İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

55 yıllık bir öksüzlük hikâyesi: Büyükada Rum Yetimhanesi

100 yılı aşkın bir süredir İstanbul hafızasını muhafaza eden Büyükada Rum Yetimhanesi, 1964 yılında apar topar boşatılarak kimsesizliğe terk edildi.

Avrupa’nın en büyük, dünyanın ikinci büyük ahşap binası geçen zaman içinde viran hale geldi.

Yetimlerin yuvası olan Büyükada Rum Yetimhanesi, 55 yıldır öksüz bırakıldı.

1897 yılında Şark Ekspresini işleten Fransız firma tarafından dönemin en ünlü mimarlarından Alexandre Vallaury’e yaptırılan ahşap bina, casino-otel olarak tasarlansa da Osmanlı Devleti’nden ruhsat alamadı ve 1903 yılına kadar işlevsiz kaldı.

1894’teki İstanbul depreminde yetimhanesi hasar alan Rum tebaa yeni bir bina arayışı içindeyken Patrik III. İoakim yetimhane için en uygun adresin Büyükada’daki Hristos Manastırı’nın yakınındaki boş otel binasının olduğunu söyledi ve tarihe adı ‘yetimlerin annesi’ olarak geçecek olan Eleni Zarifis’in kapısını çaldı.

Otelin satın alınması ve tadilatının tamamlanmasının ardından 21 Mayıs 1903 yılında II. Abdülhamid’in de katılımıyla yeni yetimhane açıldı.

1915 gelindiğinde I. Dünya Savaşı koşullarında İttihat ve Terakki hükümeti yetimhaneye el koydu.

Önce Kuleli Askeri Okulu öğrencilerinin yerleştirildiği yetimhaneye, daha sonra Türkiye’nin savaş müttefiki Alman askerleri yerleştirildi.

En sonunda ise işgal kuvvetleri tarafından yollanan Rus göçmenler kısa bir süre için binayı kullandı.

Bu süreçte bina bakımsız kalırken, savaş şartları Rus göçmenlere ısınabilmek için yetimhanenin döşemelerini söküp, sobada yaktırmaya kadar vardırdı.

Savaş sonrası yetimhaneye geri dönen çocuklar için durum hiç iç açıcı değildi.

Tahribat büyüktü, ancak ne Rum tebaanın ne de sarayın tadilat için gerekli imkanı sağlayacak maddi gücü vardı.

Mecburen bina bu haliyle kullanılmaya başlandı, ta ki 1964’e kadar.

Kıbrıs’ta yaşananlar İstanbul’da Rumların sınır dışı edilmesi, banka hesaplarına, mülklerine el konmasına neden olurken, yetimhanenin de sonu oldu.

Aynı yılın 20 Nisan’ın da gelen talimatnameyle yetimhanenin boşaltılması talep edildi.

Resmi kayıtlara göre 5 bin 744 çocuğun evi olan yetimhanenin kapısına bir daha geri dönülmemek üzere mühür vuruldu.

Tam 12 yıl sonra 19 Ağustos 1977’de yetimhanenin kapatılma kararı açıklandı.

Bu süreçte tapusu vakıflara geçen yetimhane için 46 yıl sonra 2010’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, tapunun İstanbul Rum Patrikhanesi’ne iade edilmesi için karar verdi.

Yarım asrı aşkın süredir üzerine bir çivi bile çakılmayan yetimhane bugün metruk halde.

Vallaury’nin kalem kalem çizdiği bu ahşap bina bir kış daha geçirir mi meçhul.

Ancak aciliyetle tarihi binanın izlerinin kaybolmadan korunmaya ihtiyacı var.

“Bazı şeyler unutuluyor, bazı şeyler unutulamıyor”

Yetimhanenin son tanıkları arasında yer alan Vitlen Magoulas, 1945-1951 seneleri arasında yetimhanede kaldı.

Yunan tebaalı olan babası 1943 yılında Yunanistan’ın Almanya ile savaşa girmesi sonucunda askere çağrıldı.

Aileye bakan dedesinin işleri, Varlık Vergisi nedeniyle bozulunca, çalışmak zorunda kalan Vitlen Magoulas’ın annesi iki kızını yetimhaneye verdi.

O süreci “Annem çalışmak zorundaydı” diye anlatan Magoulas, “İki tane küçük çocuktuk. Bakacak kimsesi yoktu annemin. Hayatında hiç çalışmamış. İşe gitmek zorunda kaldı. Bizi de yetimhaneye koydu” dedi.

O zaman yetimhanenin şartlarının iyi olduğunu söyleyen Magoulas, orada geçen günlerini anlattı:

500 tane çocuk vardı. Hepimiz kardeş gibiydik, çok iyi bakıyorlardı. Hocalarımız da çok iyiydi. Etüt vardı, akşamları 2 saat ders çalışıyorduk.

O zaman daha kalabalıktık. Cemiyetlerimiz bize yardım ediyordu. Her gün ikindide baklava pasta yerdik. Hep bir yerlerden gelirdi.

Haftada iki gün doktor kontrolümüz vardı. Doktorumuzun yanağında bir ben vardı, adı Bay Spiro’ydu. Balık yağı içirirlerdi bize zorla (gülüyor).

Birbirimizi sevmeyi, birbirimizi saymayı orada öğrendik.

Düşünün 81’e girdim ben, bazı şeyler unutuluyor, bazı şeyler de unutulmuyor.

Yetimhanede geçen günlerini bu sözlerle anlatıyor Madam Mogoulas.

Hatırasında kalan acı bir olayı ise şöyle dile getiriyor:

Bir bekçimiz vardı. Dimitri Bey, kapıda dururdu. Rus Ortodokstu kendisi. O zaman artık 6. Sınıfa gidiyorduk. Yetimhanede ortaokul olmadığı için aşağıya iniyorduk. 5-6 çocuktuk.

Bir sabah okula inmek için çıktı, ama Bay Dimitri bize kapıyı açmadı. Her sabah kapıyı o açardı. Biz de uyuyor sandık. Çok yaşlıydı, rahatsız etmeyelim dedik. Kendimiz açtık büyük kapıyı, okula gittik.

Dönüşte gördük ki polis kaynıyor. Adamı öldürmüşler. Yetimhanenin aşağısında tarlalar vardı, oradaki işçiler gelip konuşurmuş Bay Dimitri’yle.

O da anlatırmış ihtiyar, Rusya’da çok zengindik, altınlarımız vardı diye. Bunlar da altını var diye öldürdüler adamı.

Adamın kafasını sobaya sokmuşlar, altınları bize ver diyerek. Sonra tabi yakaladılar onları. O da çenesinden çekmiş zavallı.

Magoulas hatıralarıyla dolu yetimhanenin şimdiki durumunu “O bina yıkılıyor şimdi, çok üzülüyorum” diye anlatıyor.

“Çocuklarımla çok güzel günler yaşadım”

1955-1961 yılları arasında Büyükada Rum Yetimhanesi’nde öğretmenlik yapan Yannis Kalamaris Fener Lisesi’nden mezun olduktan sonra ilk deneyimini burada yaşadı.

Yüzlerce çocuğu mezun eden Kalamaris “Onların sırtından yetim kelimesini attık” diyor.

Kalamaris, yanında getirdiği çantasının içinden çıkardığı dosyalar ve fotoğraflarla yetimhanedeki günlerini anlattı:

1955’te 196 tane öğrencim, 1956’da 192, 1957’de 181, 1958’de 181, 1959-61 yılları arasında 157 öğrencim vardı. 1903 ile 1956 yılları arasında 5 bin 748 çocuk yetişti.

Yetimhanenin mutfak kısmı Fransa’dan gelmişti. Kuzu çevirme makinesi vardı. 3 tane kuzu çeviriyordu. Piştiği zamanda hop duruyordu.

O zaman çocuklar için ekonomik durumu iyi olan insanlarımız kuzu gönderiyordu.

1964 yılında boşaltılan yetimhane için eski bir gazeteleri çıkartan Kalamaris, haberleri başlığını okurken duygulandı:

Burası yetimhane değil, ülkeye adam yetiştiren okul. Çocuk cıvıltıları içinde verdik, yaşanmayacak şekilde aldık.

“Tertemizdi yetimhanemiz” diye anlatan Kalamaris, çocuklarından da övgüyle bahsediyor:

Kızlarımız yatakları toplardı. Yardımcılar vardı, ama kızlarımız da yapardı. Bir gün basket sahası yapıyoruz. Futbol sahamız vardı, ancak basket sahamız yoktu.

Bir öğrencim var. Elleriyle toprak taşıyor. Sonra bana diyor ki, ‘Öğretmenim ben de toprak taşıyorum. Ben de oynayacak mıyım?’, ‘Tabi ki oynayacaksın’ dedim.

Adalıların hafta sonları yetimhaneye çocukları eğlendirmeye çıktığından bahseden Kalamaris, “Bunların arasında Lefter Küçükandonyanis, Kasapoğlu da vardı. Adanın futbol takımı da gelirdi” dedi.

Kalamaris 1958 yılında yetimhanenin revirinin Kiryakos Pamukoğlu tarafından okula çevrildiğini söyledi:

Çocuklarımıza evden çıkıp okula gitme havası verelim diye yapıldı.

Çocuklar çok heyecanlanıyordu: ‘Öğretmenim ben çantamı aldım, okula gidiyorum.’

Bekçi Erol Baytaş, 50 yıllık ömrünü Büyükada Rum Yetimhanesi’nde geçirdi.

Tarihi binanın bahçesindeki kulübede doğdu, boş yetimhanenin içinde saklambaç oynayarak çocukluğunu geçirdi.

1985’te babasının vefat etmesiyle görevi devralan Erol Baytaş, 30 yılı aşkın süre boyunca yetimhaneyi korudu.

Baytaş ailesi ilk olarak 1965’te yani kapandıktan 1 yıl sonra yetimhaneye geldi.

1966’da doğan Baytaş, 18 yaşından beri koruduğu yetimhaneden bu senenin ekim ayında ayrıldı.

Ancak çok uzağa gidemedi. Emekliliğini yetimhaneye komşu olan Hristos Manastırı’nda geçiriyor.

Baytaş yetimhanedeki yıllarını “Ben buraya gönül verdim” diyerek anlatıyor:

Bu bir ev, benim evim. Evim olduğu için burayı koruyabildim. Burada kalmak istedim.

“Evimi ne hale getirdiler!”

Yüzlerce insanın sürekli kapısını çaldığı söyleyen Baytaş, en son İzmir’den gelen bir misafiri ağırladığını anlattı:

Hava hafif çiseliyor. Kapıya biri geldi. ‘Buraya girmek istiyorum’ dedi.

‘Giremezsiniz, özel mülk ve tehlike arz ediyor’ dedim.

‘Ben burada okudum’ deyince ‘tabi ki girersiniz’ dedim.

Yetimhaneyi gezdi ve bana dedi ki, ‘Evimi ne hale getirdiler.’

Her zaman bir ümit vardı. Ben çocukken bile binayı kurtaracaklar, belki yeniden canlanacak hayata geçecek, ama hiçbir zaman olmadı.

Erol Baytaş, bu büyük ahşap bina için umutlarını yitirmiş durumda.

Europa Nostra’nın girişimlerini son çare olarak görüyor.

Binanın, kapısına yıllarca kilit vurulduğuna dikkat çeken Baytaş, çocukken karşılaştığı bir anı şöyle anlatıyor:

Zabıtalar geldi bir gün. Babam evde değildi. Binanın çok fazla kapısı vardı, bir baktım her kapıyı mühürlüyorlar.

‘Neden mühürlüyorsunuz?’ diye sorunca ‘Sen karışma’ dediler. Zaten binayı kapatmışsınız, bahçeye giriş yok.

O zaman anlam verememiştim. Demek ki binayı çürütmek içinmiş.

Binada ilk çökmelerin çatıda başladığını dile getiren Baytaş, “Kiremitler zamanla kayıyor, bakım olmayınca. Oradan damlamalar başlamıştı. O dönem patrikhaneye bildirdim. Ancak ‘Maalesef hiçbir şey yapamayız. Çivi bile çakmamıza müsaade etmiyorlar’ dediler. Sonra da yavaş yavaş, son dönemlerde de hızlanarak çatıda çökmeler başladı. Artık su alt katlara kadar iniyor” diye anlatıyor.

Baytaş, “İnsanlar burayı görmeden masa başında kararlar aldı. Bina böyle çürüdü. Bu bir milli servetti, kültürdü. Maalesef bunu göz göre göre hep birlikte yok ettik” diye sitem ediyor.

“Bu yapıyı geleneksel teknolojilerle yapamazsınız”

Uzun yıllardır yetimhaneyle ilgilenen Mimar Korhan Gümüş, binanın korunması için çeşitli girişimlerde bulundu.

İlk olarak 90’lı yıllarda tarihi yapıyla tanışan Gümüş, yetimhaneyi ilk gördüğü anı “O saatlerde henüz basit bir onarımla kurtarılabilecek haldeydi. Çatısı tamir edilebilirdi, cephesinde henüz büyük tahribatlar olmamıştı” diye anlattı.

Ahşap yapıların sürekli bakıma muhtaç olduğuna dikkat çeken Gümüş, binanın yıllara meydan okuyan dayanıklılığından bahsetti:

Bu yapının özelliği geleneksel bir ahşap yapı olmaması. Eğer geleneksel bir ahşap yapı olsaydı bu kadar dayanamazdı.

Aslında bir mühendislik hizmeti alarak, mimari projesi yapılarak içindeki tıpkı çelik ya da betonarme yapıda olduğu gibi sağlam bir taşıyıcı sistemi kurulmuş bir yapı.

Bunu geleneksel teknolojilerle yapamazsınız.

Gümüş, Türkiye’deki koruma metotlarının da sıkıntılı olduğunu söyleyerek, “Dünyada hiçbir örneği olmayan koruma metoduyla yaklaşıyoruz. Bir kere yukarıdan insanları kontrol etmeye dayanan buna karşılık da öznelerin yani onarımları yapacak olan sahiplerinin haklarını gözetmeyen nesneleştirici bir koruma anlayışı var Türkiye’de. Devlet sizin adınıza size yükümlülük getiriyor. Halbuki teşvik etmesi lazım. Böyle bir örnek için mutlaka bir kamu desteğinin olması lazım” diye anlattı.

“Bu haliyle bile geleceğe taşınması ilginç bir mimarlık örneği”

Tarihi yetimhanenin salonunun Büyükada için önem arz ettiğine vurgu yapan Gümüş, binanın bu haliyle de korunabileceği düşüncesinde:

Büyükada’da çok ihtiyaç var bu salona; konferanslar, konserler düzenlenebilir.

Ayrıca burası için patrikhanenin bir çevre enstitüsü kurma ve diyalog merkezi kurma önerisi var. Böyle bir öneri aslında sadece İstanbul’a değil, Türkiye’ye çok şey kazandırabilir.

Böyle bir işleve için yapı hemen yüksek teknoloji yangın önlemleri alarak, sağlamlaştırma önlemleri alınarak, dokusunu, belge özelliklerini yok etmeden konserve ederek kullanıma açılabilir.

Dünyada birçok örneği var. Yapıyı yıkarak sökerek yapmak şart değil. Bu haliyle bile geleceğe taşınması ilginç bir mimarlık örneği olabilir.

Europa Nostra Tehlike Altındaki Eserler listesine girme sürecini anlatan Gümüş, “Sivil bir girişim bir araya geldi 2015 yılında ve uluslararası bir başvurunun faydalı olacağını düşündü. 2018 yılında Avrupa Miras Yılı ilan edildi ve 2017 yılında başvuru yapıldı ki bu konuda en saygın en tanınmış uluslararası örgütlerden birinin desteği alınabilsin diye. 85 adaydan ilk 12’ye girdi önce. Sonra da ilk 7’ye girdi” dedi.

Yetimhanenin çatısında oluşan delikler her geçen gün başka büyük tahribatlara yol açıyor.

Yağmurun yağmadığı günler yetimhanenin şanslı olduğu günler olarak sayılıyor. Acilen yapının çatısının kapanması gerekiyor.

Gümüş, bunun 20 yıl önce gündeme geldiğini dile getirdi:


Independent Turkce

Yorumlar kapatıldı.