İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Niyazi Berkes’in Rum karşıtı ‘yön’ü

Niyazi Berkes’in Ekümenik Patrikhane ve Rum karşıtı ‘yön’ü

Kıbrıs doğumlu Niyazi Berkes, 31 yıl önce 18 Aralık 1988’de 80 yaşında hayatını kaybetti. Berkes’in en az öne çıkan yanı 1960’larda Yön dergisindeki Rum karşıtı, Ekümenik Patrikhane’yi gerçekleri tahrif ederek hedef alan yazılarıydı.

Serdar Korucu*

Niyazi Berkes, Türkiye sosyal bilimler tarihinin önemli isimlerinden biri. Berkes, kuramsal toplumbilim üzerine görüş ve düşüncelerini yansıtan çalışmaları ve Türkiye’nin Osmanlı döneminden günümüze değin geçirdiği değişimleri inceleyen araştırmaları ile tanınıyor. Ayrıca kendisi 1940’lı yıllarda kaynatılan “cadı kazanı” sırasında ırkçı-Turancı saldırılara hedef olması, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav ile birlikte Ankara Üniversitesi’nde yürütülen tasfiye sonucunda kürsüsünün elinden alınması ile de anılıyor.

Berkes’in en az konuşulan yanı 1960’ların etkili sol yayını Yön dergisinde yayınlanan Rumlara karşı “açık ara en ayrımcı” yazıları onun yazmış olması. Stanford Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora çalışmalarına devam eden Emre Can Dağlıoğlu’nun İlay Romain Örs’ün derlediği İletişim Yayınları’ndan çıkan “İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri” kitabında yer alan “Türkiye Solunun Azınlık Meselesi” başlıklı makalesinde ifade ettiği gibi kendisi bu konuda Ekim-Aralık 1964 tarihleri arasında beş yazı yazmıştı.

Niyazi Berkes’in ilk yazısına göre Rum Patrikhanesi, Bizans’tan beri siyasete karışma alışkanlığına sahipti. Her ne kadar Osmanlı millet sistemi Ekümenik Patrik’e “millet başı” unvanını vermiş olsa da Berkes bunu gözardı edecek, “papaz politikacılığı”nın Osmanlı’ya da sirayet ettiğini savunacak, bunun da “din ile devlet işlerini birbirinden ayırma geleneği olan Osmanlı’nın çöküşünde önemli bir rol oynadığını” öne sürecekti. Din-devlet sisteminin en büyük zararı Türklere verdiği iddiasında olan Berkes, ikinci yazısında Osmanlı’nın batmakta olan Rum Ortodoks Kilisesi’ni kurtardığını, bunun da sonrasında Yunan milliyetçiliği ve hatta Kıbrıs’ta Makarios’u doğurduğu savındaydı ve bu yazısıyla Patrikhane’yi hedef alıp “koynumuzda beslediklerimizin ihaneti” retoriğini yeniden üretiyordu.

Üçüncü yazısında, Yunanistan ve Kıbrıs ile sınırlı kalmayıp Patrikhane’nin varlığının Osmanlı’ya çok daha ağır bedeller ödettiğini yazan Niyazi Berkes’e göre Balkanlar’daki ayaklanmaların nedeni de Rumlara karşı diğer milletlerin nefretiydi:

“On yedinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla doğru (…) Rumlar Osmanlı idaresinde önemli yerlere geçtiler; Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletleri ile olan diplomasisinin idaresi hemen hemen tamam[ıyla] onların eline geçti. Patrikliğin üstünlüğü yüzünden Balkanlar’da Slav [O]rtodosklar (Sırplar, Bulgarlar), Suriye’de [O]rtodoks Araplar, [O]rtodoks kilisesinin Rum unsurlarının hem dini hem de idari egemenliği altına girdiler. Bu durum onlarda, yavaş yavaş dini olmaktan ziyade ulusal bir tepki yaratmaya başladı.”

Niyazi Berkes’e göre Osmanlı’daki ilk ulusçuluk hareketleri “Rum boyunduruğundaki kavimler arasında” başlamıştı, yani hedef aslında Osmanlı değil, “Rum kilise adamlarına ve zaten ta Bizans zamanından beri Rumlara karşı nefret,” dolayısıyla da Patrikhane’ydi. Berkes’in bu anlatımının tarihsel gerçeğe tam olarak uyduğunu söylemekse zor. Bunu anlamak için Rumlara karşı olduğunu saydığı milletler arasındakilerden sadece biri olan Bulgarların tarihine bakmak bile yeterli. Bulgarlar “uyanış”larının temelini Osmanlı’nın bölgedeki katliamlarında bulmakta. Özellikle “Osmanlı zulmünün simgesi” olarak görülen, Bulgar tarihçilerinin 21 Nisan 1876 tarihinde çoğu kadın ve çocuk en az 5 bin kişinin Sveta Nedelya Kilisesi’nde kılıçtan geçirildiğinin kayıtlara düşüldüğü Batak Katliamı bunların en bilineni.

Patrikhane karşıtı dördüncü yazısında Berkes, en “vurucu” ifadelerini kullanacaktı. Sözü Cumhuriyet dönemine getiren ve Patrikhane’nin bu dönemdeki rolünü irdeleyen Niyazi Berkes’e göre Patrikhane, “iyi niyeti suistimal etme” halini Osmanlı’dan sonra da sürdüren bir “azınlık kurumu” olarak hayatına devam ediyordu. Berkes bunu söylerken, Cumhuriyet döneminin başından beri uygulanan tüm baskılarını bile isteye göz ardı etmekteydi. Daha Lozan’daki barış görüşmelerinde dahi Ekümenik Patrikhane’nin Türkiye sınırlarından çıkarılması Ankara tarafından ısrarla istenmiş, Mustafa Kemal hilafetin kaldırılmasının hemen ardından verdiği demeçte sıranın “Ortodoks, Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerine” de gelmesi gerektiği mesajını vermiş, Osmanlı döneminde karışılmayan “ekümenik” unvanı en azından kağıt üzerinde yok edilmeye çalışılmış, en kesin sonuç olaraksa cemaatinin yüzlerce yıllık topraklarında ortadan kaldırılma süreci büyük ölçüde tamamlanmıştı. Tüm bunların üstüne Ankara, patriklerin seçimlerine de doğrudan müdahale etmiş, istemediği adaylar karşısında tepkisini koyarak seçtirmemişti. Tüm bunları görmeyen, görmemeyi tercih eden Berkes, birçok bilgiyi ısrarla tahrif ederek Kıbrıs’taki gerilimle yeniden tartışmaya açılan konuya sözü getiriyordu: Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılmasına…

Niyazi Berkes, Patrikhane’nin varlığına özü itibariyle karşı olduğunu bu yazısında açıkça ortaya koyuyordu. Ona göre, Türk ulusçuluğunun temelini laiklik oluşturuyorken “Yunan ulusçuluğunun ana dayanağı teokrasi”ydi. Berkes, teokrasinin merkezi olarak gördüğü Patrikhane’ye Türkiye’nin laikleşmesine ayak uyduracak ıslah ve modernleşme zorunluluğu getirilmediğini savunuyordu. Oysa ki Dağlıoğlu’nun da vurguladığı gibi, Lozan görüşmeleri sırasında “Patrikhane’nin mutlak olarak dinsel vazifelerine özgüleneceği koşuluyla” Ekümenik Patrikhane’nin Türkiye’de kalması üzerine sözlü bir uzlaşı sağlanmıştı.

Berkes, beşinci ve son yazısında Patrikhane’nin ötesinde Ortodoksluğu hedef alıyordu. Niyazi Berkes’e göre Ortodoksluk reforme edilmemişti, bu nedenle de Türkiye sistemi için uyumsuzdu. Hıristiyanlık içindeki diğer mezheplerse öyle değildi. Protestanlık “laik devlet düzenine ayak uydurmuş”, Katoliklik ise “dünyevi amaçlara sahip olmamış”tı. Bu yazısında da Berkes, Türkiye’nin “iyi niyetli” olduğunu savunuyor, Patrikhane’ye hiç müdahale etmediğinden, yaptıklarına göz yumduğundan dem vuruyordu ancak ortada bir Türk Ortodoks Patrikhanesi tartışması vardı.

“Ulusal kurtuluş savaşından beri Türk devletini destekleyen diğer bir [O]rtodoks kilisesini [Türk Ortodoks Kilisesi] bu devlet nezaket ve din saygısı göstererek tutmamış; Ortodokslar arasında din ihtilaflarına yol açacak müdahalelerine hiç başvurmamıştır.”

Berkes için Ankara’nın Türk Ortodoks Patrikhanesi’ne tutumu Türkiye’nin ne kadar “tarafsız” olduğunu gösteriyordu. Ankara, Patrikhane’nin egemenlik sahasına rakip olsun diye Türk Ortodoks Patrikhanesi’ni kendi eliyle imal etmeye çalışmıştı. Ekümenik Patrikhane’nin kiliseleri elinden alınmış, bu yaratılan yapıya verilmişti.

Tüm bunlarla birlikte Niyazi Berkes’in yaptığı bir çıkış da, Türkiye’de bugün hâlâ Hıristiyan ve Yahudilerle tartışmalarda ön planda varlığını hissettiren “Türk hoşgörüsü”ydü. Dağlıoğlu’nun da ifade ettiği gibi bu vurgu metne tehditkar bir hava katıyordu:

“(…) Bu makamın [Patrikhane] bulunduğu yer bakımından hukuki statüsü L[ozan] [A]ntlaşması’nda bile belirlenmiş değildir. Türk siyasi hükümranlığı ile uyuşması mümkün olmayan bir şey, yani bir kilisenin siyasi statüsünü bağımsız bir devlet topraklarında uluslararası garanti altına koymak kaydı bu antlaşmaya girmemiştir. Bu patrikliğin İstanbul’daki varlığını yegane garanti eden şey, geleneksel Türk din toleransçılığıdır. Patrik bu toleransın bir misafiridir.”

Berkes bu noktadan sonra çözüm önerisini masaya taşıyordu. Patrikhane’nin varlığında Kıbrıs ile bir mütekabiliyet yaratıyor, Ada’daki Türk varlığının uluslararası garanti edilmesi koşuluna bağlıyordu. Bunun olmaması durumundaysa çözüm tekti, Patrikhane’nin ortadan kaldırılması için harekete geçmek. Bir başka çağrısıysa Rum toplumundaydı. Niyazi Berkes’e göre Patrikhane’nin durumu onlar için de sorunlu olmalıydı, Rum toplumunun örgütlenmesi cemaate bırakılmalıydı:

“Türkiye için en tabii olan şey, [O]rtodoks cemaatini laik devletin kanunlarına uyacak şekilde ve sadece [M]üslümanlara şamil olması şart olmayan diyanet işleri mevzuatı çerçevesi içinde, küçük kiliselerini teşkilatlandırmaya, içinde bulunduğu devletle hukuki ve idari münasebet haline gelmeye çağırmak olmalıdır.”

Niyazi Berkes için atılması gereken bir başka adımsa, kendi ifadesine göre “aslı olmayan”, aslındaysa yüzlerce yıllık geleneği bulunan metropolitliklerin, unvanların ve sembollerin ortadan kaldırılmasıydı. Yani “bu sırmaları ve kartalları, halifenin hırkası gibi, İstanbul müzesinin Bizans dairesinin camekanlarına koymak”tı.

Berkes bu yazı silsilesini sözü Demokrat Parti’ye (DP) bağlayarak tamamlayacaktı:

“Bu devlet [Türkiye] ne zaman ulusal duygulardan yoksun adamların eline düşmüşse bu [O]rtodoks enternasyonal bedava zaferler kazanıyor; ona, başka zamanlarda elde edemediği müttefikler destekler sağlıyor. Piskopos diktası altındaki Yunan ulusçuluğu, (…) Türkiye’deki meşhur demokrasi rejiminin Türk bağımsızlığına, Türk laikliğine, Türk ulusal bütünlüğüne ihanet ettiği, memleketin işlerine Amerikan Rumlarına [Patrik Athenagoras] varıncaya kadar birçok yabancıları, soktuğu zamanların yadigarıdır.”

Emre Can Dağlıoğlu’nun vurguladığı gibi Niyazi Berkes’in kurduğu bu tarihsel denklem, DP devrinin anti-emperyalist/anti-Amerikancılık çerçevesinde milliyetçi ve vülgarize bir eleştirisi niteliğinde kalacak, bu yazılar özenle kendisiyle ilgili yazılan, konuşulan, anılanların dışında tutulacaktı. Fakat Berkes’in Ekümenik Patrikhane karşıtı çıkış tezleri onlarca yıl daha varlığını sürdürecek, sürdürmeye de devam edecekti.

*Gazeteci

* Forum kategorimiz çok çeşitli türde içeriğe açıktır. Gazete Duvar’ın editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.