İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Resmi ideoloji ve kuzuların sessizliği

Ohannes Kılıçdağı

Bana daha ilginç gelen kurbanların ‘o anki’ psikolojisi, ruh ve duygu durumu. Evlerini arkalarında bırakıp yola çıkmaları söylendiğinde hissettikleri, gösterdikleri teslimiyet, uysallık…Bazen binlerce kişilik kafileye kilometrelerce sadece bir avuç muhafız eşlik ediyor, nasıl olabilmiş?

Türkiye’de ve başka yerlerde muktedirlerin resmi ideolojisi gözlere tutulmuş parlak bir fener gibidir. Herşeyi kapyalan ‘ışık’ bakışı köreltir. Hem bugüne hem geçmişe dair asıl sorulması gereken soruları gözden kaçırır. Kafanızı öte yana çevirmeyi başarırsanız, ilk başta yabancısı olduğunuz ‘karanlık’ sizi ürkütse bile, gözleriniz karanlığa alışınca gerçekten görmeye başlarsınız. 
Beklenebileceği ve bilindiği üzere bu mekanizma Türkiye’de Ermeni Soykırımı konusunda pek güzel çalışır. İnkarcı tavır ve politika, birarada tutmaya çalıştığı ‘kendi’ kitlesinin bakışını daraltmakla (ve duyarlılığını köreltmekle) kalmaz, aslında ona karşı olanları da, “Soykırım olmadı” inkarının karşısında sürekli bir, “Soykırım oldu”yu ispatlama çabası içine sokarak konunun başka kritik boyutlarının gölgede kalmasına yol açabilir. Örneğin, Ermeni Soykırımı söz konusunda, “Ermeniler topluca isyan etti” tezi o kadar sık tekrarlanmıştır ki, özellikle resmi ideolojiye inanma refleksiyle büyümüş kuşaklar adeta hipnotize olmuşlar ve asıl soru olan, “Yollara sürülen bir milyondan fazla insan, bir iki yer istisna, nasıl oldu da ‘kuzu kuzu’ o yola çıktılar ve nasıl ‘kuzu kuzu’ öldüler?” sorusunu sormak akıllarına gelmemiştir. Bir halk nasıl hem topluca isyan içinde olur hem de “Hadi bakalım, gidiyorsunuz” dendiğinde yollara düşer? Yani asıl soru, Ermenilerin neden isyan ettiği değil, neden isyan etmediği veya edemediğidir.
Benimse bu konuda az çok bilinçlenmeye başladığım ilk günlerden beri kafama takılan Ermenilerin nasıl bu kadar kolay ve yaygın biçimde imha edildikleri, niye direnemedikleri olmuştur. Dediğim gibi, Van ve Musa Dağ gibi bir iki istisna hariç toplu bir direniş olamamıştır. Onun haricindekiler bir avuç bireyin veya asker kaçağının sınırlı direnişidir. 

Ermeniler neden direnemedi?

“Ermeniler neden direnemedi?” sorusuna ‘mantıklı’ cevaplar verilebilir. Mesela, böyle bir direnişe önayak olacak kadrolar hem merkezde hem taşrada önceden derdest edilmişlerdi zaten. Ayrıca, gene yerelde böyle bir direnişin kas gücü olacak genç Ermeni erkek nüfus Birinci Dünya Savaşı sebebiyle Osmanlı ordusunda askere alınmıştı, yani hepsi köylerinde kasabalarında dağınık halde olacaklarına orduda toplanmış, böylece kolayca imha edilebilir hale gelmişlerdi. Memleketlerinde dağınık halde kalsalar hem kendilerinin hem de o köy ve kasabaların Ermeni ahalisinin imhası muhtemelen daha zor olacaktı. (Ne acı bir ironidir ki, ondan daha altı sene evvel Ermenilerin Osmanlı ordusunda askere alınmaları için en ateşli konuşmaları Osmanlı meclisinde gene Ermeni mebuslar yapıyordu. Ne bilsin garipler, kendi halklarının nihai imhasını kendi elleriyle kolaylaştırdıklarını.)
Bunlar ve bunlar gibi unsurlar şüphesiz direnememe durumunda çok etkili olmuşlardır ama bana daha ilginç gelen kurbanların ‘o anki’ psikolojisi, ruh ve duygu durumu. Evlerini arkalarında bırakıp yola çıkmaları söylendiğinde hissettikleri, gösterdikleri teslimiyet, uysallık…Bazen binlerce kişilik kafileye kilometrelerce sadece bir avuç muhafız eşlik ediyor, nasıl olabilmiş? Başka ilginç bir nokta, X eyaletinden veya şehrinden sürülmüş Ermeni kafileleri perperişan Y şehrine geliyor. Henüz yola çıkarılmamış olan Y şehrinin Ermenileri onların bu halini görüyor, hatta yardım edenler oluyor. Belki birkaç hafta belki bir iki ay sonra aynı şey Y şehrinin Ermenilerine yapılıyor. Yani onlar da sıranın kendilerine gelmesini beklemişler. Yanlış anlaşılmasın, bu soruları zinhar yargılamak maksadıyla sormuyorum; bana ilginç gelen bir sorunu anlamak için soruyorum. Belki de, gerçekten yapabilecekleri hiçbir şey yoktu ama ne düşündüler? Bu konuda hiçbir şey bilmiyor değiliz tabii, elimizde anılar vs. var. 

“Hitler’in tuttuğu söz”

Tabii bu sorular sadece Ermeni soykırımı kurbanları için değil bütün soykırımlar için sorulabilecek sorular. Karşılaştırmalı çalışmaların önemini tekrar etmeye gerek yok. Nitekim, bu günlerde okuduğum bir kitap kurbanların psikolojisi konusunda önemli veriler sunuyor. Bu, Adolf Folkmann adında Lvov şehrinden bir Polonya Yahudi’sinin “The Promise Hitler Kept” (Hitler’in Tuttuğu Söz) isimli anıları. Savaşın başından Temmuz 1943’e kadar Lvov’da kalıyor ve hem Sovyet hem Nazi işgalini yaşıyor. O yaz sonunda Polonya’dan ayrılarak, uzun bir hikaye sonucunda İsveç’e kendini atmayı başarıyor. Orada, sözünü ettiğim anılar kaleme alınıyor. 
Folkmann, İsveç’te sıkça karşılaştığı sorulardan bir tanesinin neden kendilerini güvenceye almadıkları, neden “bir şeyler yapmadıkları” olduğunu söylüyor. Geriye bakıp düşündüğünde cevap olarak şunları söylüyor (atlaya atlaya tercüme ediyorum): “O zaman hatta daha sonra bile biz Yahudiler durumumuzun ne kadar ciddi olduğunu, bizi tehdit eden tehlikenin büyüklüğünü anlamadık…Polonya’da daha önce de Polonyalılar tarafından gerçekleştirilen pogromlar olmuştu ama birçoklarımız onları sağ salim atlatmıştı…1942’ye gelene kadar şu son acılarımızın öncekilerden farklı olduğunu düşünmemiz için bir sebep yoktu, belki biraz daha şiddetliydi sadece. Almanların yaptığı eziyetlerin, bize karşı çıkardığı özel kanunların tekimize kadar bizi temizlemeyi amaçladığını düşünmek için bir sebebimiz yoktu. Onun için de, her birimiz yeterince akıllı olursa hayatta kalabileceğini umut ediyordu ve hepimiz kendimizi çok akıllı zannediyorduk…Ortadan kaybolan Yahudilerin sayısının artması, birçok Yahudi ailesinin yaşadığı trajediler, çoğumuza tekil talihsizlikler olarak görünüyordu, sayılarının giderek artmasına rağmen. Kalanlarımız, hala yeterince dikkatli olursak bunu da atlatabileceğimizi düşünüyorduk….Hiçbirimiz Nazilerin nihai amacının bizim fiziksel imhamız, Yahudi ırkının ortadan kaldırılması olduğundan şüphelenmiyordu. Hiçbirimiz bundan şüphelenmiyorduk çünkü hiçbirimiz böyle bir şeyin makul surette mümkün olabileceğini düşünemiyorduk.” 
Folkmann’ın ibret alınabilecek daha çok sözü var. Üstüne de çok şey söylenebilir ama daralan yerimiz dolayısıyla, muktedirlere karşı uyanık olmanın, felaket kapıyı çalmadan ‘normal zamanlarda’ örgütlü olmanın ve insanın insana yapabileceği herhangi bir kötülük ihtimali için “O kadar da olmaz” dememek gerektiğinin altını çizmekle yetinelim şimdilik. 

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/22842/resmi-ideoloji-ve-kuzularin-sessizligi

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın