İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kütahya’da adım adım Gomidas Vartabed’in izinde

Ermenistan’da yaşayan Sofya Kalantaryan Gomidas Vartabed’in 150. doğum yıldönümünde ünlü müzikologun doğduğu kent Kütahya’yı gezmek ister. Çok iyi bilmediği bu coğrafyada ona Besse Kabak yardımcı olmaya karar verir. İki kadın birlikte Kütahya’ya doğru yola çıkarlar. Ve olaylar gelişir.

‘Kütahya’da iki deli kadın..’ Kendimizi böyle tanımlamaktan hiç çekinmiyoruz. Zira doğumunun 150. yıldönümünde Gomidas’ı hayata gözlerini açtığı Kütahya’da anmak, ‘Gomidas’ın evi’ olarak aktarılan fotoğraflardaki mekanı bulmak gibi ulvi sayılabilecek nedenlerle gelmiş olsak da elimizde ne bu mekanların adresine dair bir bilgi ne de Kütahya’da danışabileceğimiz bir dost bulunmaktaydı. 
Kütahya’daki ilk günümüzde, bizi Dumlupınar Üniversitesi’ne götürmekte olan taksi şoförü Murat beyin kendi aramızda başka bir dilde konuştuğumuzu fark ederek “Kütahya’ya nereden geldiniz?” diye sormasıyla birlikte tesadüfler sarmalımız da oluşmaya başlamıştı 
Taksi şoförüne “Misafirimiz Ermenistan’dan geldi, ben de İstanbul’da yaşayan Türkiyeli bir Ermeniyim. Bu güzel şehre, 150 yıl önce burada doğmuş olan büyük Ermeni müzisyeni Gomidas’ın izlerini sürmeye geldik” dedim.  
Dünya çapında isim yapmış bir müzisyenin Kütahya doğumlu olmasına şaşıran şoför arkadaşımızın yakınlarda kaplıcalar olduğu söylemesi ise Digin Sofya’nın heyecanlanmasına neden olmuştu. 
Sofya’nın “Biliyor musun Gomidas 1912’de Kütahya’ya geldiğinde arkadaşı Panos Terlemezyan’la birlikte buradaki kaplıcaya gitmiş. Hatta Terlemezyan, Gomidas’ı ağacın altında otururken resmettiği o tabloyu kaplıcada çizmiş” demesiyle birlikte üniversiteden sonraki durağımızın kaplıca olmasına karar veriyoruz. 

İlk durak Dumlupınar Üniversitesi
Dumlupınar Üniversitesi’nin binaları arasında Güzel Sanatlar kampusunu bularak binaya giriyoruz.  Koridorlarında öğrencilerin emeğini yansıtan sanat eserleri karşılıyor bizleri. Akhtamar Adasındaki Surp Haç kilisesinin maketini gördüğümüzde sanatın insanları birleştirmedeki etkin gücünü bir kez daha hissedebiliyoruz. Esasında biz de bu mantık çerçevesinde düşünerek Kütahya’daki ilk durağımızın Dumlupınar Üniversitesi olması gerektiğine karar vermiştik.
İlk olarak görüştüğümüz dekanlık sekreterine Kütahya’ya geliş nedenimizi anlatıyoruz. Sekreter hanımın bizi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Levent Mercin hoca ile tanıştırması, odasındaki samimi sohbetimiz sonrasında dekan Levent hocanın da bizi müzik hocalarıyla tanıştırmasıyla birlikte Gomidas’ın ruhuna yakışır bir atmosfer oluşmaya başlamıştı. Hocalarla birlikte kısa ve uzun vadede yapılabilecek programlar üzerinde daha detaylı konuşabilmemiz için ders saatlerinin bitmesini beklememiz gerekince Digin Sofya’yla birlikte kaplıcaya gitmeye karar veriyoruz.
Aynı güzergâhta iki farklı kaplıca bulunması, Gomidas’ın hangi kaplıcaya gitmiş olabileceğine dair ikilemde kalmamıza neden olsa da, sonunda “Gomidasın kaplıcası’ olarak adlandırdığımız yerin Yoncalı kaplıcası olacağına kanaat getirerek yola koyuluyoruz.

