İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarihin kurnazlığında Türkiye’nin ırkçılık tarihi

Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nin devamı olup olmadığı tarihçiler arasındaki bir tartışma konusudur. Ben devamı olduğunu düşünenlerdenim. Devamı olmadığını düşünenler Hegel’in bize kazandırdığı bir kavram ile “tarihin kurnazlığına” aldananlardır.

Türkiye’nin Osmanlı’nın devamı olması sadece kurumlar ve/veya hükümet etme tarzı ile sınırlı değildir. Aynı zamanda Osmanlı’nın kronikleşmiş yapısal sorunları da miras alınmış ve iyileştirme bir tarafa bu sorunlar doğal seyrinde metastaza uğrayarak yeni sorunlar doğurmuştur.

Dönem dönem rastladığımız yapısal sorunlara vurulan neşterler nev’inden olan yetki paylaşımı, yönetime iştirak, özgürleşme ve demokratikleşme hamleleri ya bir dış baskının sonucu veya bir iç sorunu dış destekle çözme niyetiyle yapılmış yapay ve geçici operasyonlardır. Bu operasyonların bir devlet politikasına dönüşme potansiyelinden dolayı, ilk fırsatta bu müspet teşebbüsler rafa kaldırılmış ve kadim geleneksel kötülük hükmünü icraya devam etmiştir.

Sultan Mahmut’tan beri durum aşağı yukarı böyledir. Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet, Cumhuriyet’in İlanı, Çok Partili Hayata Geçiş ve 2010 Referandumu hayat bulduğu anda ölüm fermanları imzalanmış ve kısa bir süre sonra dar ağacında sallanmışlardır.

Fransız Devrimi’nden sonra, milliyetçilik düşünceleri, tıpkı diğer emsali imparatorluklar gibi Osmanlı Devleti’ni de tehdit etmeye başlamıştı. Bir tarafta Avrupa’da “milli devletler” kurulurken, diğer tarafta imparatorluklar kozmopolit yapılarından dolayı milliyetçiliği bir tehdit ve tehlike olarak değerlendirmiş, ya alternatif düşünceler üreterek veya askeri tedbirler alarak milliyetçilik ile mücadele etmişlerdir.

Osmanlı Devleti de milliyetçilik düşünceleri ve hareketlerine karşı önce Osmanlıcılığı, sonra Hıristiyan Balkan uluslarının ayrılması ile İslamcılığı ve son olarak Müslüman Arapların ayrılması ile Türkçülüğü bir devlet politikası olarak benimsemiştir. Türkçülük, İkinci Meşrutiyet’ten kısa bir süre sonra devlet politikasına dönüşmeye başlamış ve günümüze kadar değişik metastazlara uğrayarak milliyetçilik ile ırkçılığa varan geniş bir yelpazede değişik temsillere inkılap etmiştir.

Bu paragraftaki bilgilerin hepsi doğru olmakla beraber, tarihin kurnazlığında büyük bir hakikatin üzeri örtülmektedir. O da Osmanlı Devleti’nin, kendine münhasır, ırkçılık temelinde kurulan bir devlet olmasıdır. Fransız Devrimi’nin yaydığı milliyetçilikle mücadele etme görüntüsü büyük bir örtü gibi bu ırkçılığın üzerini örtmektedir. Kadim geleneksel kötülükten kastettiğimiz budur.

Türklerde yerleşik olan geleneksel inanca göre ancak soy sop bakımından, diğer oba, oymak ve boylardan daha üstün olan oymak, bütün insanları idare etme yetkisine sahiptir. “Kut” adı verilen bu anlayışa göre, bu yetki Tanrı tarafından verilmiştir ve kutsaldır. Kan yolu ile geçen bir kutsallık ve üstünlükten dolayı Osmanoğulları kendilerini Kayı Oymağı’na dayandırmışlardır.

Bu düşünce İslam ile beraber dini bir hüviyet kazanmış ve Osmanlı padişahları kendilerini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak görmüşlerdir. Kutsal sayıldığı için Osmanlı hanedan mensuplarının kanlarının dökülmesinin uğursuzluk getireceğine inanılırdı. İsyanlarda bile hanedan mensupları öldürülürken kanları dökülmeden öldürülürdü. Mesela Yeniçeriler Genç Osman’ı, kement ile boğarak öldürmüşlerdi. Hanedan mensubu olup tahta tehdit oluşturduğuna inanılan küçük yaştaki çocuklar ve bebekleri de boğarak öldürüyordu kadim kötülük. Kendi bebeklerini öldüren bir anlayışın, muhaliflerin bebeklerini hapse atmalarına şaşılması, asıl şaşılacak durumdur.

Ortaçağ Avrupası’nda da benzer düşünceler elbette vardı. Belki de bundan dolayı Aydınlanma dönemine kadar Avrupa’ya karşı işlevsel olan bu tarz ırkçılık, Aydınlanma döneminden sonra devletin kendini yenilemesinin ve çağın gereklerine ayak uydurmasının önündeki en büyük engel olmuştu. İmparatorluk bünyesindeki farklı ırklara, dinlere ve mezheplere mensup olanlar hanedan için bir tehlike olarak görülmüş ve onlarla mücadele edilmiştir. Milli devletlerin kurulduğu ve tayin edilmiş sınırlardaki halkların bir biçimde yönetime iştirak etmeye başladığı bir dönemde Osmanlı hanedanı, en çok yönetimin paylaşılması gerektiği düşüncesi ile mücadele etmiştir.

Ben buna ırkçılık diyorum. İtirazı olanlar ırkçılığı nasıl tanımlıyorlar acaba?

Osmanlı hanedanının etkisini iyice kaybetmesi ile kendini Türkçülük şeklinde yenileyen kadim ırkçılık, İkinci Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra hayat buldu. Ama ortada bir sorun vardı. Misak-ı Milli’yi bir coğrafya tasavvuru olarak kabul edersek, bu coğrafyada kendini Türk olarak tanımlayan nüfus, tanımlamayanlardan daha az idi. Kendini Türk olarak tanımlamayı bir “Türklük bilinci” olarak algılasak bile, bunun “Türk milleti bilinci” olduğunu söylemek neredeyse imkansızdır. Mahdut sayıda jakoben entelektüelin ileri sürdüğü bir iddiadan ibaretti Türk milleti bilinci.

Öyle ise kutsal devleti yaşatmak için onun dayanacağı bir Türk milleti ve onun bilinci inşa edilmeliydi. Zaten Benedict Anderson da milletin; vasıfları ile hayal edilmiş, belli özellik ve sınırlar ile sınırlandırılmış ve bu sınırlılık içinde egemen olduğu düşünülmüş, icat ve inşa edilmiş bir siyasal topluluk olduğunu söylemiyor mu? İnşa ve icat edilen bir siyasal yapının, gerçek ve bütün bir varlık gibi tasavvur edilmesi de tarihin kurnazlıkları arasındadır.

Ama yine de bir sorun vardı. Ne Türklük bilinci ne de Türk milleti bilinci bir birlik oluşturmak için henüz yeterli değildi. Üstelik merkez ile taşranın bu kavramlardan anladıkları farklı şeylerdi. Bundan dolayı daha kuvvetli bir çimentoya ihtiyaç vardı. Aranan çimento dinde bulundu. İslam. Ziya Gökalp İslam’ı Türkçülüğün en önemli esaslarından biri olarak tarif etmişti. Bundan dolayı Anadolu’nun bütün Müslüman unsurları Türklüğün bir parçası yapılmalıydı. Yani Türkleştirilmeli idi.

Her ne kadar Osmanlı Devleti’ndeki unsurlar arasında milliyetçiliğin yayılması Fransız Devrimi ve yabancı devletlerin Osmanlı’daki azınlıkları kışkırtmasına bağlansa bile, kanaatimce, temel ve dip sebep Osmanlı Devleti’nin, yukarıda izah etmeye çalıştığımız, ırkçılığıdır. Rumların, Sırpların, Bulgarların ve Ermenilerin milliyetçiliğe sarılmaları daha çok Kayı boyu ırkçılığına karşı geliştirilen bir reaksiyon olduğu söylenebilir. Eğer İngilizlerin Magna Carta’sına benzeyen Sened-i İttifak ile başlayan süreç başarılı bir şekilde geliştirilebilseydi, Osmanlı Devleti’nin akıbeti farklı olabilirdi.

1876’da Abdülhamit’in tahta gelme karşılığından kerhen kabul ettiği Meşrutiyet idaresi gereği, Meclis’in açılması için seçim çalışmalarına başlandı. Hazırlanan geçici seçim kanununa göre 130 sandalyeye sahip olacak Mebusan Meclisi’nde 80 Müslüman 50 de Gayr-ı Müslim vekil bulunacaktı. Muhakkak ki bu oran şehirlerin dini demografisine göre belirlenmişti.

Bütün Osmanlı’yı değil de bugün yaklaşık olarak Türkiye sınırları içinde kalan seçim bölgelerinde seçilen vekillerin dini kimliklerine baktığımızda durum yaklaşık olarak şöyle idi:

İstanbul: 5 Müslüman 5 Gayr-ı Müslim

Ankara: 2 Müslüman 1 Gayr-ı Müslim

Edirne: 4 Müslüman 4 Gayr-ı Müslim

Bursa: 2 Müslüman 2 Gayr-ı Müslim

Adana: 2 Müslüman 1 Gayr-ı Müslim

Diyarbakır: 2 Müslüman 1 Gayr-ı Müslim

Sivas: 2 Müslüman 1 Gayr-ı Müslim

Trabzon: 2 Müslüman 1 Gayr-ı Müslim.

Konya: 2 Müslüman 1 Gayr-ı Müslim

Aydın: 3 Müslüman 2 Gayr-ı Müslim

Erzurum: 2 Müslüman 2 Gayr-ı Müslim

Halep (Kahramanmaraş’a kadar dahil): 3 Müslüman 1 Gayr-ı Müslim

Kastamonu: Sadece 2 Müslüman vekil seçilmişti.

1877’de Türkiye’yi 33 Müslüman vekil, 22 de Hristiyan vekil temsil etmişti. Üstelik Hristiyan nüfusun herhangi bir bölgede yoğunlaşması da söz konusu değildi. Neredeyse Türkiye’nin her yerinde Hristiyanların kendi temsilcilerini seçebilecek bir nüfuslarının olduğu görülüyor. Buna göre mezkûr tarihte Türkiye’nin nüfusunun yaklaşık olarak %60’ının Müslüman, %40’ının Gayr-ı Müslim olduğunu tahmin edebiliriz. Aslında 1844 yılına ait nüfus verileri de bu rakamı teyit etmektedir. Güvenilir kaynakların aktardığına göre, halkının çoğunluğu Hristiyan olan Macaristan, Transilvanya, Voyvodina, Yunanistan ve Gürcistan Osmanlı’dan çıktığı halde Osmanlı’nın elinde kalan topraklarda nüfusun %41 Hristiyan ve %58’i de Müslüman idi.

(Kaynak: Şener Aktürk: Osmanlı Devleti’nde dini çeşitlilik: Farklı olan neydi?)

İstibdat devrinden itibaren Osmanlı Devleti’nde yoğun bir nüfus hareketi meydana gelir. Bir taraftan kaybedilen topraklardaki Müslüman nüfus Türkiye’ye doğru kaçarken, diğer taraftan Türkiye içindeki Gayr-ı Müslim nüfus üzerinde devletin ve Müslüman halkın baskısı beraberinde Gayr-ı Müslimlerin Türkiye’den kaçışlarını hızlandırıyordu. 1914 yılına geldiğinde Türkiye içindeki Hristiyan nüfusun oranı yüzde 40’tan yüzde 20’ye düşmüştü.

Şener Aktürk’ün aktardığına göre 1914-1924 yılları arasında ise daha büyük bir kıyım gerçekleşti. Kalan yüzde 20’lik Hristiyan nüfus 10 yıl içinde yüzde 2’ye düştü. Böylece Türkiye en azından dini bakımdan homojen bir yapıya dönüşmeye başladı. Aşağıdaki tablo Türkiye’nin tek renge dönüşmesi serüveninde 1927’de geldiği durumu göstermektedir.

© Ahval Türkçe

Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Ahval’in yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.


Ahval News

Yorumlar kapatıldı.