan binde üçten özür dileyerek soralım, yaşasınlar mı sizce?”

-(Gelen çoğu ırkçı tepkilere cevaben) “Elazığ’da ‘maddi ve manevi tecavüz kültürü çok gelişkin’ dediğim için bu laflar. Adamların tarihlerinde, kültürlerinde övünebildikleri tek şey günde beş vakit tecavüz etmek. Başkaca bir değerleri yok. Bunlar yaşamalı, kurtarılmalı diyenler suça ortak oluyorlar.”

Bir şehir halkını lütfedip “binde üçünü” ayırt ederek ölüme mahkûm etmek, ölmelerini dilemek ve “Bunlar yaşamalı, kurtarılmalı” diyenleri de “suçlu” ilan etmek düpedüz ırkçılık ve sadece ırkçılık da değil, en bayağı cinsinden alçaklık!

Bu laflarının ona Ermeniliği üzerinden küfredenlerden ne farkı var? Aynı hastalıklı kafanın farklı tezahürleri…

“Ama o aydın? Ama o tarihçi? Ama o muhalif?” diye düşünenler var. Yani herhangi biri söylese ağzımıza geleni söyleyeceğimiz bu lafları Sevan Nişanyan dedi diye hoş mu görmemiz gerekiyor?

Hastalık düzeyinde kibirli, hastalık düzeyinde kendini beğenmiş, hastalık düzeyinde halk düşmanı, hastalık düzeyinde insanlık değerlerinden nasibini almamış bu ruh hastası şahıs, nedense (!) aklıma 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde insanlara bok yedirilmesini “işkence” görmeyen Celal Şengör isimli kişiyi getirdi. O kişiye de tepki gösterdiğimiz zaman “Ama o bizim değerimiz?” diye savunmaya geçenler olmuştu.

“Değer” filan değil, tortu kişilikler bunlar.

Malum; Sevan Nişanyan, kaçak inşaat nedeniyle gayet “ayrıcalıklı” bir mahkûm iken kaçtı açık cezaevinden. Şimdi Avrupa’da mıdır, Amerika’da mıdır, nerededir bilmiyorum. Ama her nerede yaşıyorsa orada eminim dünyanın hangi köşesinde olursa olsun “deprem” deyince insanlığı ayaklanan insan gibi insanlar yaşıyorlardır. Bu kişi bir vesileyle insan içine çıktığında bir insan evladı onun bu ırkçılığını suratına tükürerek protesto eder dilerim…

Elazığ depremini yine de biz iyilikle hatırlayacağız bu tür hasta ve kötü ruhlu kişilere aldırış etmeden; Azize’ye “Azize… Susma… Sen annesin” diyen sağlık gönüllüsü Emine Kuştepe’nin sesiyle hatırlayacağız. Azize’nin yanındaki Türkçe bilmeyen teyzeye “Ona de ki, “Xaltî, saxlixa te çito ye? (Teyze, sağlığın nasıl?), Nefesê te çito ye?” (Nefesin nasıl?), Xaltî kuderê te diêşê? (Teyze neren ağrıyor?)” diyen sesiyle, çırpınışıyla…

“Seni kurtaracağız! Geliyoruz!” diyen jandarma erinin sesiyle…

Çünkü hala yaşıyorsak ve umudumuz varsa gelecekten yana, bu hayatta kalbi iyilik ve güzellik için çarpan insanlar olduğu içindir…

Depremde yaşamını yitiren yurttaşlara Tanrı’dan rahmet, yaralılara şifa diliyorum.

Enkaz altında hala kurtarılması mümkün insanlarımız var… “Dayanın canlar… Geliyoruz…”

© Ahval Türkçe

Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Ahval’in yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir


Ahval News

Yorumlar kapatıldı.