Gomidas Kütahya kaplıcasında
Gomidas Kütahya kaplıcasında

Tekrar Dumlupınar, tekrar Kaplıca
Kaplıca gezisi sonrasında üniversitedeki öğretim görevinin yanı sıra aynı zamanda ses sanatçısı da olan Handan hanım ve eğitimci kimliği dışında saz sanatçısı ve koro şefliği yapan Yusuf Ziya beyle yaptığımız görüşmede “Müziğe gönül veren insanlar olarak yarın uygun bir mekânda bir araya gelip Gomidas’ı şarkılarla, türkülerle analım” teklifinde bulunuyorum.  Yusuf beyin bir sonraki gün şehir dışına çıkması gerektiğinden böylesi bir anma programının yapmanın mümkün olmayacağı anlaşılsa da uzun vadede birlikte bir etkinliğin yapılabileceğine kanaat getiriyoruz.  
Gomidas Vartabed vesilesiyle tanışmış olduğumuz eğitimci dostlarımızla yaptığımız sohbet sırasında söz dönüp dolaşıp bizim Gomidas Vartabed’in ayak izlerini takip etme kararımız doğrultusunda kaplıcalara gitmemize geliyor. Yusuf bey “Halk arasında Yoncalı için şifalık, Ilıca kaplıcası için de sefalık denir. Siz hangisine gittiniz?” diye sorunca, ben de “Kütahya’daki Ermenilerin yerleşim alanına daha yakın konumda olması nedeniyle Gomidas Vartabed’in Yoncalı kaplıcasına gitmeyi tercih edeceğini düşünerek, Yoncalı’ya gitmeye karar verdik” diyorum. Ama Digin Sofya’nın  internetten Panos Telemezyan’ın çizdiği resmi göstermesi üzerine yanlış kaplıcaya gittiğimiz anlaşılıyor. 
Üzüntümüzü gören Yusuf Bey bizleri  kaplıcaya götürmeyi teklif edince bir kez daha kaplıcaya gitmek üzere yola koyuluyoruz.  
Ilıca kaplıcasına vardığımızda mesire alanlarında kurulan çadırların yerini betonarme binaların aldığını görüyoruz. Bölgede bulunan esnaflardan bir arkadaşın Ilıca kaplıcasının eski fotoğraflarını göstermesi sayesinde kitapta aktarılan eski yaşama dair tabloyu daha iyi algılayabiliyoruz. Köylerden getirilen organik ürünlerden tattıktan sonra, Ilıcanın hala varlığını devam ettirebilen en eski tesise giderek, bir zamanlar Gomidas Vartabed’in de içmiş olduğu kaplıcanın şifalı sularından içerek, şişelerimizi o sularla dolduruyoruz. 

