İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Özgün Enver Bulut – Kapıdaki güvercin

Korkular, kötülükler kapının önüne ya da arkasına atılır ve güven köprüsüne doğru yol alınır.

Önce Süryani Rahip Aho Sefer Bileçen’in gözaltı haberini okuduk. Sonrasında Şırnak’ta Süryani bir çiftin kayıp haberi geldi. Acılarla dolu bir tarihin bugüne taşıdığı ve zamanla sayıları çok az kalan bu kadim kültür temsilcileri için düşen bu haberler oldukça üzücü. Devinim o kadar çok ki ülkede. Her an yeni bir şeyler oluyor. İçişleri Bakanı Soylu’nun ‘Kadir Efendi’ çıkışı da bunlara eklenince, yönetmenliğini Nihat Durak’ın yaptığı, başrollerini Kadir İnanır ve Vahide Perçin’in oynadığı Kapı filmini anımsadım.

Kapı, 90’lı yılların o karanlık atmosferinde köylerini terk ederek Avrupa’ya giden Süryani bir ailenin, yıllar sonra kayıp oğullarının bir kuyuda bulunan kemiklerinden DNA testiyle kimliğinin doğrulanması için kendilerine gelen bir telefon üzerine, Mardin’e gelme hikâyesi üstüne kurulan bir film.

90’lı yıllar tüm ülkenin üzerinden silindir gibi geçerken, geriye boşaltılmış köyler, yakılan, yıkılan evler, faili meçhuller ve büyük bir enkaz bırakmıştı. Bu filmde o süreci çok net olarak görmek mümkün. Hele anne Vahide Perçin’in oğlunun cesedinin bulunduğu kuyunun başında gözyaşları içinde haykırışı… “Ah oğlum, kurban olduğum, bizi affet” deyişi, hala gözlerimin önündedir. Ailelerin evlerini, barklarını bırakıp gitme nedenleri baskı ve korkudandır. Diğer çocuklarını koruma duygusu ile giderler. Bu insanlar dönmemek üzere gitmiyorlar asında. Evlerini kapatıp, normalleşme sürecine girilince, geri dönmek üzere gidiyorlar. Ancak giderken de çok şey onlarla birlikte gidiyor ve zamanla yok oluyor. Marangozluk, gümüş işçiliği, üzüm bağları, şarap üretimi her şey onlarla birlikte göçüyor.

Kapı’nın anlattığı öykünün özeti bu. Kadir İnanır ailenin torunlara karışmış babasını, Vahide Perçin de eşini oynuyor. Kaybedilen oğluna marangozluğu, kapı işlemeciliğini öğretir baba. Mezopotamya’nın eşsiz figürlerini, kendisinin estetik zevkiyle birleştirerek kapıları yapar. Evinin kapısı da böyle bir kapıdır. Bir yandan oğlunun DNA sonuçlarını beklerken, diğer yandan çevreden gidenlerin evlerinin talanına tanıklık eder ve evinin sökülen kapısının peşine düşer.

Onlar gittiklerinde eski eser kaçakçıları, defineciler sarmıştır her tarafı. Bir talan zihniyeti ile saldırırlar gidenlerin bıraktıkları evlere. Talanla kalmazlar, tahrip ederler, kırıp dökerler. Bir şeyi daha görüyoruz filmde. Güvenliğin had safhada olduğu, her yerde kontrol ve arama noktalarının bulunduğu yerlerden kapı gibi büyük şeyleri bile geçirmektedir bu hırsızlar. Böylece bir yaşamın geri dönmemek üzere izleri silinmekte ve bir kültürün yavaşça belleklerden silinmesi sağlanmaktadır.

Daha önce kapı üstüne bir yazı yazmıştım Gazete Duvar’da. O yazıda kapıyı evdeki huzurun başlangıç yeri ve evin sıcaklığının çıkış yeri olarak düşünmüş, dışarıdaki kötülüklere izin vermeyen bir başlangıç noktası olarak yazmıştım. Kavuşmanın, sarılmanın, vedalaşmanın, samimiyetin ve sıcaklığın ilk durağıdır kapı bana göre. Korkular, kötülükler onun önüne ya da arkasına atılır ve güven köprüsüne doğru yol alınır. Bir tür koruyucu köprü olarak düşünmüştüm ve hâlâ da bu düşüncemi korumaktayım.

Gezdiğim tüm eski, tarihi dokusu olan yerlerde mutlaka bulduğum kapıları fotoğraflamışımdır. Çünkü o kapılara elimi sürdüğümde, evin içindeki anılara da dokunmuş olduğum hissini yakalar ve evin yapısına göre de içini kafamda canlandırırım. Kapı filmini izlediğimde hep bu duygularla doluydum. Fenalık bazı insanlar için sürdürülebilir bir keyfiyetti aynı zamanda. Yok etme üstüne kurdukları bir vandalizmin çok çok ötesindedir içlerini saran kirli duyguları. Çaldıkları kapı değildi sadece. O kapıların açıldığı evlerin hünerini, belleğini, içini kaçırıyorlardı.

Hagop Mıntuziri’nin İstanbul Anıları’nda okumuştum. Ermeniler sürgüne gönderildiklerinde evlerinin kapılarını, kilise kapısını öper gibi öpmüş ve öyle ayrılmışlar köylerinden. Kötülüğün ve çaresizliğin iki yönünü anlarız bu anlatımdan. Kötülük mekâna, mekânın ruhuna saldırır. Çaresizlik mekâna son kez dokundurur. Bütün geçmiş o mekânın kapılarına tanımlanır. Ta ki kapı yıkılana kadar.

Kötülüğün büyüsünü bozan baba, torunuyla anılarını tanımladığı kapısının peşine düşer. Bu aramayla bir tür yol hikâyesine döner film. Belleğini aramaya çıkan bir babanın inadıyla anlatılır o kaçakçılık trafiği. Geçilen güzergâhlar, satılan yerler. Baba sökülen canının peşindedir. “Malla, mülkle işim mi olur benim. Benim yüreğimi sökmüşler” der kapıya satan köylü kurnazı tüccara. Daha sonra koleksiyonerlere mal satan antikacıya seslenir. “O kapının üstündeki su damlası, benim yirmi beş yıldır koklayamadığım oğlumun teridir. O kapının üstündeki hayat ağacının dalı kırık artık. Çünkü benim oğlum öldü. O kapıdaki güvercin yok artık. Biz evimizden, barkımızdan, yurdumuzdan göç ettik.” Her şey ne kadar birbirinin içinde ve benzeşik. Bu sözlere çok söz eklemek mümkün. Hrant Dink’i anımsarız hemen. “Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” Ancak ne kapıdaki güvecin kalmıştır, ne de güvercinlere dokunulmayacağını düşünen o güzel adam.

Süryaniler bu toprakların kadim halklarındandır. Geçmişidir. Kendi ellerimizle kuruttuğumuz bir çiçek bahçesinden kalan son papatyalardır. Kuruyanı yeniden canlandırmak zordur. Film bunu da aktarıyor. Duygu göçünün, bilinç göçünün, kültürel göçün nelere yol açtığını da görüyoruz kuruyan o bahçeden kalan enkazdan. Bir yerden göç başladı mı, önce toprak, sonra ağaçlar ve daha sonra evler kurur. Kapı da düşünce, geriye üstü örtülen bir sır kalır. Kapı, bu anlamda anlatmak istediğini anlatan, duygu dolu bir film. 2019 başlarında sinemalardaydı. Ancak internetteki sinema kanallarından izlenebiliyor ve izlemeyenlere öneririm. Selam olsun Kadir Efendi’ye ve onun büyük oyunculuğuna diyerek de noktalayalım cümleyi.


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.