Kalbim o yıkık evler gibi
Sabahın erken saatinde uyanmasına rağmen hiç ses çıkarmadan benim uyanmamı bekleyen Digin Sofya gözlerimi açtığımı görür görmez “Dznuntıt Şınorhavor” (Doğum günün kutlu olsun) diyerek telefonuna kaydettiği Gomidas Vartabed’in kendi sesiyle okuduğu Anduni (Evsiz] şarkısını çalmaya başlıyor “Kalbim o yıkık evler gibi / Mertekler kırılmış, sütunları yerinden oynamış…”.  
Şarkıyı dinlerken 1898’de Adapazarı‘nda doğan Hrant Hrahan’ın anılarını hatırlıyorum. Kısa bir bölüm paylaşayım izninizle:
“Adapazarı’nda yaşamakta olan 20 bin Ermeni sabırsızlıkla onun gelmesini bekliyorduk. 1913 yılının bir bahar gününde gelmişti şehrimize. İlk olarak bizim okulumuzu ziyaret etti.
Bizler, hakkında anlatımların efsaneye dönüştüğü bu müzik bilimcisini selamlayabilmek için sabırsızlıkla beklerken, içeriye bir grup şık öğretmen arasında, yarı din adamı yarı sivil giyimli, bildiğin sıradan normal biri girdi. Hayal kırıklığına uğrayan öğrenciler olarak şaşkınlık içinde birbirimize ‘Bu muydu o Gomidas?’ diye soruyoruz.
En nihayetinde konuşmaya başladı. ‘Yavrularım, sizler asırlardır sahip olduğu kültürden hazineler elde edebilmiş bir milletin evlatlarısınız. Ben buraya özellikle bu değerleri sizlere tanıtmaya, mümkün olursa burada bir de koro kurmak amacıyla geldim. Sizin bölgenizin şarkılarını öğrenmek için birkaç hafta yanınızda kalacağım. 
Şimdi sizler için keyif ve mutluluk duyarak okuyacağım bir şarkı seslendirmek istiyorum diyerek’ Gançir grung şarkısını okumaya başladı. Henüz çocuk olmamıza rağmen onun sesi ve yorumundaki sanatsal değeri algılayabilmiştik. Şarkısını bitirdiğinde tüm sınıf başını eğmiş üzüntü içine ağlamaktaydı. Alkışlamayı dahi unutmuştu. Kendisi de üzüntülüydü. ‘Bir tane daha okuayayım mı?’ diye sordu tebessümle. Biz çılgınca alkışlıyorduk. 
Anduni’yi okumaya başladı. Gomidas’ın tüm kalbini, ruhunu ve duygularını kattığı bu şarkıya hangi insan evladının kalbi dayanabilirdi ki? Şarkının ağıtsal sözleri ve müziği onun dramatik güzel bariton ses tınısıyla güçlü titreyen vurgularla bizim körpe ruhlarımızı henüz bilmediği öyle derin yaşanmışlıklara itiyordu ki!
Hem coşkulu hem de üzgündük. Sevinçliydik fakat aynı zamanda ağlamaktaydık. O düpedüz bizim dünyamızı dalgalandırıp altüst etmişti.”

Günümüzde Ilıca mesire alanı
Günümüzde Ilıca mesire alanı

Çocukken başlayan hayranlık
Tıpkı Hrant gibi ben ve Digin Sofya da henüz çocukluk yaşlarda Gomidas’a hayran kalmıştık. Digin Sofya’nın hayranlığı okul korosunda ilk kez dinlediği ‘Alakyaz’ şarkısının değişken melodisiyle başlamıştı. Benim Gomidasla tanışmam ise daha on yaşındayken katılmış olduğum Sahakyan Korosu’nda olsa da asıl hayranlığım, on üç yaşımdayken gitmiş olduğum konserde Alis Manukyan’ın okuduğu ‘Grung’ şarkısını dinlememle başlamıştı.

Doğum gününde Ermeni mahallesinde
Gomidas’ın doğum günü olması nedeniyle kalbimizde hüzün ve mutluluğun harmanlandığı böylesi anlamlı bir günün programını, üniversitedeki görüşmeler sonrasında Ermenilerin yaşamış olduğu mahallerini dolaşmak, Gomidas’ın doğduğu evi bulmak, onun ve ailesinin ilahiler okuduğu kiliseye gidip onun ruhu için dua edip ilahi okumak olarak belirliyoruz.  
Kütahya kalesini gezdikten sonra bizi Ermeni mahallelerine giden merkeze bırakan Yusuf Beyle vedalaşıp ilk etapta bir zamanlar Surp Asdvadzadzin Kilisesi’nin bulunduğu alana doğru yöneliyoruz. Bir dönem elektrik idaresi olarak kullanılan kilise 90’lı yıllarda yıkılarak yerine postane lojmanları inşa edilmiş olsa da yine de orayı ziyaret etmek istiyoruz.
Ancak oraya vardığımızda karşımızda kilisenin taşlarıyla yapılan lojmanın da yıkılıp yerine yeni bir inşaatın başlandığını görerek üzülüyoruz.
Arşag Alboyacıyan’ın Kütahya’ya dair farklı kitaplarda yer alan bilgileri derlediği ‘Huşamadyan Gudinahayeru’ (Kütahyalı Ermenilerin Hatırası) adlı kitabında, Ermenilerin 13. yüzyılın ortalarında Kütahya’ya yerleştiği yazmakta. El yazması kitaplarda yer alan bilgiye göre Kütahya’daki ilk Ermeni kilisesinin 1391 yıllarında inşa edildiğini aktarır.
Yazılı kaynaklardan Kütahya’da, birbirine yakın tarihlerde inşa edilmiş olan S. Asdvadzadzin, S. Sarkis ve Surp Teotoros/Toros adında üç Ermeni kilisesi olduğu öğrenilmekte. Kiliseler sel ve yangınlar sonrasında defalarca yıkılmış olsa da halk her seferinde el ele verip kiliselerini inşa edebilmişti. Şimdiyse yıktırılan kiliseyi yaptırmak bir yana o kilisenin yıktırılmasına ağlamak için dahi şehirde tek bir Ermeni kalmamıştı.

Müzede Ermenilerden kalma bir mezar taşı
Müzede Ermenilerden kalma bir mezar taşı

İlk hayal kırıklığı 
İlk hayal kırıklığımızı sırtımıza yüklenip, bu kez de bir zamanlar sinema, ardından da düğün salonu olarak kullanılan Surp Toros kilisesine gitmek için yola koyuluyoruz.  Arşag Alboyacıyan, kitabında Surp Toros kilisesinin Sultan Murad zamanında inşa edilmiş olabileceğini belirtmekte. Kilise 1603 yılındaki Celali isyanları döneminde yakılsa da kısa süre içerisinde tekrardan inşa ettirilmiş. Kilisenin, üzerinde Aziz Toros’un atının nal izi olduğuna inanılan kaya dışında kayda geçen başka bir özelliği bulunmadığını yazan Alboyacıyan “Türk kadınlar bu taşın üzerine oturup, iyileşmek için din görevlilerine kutsal kitap okuturlardı” diye not düşmüş.  
“Eski sinemanın bulunduğu sokağı biliyor musunuz?” sorusu üzerine gösterilen yokuştan yukarı çıktığımızda kendimizi doğrudan kiliseyi çevreleyen duvarın önünde buluyoruz.
Ancak düğün salonu olarak kullanılmasından sonra kapılarını tamamen kapatmış olan Surp Toros Kilisesi’nin dış kapısına asılan ‘Binaya Yaklaşmak Tehlikeli Ve Yasaktır’ levhası umudumuzun bir kez daha kırılmasına neden oluyor. Arabadan inen insanlara yaklaşıp “Düğün salonunun sahibine ulaşmamız mümkün mü? Burası eski bir kilise dua etmek istiyoruz” diye soruyorum.  İsminin Süleyman olduğunu öğrendiğim bir kişinin “Oranın anahtarı bendeydi. Bir gece içine girip kazı yapılınca sahibine teslim etim” sözleri ilk etapta umudumuzu yeşertse de telefonla ulaştığı ‘mülk’ sahibi içeri girmemize izin vermeyeceğini bildiriyor.

Sofia Kalantaryan Kütahya sokaklarında
Sofia Kalantaryan Kütahya sokaklarında

Gomidas’ın evini arayış
Biz de “Aslolan niyet etmek olduğuna göre, kilisenin kapısının önünde dua edelim” diye karar alıyoruz. Beraberimizde getirdiğimiz günlük ve mumlarımızı yakarak kilisenin dış kapısının önünde bulunan merdivende ilahimizi okuyup duamızı ediyoruz. Gelen geçenin meraklı bakışları altında okunan dualar sonrasında tüm bu süre zarfında yanımızda olan Süleyman beye telefonuma kaydettiğim Gomidas Vartabed’in evi olduğuna inanılan binanın fotoğrafını gösterip “Bu civarda buna benzer bir ev var mı? Yakınlarında bir de çamaşırhane olmalı” diyorum.
“Gösterdiğiniz fotoğraftaki evi bilmiyorum. Ama ona benzeyen bir iki ev var. İsterseniz beraber gidip bakalım. Bahsettiğiniz çamaşırhane de bu yakınlarda bulunan çamaşırhaneyse o yıkıldı” demesi üzerine içimi bir hüzün sarıyor.
“O (Soğomon/Gomidas] genelde akşamları halkın kullandığı çamaşırhanelere gider, çoğu zaman oranın taşları üzerinde uyuyakalırdı. İnsanlar gece yarısı onu kucaklarına alıp evine götürürdü ”
Sınıf arkadaşı tarafından aktarılmış olan bu anıyı okuduğum zaman küçük Soğomon’un ruhunda hissettiği yetimlik acısını yüreğimin en derinlerinde hissetmiştim. Onun uyuduğu taşlara dokunmam, onun başı yerine o taşları okşamam artık mümkün olmayacaktı.
Süleyman beyle birlikte kimi yıkık kimi birbirinden muhteşem görünüşlere sahip evlerin bulunduğu sokaklarda dolaşmaya başlıyoruz.  Terk edilmiş evlerin kapılarına vurulmuş kilitli zincirlere bakıp “Bir zamanlar çatısı altında insanların yaşamlarını sürdüğü bu güzel evler bir kez daha terk edilmişliğe mahkum olmuş” diye üzülüyorum.
1915 yılındaki kasırganın Kütahya Ermenilerini teğet geçmesini sağlayan Mutasarrıf Faik Ali Bey geliyor aklıma. Hayatını kurtardığı binlerce Ermeni gibi ben de onu rahmetle anıyorum.
Sokaklarda dolaşırken birbirimizle yaptığımız duygu paylaşımlarından benim gibi Digin Sofya’nın da yüreğinde tuhaf bir şekilde, tarif edilemez bir huzurun hüküm sürmekte olduğunu anlıyoruz. Hatta Digin Sofya benden bir kademe üst boyuta geçmiş surumda. Öyle ki yanından geçen insanlarla arasında görünmez bir bağ hissedip onları durdurarak hiç tanımadığı kadın, erkek, çocuklarla sarmaş dolaş olup o anı tekrar hatırlayıp, yaşayabilmek adına fotoğraflarını çekmemi istiyor.
Üç saati bulan keşif yürüyüşümüz sonrasında “Kah bu evin rengi, kah bu evin şekli benziyor” dememize rağmen Gomidas’ın evini bulmamız mümkün olmamıştı.  

Tekrar deniyoruz
Ertesi sabah programımızda Çini Müzesi ve Kütahya Arkeoloji Müzesi ziyaretlerinin yanısıra Gomidas’ın evini bulmak için şansımızı zorlayacağımız Ermeni mahalleleri yer almakta.
Yusuf hocamız şehir dışına çıkmadan müzede çalışan Güzel Sanatlar okulundan arkadaşı İsa beyi aradığı için Müze’de de bir dostumuz olmuştu. Müzeyi dolaştıktan sonra İsa beye Gomidas’ın evinin fotoğrafını göstererek “Dün üç saat dolaşmamıza rağmen bulamadık. Bu evi görmüş olabilir misiniz?” diye soruyoruz. “Buna benzer bir iki ev biliyorum” demesi üzerini onun mesaisinin bitmesiyle birlikte tekrar yollara koyuluyoruz.
İlk olarak gittiğimiz evin rengi elimizdeki fotoğraftaki evin rengine uysa da tamamen farklı bir yapıya sahip olduğunu görüyorum ancak Digin Sofya Gomidas’ın evini bulmayı o kadar çok istemekte ki, bu farklılıkların her birine bir mazeret üretmeye hazır. “Buradaki pencere yerine duvar yapmışlardır. Kapıyı buraya taşımışlardır” dese de en sonunda o da o evin Gomidas’ın evi olmadığı gerçeğini kabul etmek zorunda kalıyor.
İsa bey “Rum kilisesi’ne gittiniz mi?” diye sormasa, yıkık olmasına rağmen hala ihtişamını korumaya devam eden o güzel kiliseyi ziyaret etmeden dönmüş olacaktık. Önceliğimiz Gomidas olduğu için tüm programımızı ona göre oluşturuyorduk. Öyle ki sadece Rum kilisesini ziyaret etmeye değil sevdiklerimize hatıralık eşya dahi almaya vakit bulamamıştık. Kilisede Kütahya’da yaşayan, ölen tüm iyi kalpli insanlar adına “Der Voğormiya”  ilahisini okuduktan sonra İsa beyin Gomidas’ın evine benzer bulduğu ikinci eve gitmek için yola koyuluyoruz.
Arabayı park ederken  “Ev bu sokakta” dediğinde, bir önceki gün aynı sokaktan geçtiğimizi hatırlıyorum. İsa beyin de bir zamanlar resim atölyesi olarak kullandığı evin önünde durmaktayız. Aslında bir önceki gün küçük pencereleri bulunan bu şirin ev beni bir şekilde çekmiş, ancak pencerelere odaklandığım için binanın bütününü görememiştim. Ama şimdi evin bütününü baktığımda aradığımız evi bulduğumuzu anlayabiliyorum.
Kitaplarda yer alan bu bilgiyi tekrardan teyit ettirmek gerekse de biz yine de onun ismiyle anılan bir mekanı bulmuş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Digin Sofya kapının önünde oturan kadınlarla kaynaşmış durumda. Özellikle içlerinden birine kanı kaynamış olduğundan durmadan onunla birlikte resim çektiriyor. İçeri girmeyi istesek de ev sahibini tedirgin etmemek adına fazla ısrarcı olmuyoruz. Bunun yerine karşı binaya girerek Ermenilerin yaşam alanlarını fotoğraflama şansım oluyor.
Küçük ölçekli binanın içinde en çok, yine küçük ölçeklere sahip olan dolaplardaki ince ayrıntılar dikkatimi çekiyor. Her bir ayrıntıyı fotoğraflayıp ev sahibine beni evine kabul ettiği için teşekkür ediyorum. Gomidas’ın evi olduğuna inanılan binanın fotoğrafını çektikten sonra aklıma yıkılan çamaşırhane geliyor. Beni oraya götürmelerini rica edince hemen yukarı sokağın köşesinde bulunan bir iki arabanın park ettiği arsayı gösteriyorlar bana.
Ben bu kadar etkilendiysem yetim Soğomon’un kah ağlayarak, kah şarkı söyleyerek dolaştığı bu sokaklara, 1912 yılında müzük dehası Gomidas Vartabed olarak döndüğündeki ruh halini düşünemiyorum bile…
Kütahya’dan ayrılırken eş dosta hatıra maiyetinde bir iki küçük hediye alabilmenin sevincini yaşasak da en büyük sevincimiz yanımıza Gomidas’ın mezarına konulmak üzere, onun ilahi okuduğu kilisenin önünde, onun için dua okurken yanmakta olan üç tane mumun kalıntısı, bir iki dal çiçek ve bir zamanlar onun gözyaşlarıyla ıslanmış bir avuç toprağı götürebilmek oluyor.
“Ap mı hoğ, tırçoğ hoğ Hayu artsunkov…”  (Bir avuç toprak, Ermeni’ninin gözyaşıyla ıslanmış) Gezi boyunca zihnimde Gomidas’ın şarkılarından daha çok bu şarkı dönüp durmuştu. Havaalanına giderken sözlerinde küçük bir değişiklik yaparak o şarkıyı okumaya devam etmiştim. “Ap mı hoğ tırçoğ hoğ Gomidasi artsunkov…”

Gomidas'ın evi
Gomidas’ın evi

Otelde Gomidas duyunca

Kalmakta olduğumuz otel odasının kapısı art arda vurulmaya başlayınca aklıma önceki akşam izlediğim dizideki otizmli doktorun hastasını kurtarabilme çabası içinde durmaksızın kapıyı vurduğu sahne gelmişti. Israrla vurulmaya devam eden kapıyı açmaya giderken “Şakacının biri aynı sahneyi canlandırmaya yelteniyor” diye düşünsem de Digin Sofya’nın halini gördüğüm an ortada bir şaka olmadığını anlamıştım.
Telaş içindeki Digin Sofya “Çabuk gel. Elindekini bırak. Çabuk, çabuk hemen gel” diyerek beni koridora sürüklemişti. Bir önceki gün Kütahya’dan da hissedilecek boyutta gerçekleşen 5.8 şiddetindeki İstanbul depremi nedeniyle, yaşanmakta olan o panik anını “Galiba tekrar deprem oldu” şeklinde yorumlamıştım. Ancak en ufak bir sarsıntı dahi hissedilmemekteydi. 
Asansörlerin bulunduğu alana gelmiştik ki Digin Sofya birden bire olduğu yerde durarak “Dinle! Dinle bak!” dedi.  Az önce yaşamakta olduğu tüm o telaş saniyeler içinde yok olmuş, yerini merak ve şaşkınlık duygusuna bırakmıştı. “İnanabiliyor musun? Gomidas çalıyor! Dinle bak” dedikten sonra müziği daha iyi duyabileceği açıyı bulabilmek adına kendi etrafında dönmeye başladığı an yaşamakta olduğumuz telaşın nedeninin Gomidas’ın çalan ezgileri olduğunu idrak edebiliyorum. 
Kendi ekseni etrafında dönmeyi tamamlayan Digin Sofya’nın gözleri yaşlarla dolmuş vaziyette.
150 yıl sonra tam da Gomidas’ın doğduğu günde, Gomidas’ın ezgilerinin doğduğu şehirde çalıyor olması onun yüreğinde sevinç, şaşkınlık, hüzün ve heyecanı aynı anda yaşamasına neden olmuştu. O kısacık süre zarfında birinden diğerine savrulup durduğu duygu yumağı o kadar güçlüydü ki ister istemez ben de etkileniyorum.
“Nerden geliyor bu ses? Bunu hemen kaydedelim” diye ricada bulunduğunda balkonda misafiriyle birlikte oturmakta olan otel müdürü Nazmi Beyin olup biteni anlamak istercesine bizi izlediğini fark ediyorum. Bir önceki gün bize yardım etmesi üzerine tanışma şansına sahip olduğumuz bu mütevazı insan o an Gomidas’a ait o güzel ezgilerin Kütahya’nın merkezindeki otelden gökyüzüne süzülmesini sağlayan kişi olmaktaydı.
Aynı sabah kahvaltıda çalan klasik müziği duyunca, etnomüzikolojinin öncülerinden biri olarak kabul edilen Kütahya doğumlu Gomidas’ın ezgilerinin kendi doğduğu topraklarda çalınmasının anlamlı olacağı fikrini Nazmi Bey’e aktarmış, onun da uygun görmesi üzerine kendisine Gomidas’ın eserlerini bulunduğu birkaç link vermiştim… 
“Grunk Usdi gukas dzarayem tsaynit…” (Turna nereden gelirsin. Sesine köle olayım)
Otelin balkonundan gökyüzüne doğru süzülen ezgiler gözyaşlarımı daha fazla tutmama engel oluyor…

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23090/kutahyada-adim-adim-gomidas-vartabedin-izinde

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın