Üsküdar Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nin emektar müdürü Hayk Nişan, 15 Haziran’da 71 yaşında hayatını kaybetti. 20 Haziran’da Kumkapı Surp Asdvadzazin Kilisesi’nde son yolculuğuna uğurlanan Nişan’ı cenazesinde Tıbrevank camiası, dostları, öğrencileri, meslektaşları ve toplum yalnız bırakmamıştı. Hayk Nişan’ın Kanada’nın Toronto şehrinde yaşayan kardeşi Murat Nişan, abisinin ölüm haberini alır almaz İstanbul’a geldi. Bir süredir İstanbul’da bulunan 68 yaşındaki Murat Nişan, 1983’te abisi Hayk’ın tutukluluğunun sona ermesinin ardından Toronto’ya yerleşti. Murat Nişan ile Hayk Nişan’ın Diyarbakır’da başlayan ve İstanbul’da devam eden yaşamını, haksız 19 günlük tutukluluğunu, 1960’lardaki Diyarbakır Ermeni toplumunu, aile hayatını ve abisinin son günlerini konuştuk.
Abiniz Hayk nişan, önce Karagözyan ardından Tıbrevank’ta eğitim aldı. İstanbul’da eğitim almasına kim ön ayak oldu?
Hayk’ın Dikranagert’ten (Diyarbakır) yolunun kesildiği tarihten evveli var. Bir Vartabed [Rahip] geliyor ve Tıbrevank Okulu’ndan olduğunu söylüyor. Dikranagertliler bu öneriyi kabul etmiyor ve “Biz çocuklarımızı okula göndermeyiz, çocuklarımızdan ayrılamayız” diyor. O sırada gerçek manada ortaokulu bitirmiş tek bir kişi var, o da şu an Surp Giragos Kilisesi Vakfı Başkanı Vartkes Ergün Ayık’ın babası. Biz kendisine ‘Paşa Dayı’ ya da ‘Paşa Ayık’ derdik. Kendisinin sözü dinlenirdi. O evinde bir parti veriyor ve Diyarbakırlıların hepsini topluyor. Kendisi diyor ki, “Kardeşim, siz çocuklarınızı göndermiyorsunuz ama konuştuğunuz Ermenice 100-150 kelimeyi geçmiyor, kültürel bir şey üretemiyorsunuz. İstanbul’da böyle bir okul var ve hepimiz için bir şanstır.” Herkesi bu sözlerle ikna ediyor. Aralarında Mıgırdiç Margosyan’ın da bulunduğu bir grup çocuk eğitim için İstanbul’a geliyor. Ardından gelenlerin sayısı artıyor. Abim Tıbrevank’a üçüncü nesil gidenlerden. O çok zeki bir çocuktu; kendisi Karagözyan’da ilkokul birinci sınıfa gittiğinde onu üçüncü sınıfa alıyorlar. Abim Karagözyan’a gittiğinde Diyarbakır’dan ayrılışı onda travma yarattı. Büyük ablam Mari buraya gelmişti; cumartesi ve pazar günleri kendisine yardımcı oldu. Abim Karagözyan’ı bitirdiğinde saçkıran oldu. O günlerdeki şartlar ve ihmallerden ötürü bir daha saçı çıkmadı. Daha sonra Tıbrevank’a gitti. Ben 1968’de Diyarbakır Lisesi’ni bitirip İstanbul’a geldim. Geldiğimde abim Tıbrevank’ta belletmenlik yapıyordu. Ben “Abi, sen çalışıyorsun, ben de çalışıp okuyayım” dedim. Diyarbakır’daki eğitim hayatım boyunca psikoloji ve edebiyat öğretmenlerimin bana çok katkısı oldu. Aklımda ya psikolog ya da avukat olma fikrim vardı. İstanbul’a geldiğimde kendimi bu iki mesleğe hazırlamıştım. Abim o zaman fizik-matematik bölümünde okuyordu. Bana “Bak Murat, bir şeyler yapmamız gerekiyor. Ben öğretmenlik okuyorum ama sen mühendis ol” dedi. Ben farklı hayaller kurarken abimin bu gerçekçi fikrini dinledim ve İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde okuyup mezun oldum. 10 yıla yakın süre İstanbul’da inşaat sektöründe çalıştım. Abim 1981’de hiçbir gerekçe olmadan tutuklandı. 19 gün hapis yattı. O zaman yurtdışına gitme kararı aldım. 1983’te Kanada’nın Toronto şehrine gittim.
Baron Hayk’ın 19 gün tutukluluğunda gerekçe neydi?
Suçu olmadığı daha sonra anlaşıldı. Zaten bir gerekçesi olsaydı öğretmenlik yapamazdı. Suçu olmadığına dair kâğıt kendisine verildi. Benim abim çok hümanist bir insandı; siyasi şeylerle çok ilgilenmezdi ama bir fikri vardı. Ama gösteriş meraklısı bir tip değildi. Karşısındaki insandan hiçbir şey beklemeden veren birisiydi. Hayatı boyunca özel ders dahi vermemiştir. Bütün herkes özel ders verirdi. Ben de “Abi, bize para lazım, sen fizik ve matematik özel dersi ver” dedim. Bana, “Eğitim, herkese eşit verilmeli ve hiç kimsenin eğitiminden para alınmamalı” dedi. Ömrünün sonuna kadar da bu fikirle yaşadı.
Baron Hayk tutuklandığında siz kendisiyle iletişim kurabildiniz mi?
Tutukluluğu sırasında kendisiyle iletişim kurabilmemiz mümkün değildi. Çünkü bize söylenen yerlerde değildi. Mesela bize Gayrettepe’de dediler, oraya gittik “öyle biri yok” dediler. Daha sonra askeri kışlaya gittik yine aynı cevabı aldık. Biz kendisine verilmesi için kıyafetler teslim ediyorduk ama hiçbiri eline geçmemiş. İletişim kuramadık o dönem. Daha sonra bir sürü insandan yardım bekledik ama kimse yardımcı olmadı. O dönemde Ermenilere karşı bir tavır vardı. Toplumumuzdan da bir yardım görmedik. Belki yardım etmek isteyenler vardı ama onlar da çekiniyordu. Çünkü Tıbrevank’ta sol görüşlü kişilerin olmasından ötürü kimse Tıbrevank’a sempati duymuyordu. Biz bunları çok normal karşıladık. Abim de bunlardan ötürü kimseye kin beslemedi. Ben kendisinden otobiyografisini yazmasını istedim ama yazmadı. Ben yaşadıklarımı yazıp, kitap haline getirmek istiyorum.
Onun tutukluluğu bittikten bir yıl sonra siz Toronto’ya yerleştiniz. Peki, kendisini yurtdışında yaşaması için ikna etmeye çalıştınız mı?
Ben vatandaşlık aldıktan sonra ağabeyimi çok rahat buraya getirebilirdim. Kendisiyle de bunu konuştuk. Kendi mesleğini yapmasa bile başka bir meslekte çalışabileceğini söyledim. Ben mühendis olmama rağmen başka meslek gruplarında çalışıp geçimimi sağladığımı söyledim. Abim bu fikre yanaşmadı. Görebildiğim kadarıyla o bir misyon adamıydı. Kendisine eğitimci misyonunu yüklemişti ve bu misyonla hareket ediyordu. Kendisi Tıbrevank’tan mezun olduktan sonra orada okuyan her çocuğa yardım etmeye çalışıyordu. Ben iki üç yılda bir Türkiye’ye geliyordum. O da birkaç sefer Kanada’ya geldi. Fakat hiçbir zaman yurtdışında yaşamak istemedi.
1960’larda Diyarbakır’daki Ermeni toplumunun sorunları nelerdi?
Biz Diyarbakır’da 1200 kişilik bir toplumduk. Her pazar Surp Giragos Kilisesi’ne giderdik. O dönemde Surp Giragos’un büyük kısmı Sümerbank deposuydu ve ama orada küçük bir okul vardı orayı kilise haline getirdik ve her pazar kiliseye giderdik. Orada herkes birbirine yakındı. Çoğu zanaatkardı; çoğu terzi, marangoz -babam da marangozdu-, kuyumcu ve birçok meslekte çalışan insanlarla birlikte yaşardık. Hiçbir siyasi görüşe angaje değildik. Oradaki hayatımız tamamıyla kapalı bir cemaat hayatıydı. Bir siyasi harekete katılmaktan çekinirdik. Evde Ermenice, dışarıda Türkçe konuşurduk. Benim babam çok meşhur bir marangoz ustasıydı; kaval ve zurna yapardı. O bize bakabiliyordu. Hayatımızı sürdürüyorduk ama rahat değildik. Mesela papaz mezarlığa giderdi, gidene kadar insanlar taş atardı. Papaz dışarıda tıraş dahi olamazdı. Orada bizi sevdiklerini söyleyemem. Diyarbakır çok kozmopolit bir şehirdi. Ermenilerin dışında Süryaniler, Keldaniler, Ezidiler de vardı. Bu gruplarla yakındık ama aramızda bir sevgi ilişkisi yoktu. Bizler çok sanatkâr insanların çocukları olduğumuz için millet bize gelip iş yaptırıyordu ama hiçbir sempati beslemezlerdi. Bizim yaptığımız işleri de başka kimse yapamazdı. Bize ne derlerse biz karşı koymazdık. Herkes bizi “çok iyi insanlar” diye lanse ederdi. Bize hakaret etseler dahi sesimizi çıkarmazdık. Dinden ötürü bizi çok rahatsız ederlerdi.
Hayk Nişan’ın Tıbrevank sevgisi farklıydı. Öğrencisi oldu ardından belletmen olarak çalıştı. Öğretmenliğini başka bir okulda sürdürme fikri var mıydı?
Benim abim galiba Feriköy ve başka iki okulda daha öğretmenlik yaptı. Fakat Şınorhk Kalustyan, patrikliği döneminde Tıbrevank’a Karekin Bekçiyan’ı müdür olarak görevlendirmek istiyordu. Fakat Bekçiyan bir türlü buraya gelemedi. Kalustyan, Hayk Nişan’ı çok severdi. Aralarında baba – oğlu ilişkisi vardı; abime müdürlük teklif etti. Zaten abim Tıbrevank’tan hiç kopmadı. Oradaki dostluk ortamı onu çok etkilemişti. Paylaşma duygusu üst düzeydeydi. Tıbrevanklıların durumu ekonomik olarak pek parlak değildi. Herkes sinemaya gidemezdi. Yaşar adlı bir arkadaş radyo yapmış. O radyoyu herkes kullanırmış. Kendisi sol görüşlü olduğu için tutuklanmış; tutukluluğu bittikten sonra da sol görüşten uzaklaşmıştı. Şöyle anlatırlardı; biri sinemaya giderse o kişi sinemayı arkadaşlarına anlatırdı. Çocuğun üstüne giyeceği tişörtü yok. Birisi tişört, diğeri ayakkabısını veriyor. Fazla para da yok. Üsküdar’dan vapura binecek ama dönüş için parası yok. Aralarında para topluyorlar. Çocuk gidiyor filmi seyrediyor. Dönüşte çocuk vapurun kalkmasını bekliyor ve vapura atlayıp okula öyle dönüyor. Zor şartlar altında gelip filmi arkadaşlarına anlatıyor. Biz Diyarbakır’dan yağ, peynir yollardık. O yolladıklarımızı dağıtırdı. Bazen abim arkadaşlarını alıp Diyarbakır’a getirirdi ya da arkadaşlarıyla Kayseri ve Amasya’ya giderdi. Abimin arkadaşlarıyla olan dostluğu ölümüne kadar devam etti.
Abiniz 36 yıl müdürlük görevini sürdürdü. Kendisinden hiç artık yorulduğuna dair bir şeyler duydunuz mu?
Ben kendisine “Bak abi, bu bir bayrak yarışı. Sen bu bayrağı aldın ve birisine teslim etmelisin” dedim. Kendisi “Kimse yok. Teklif etsem dahi kimse kabul etmez” dedi. 1990’larda Tıbrevank zor zamanlar geçirdi. Tüm malları elinden alındı. Ben Toronto’ya gitmeden önce mühendis arkadaşımla beraber okula ait akarların rölövesini çıkarttık. Sonra hükümet bir kararla bunları ellerinden aldı. Vakıf statüsüne uymadığı söylendi. Oradan bir gelir geliyordu fakat o da yok. Yönetim kurulu değişmiyor, toplanamıyor. Abim bu konuda çok sıkıştı. Diğer okullardan da yardım gelmiyordu ama toplumun bazı kesimlerinden yardım geldi. Abim Ankara’ya gitti. Kendisi yasal yollara her zaman başvururdu, mücadeleci bir yapıya sahipti. Tıbrevank’ın anahtarını Milli Eğitim Müdürü’ne uzatıyor. Kendisi bu sorunun çözüleceğini fakat hemen sonuçlanmayacağını söyleyip müsteşara yönlendiriyor. Müsteşar, Tıbrevank’ın özel okul statüsüne geçmesi gerektiğini söylüyor. Kendisine hem okulun patronu hem müdürü ol dediler. Ben o zamanlar buradaydım. Kendisine emekli olması gerektiğini ve ağır stres altına girmemesi gerektiğini söyledim. Kendisi statünün verilmesini bekleyeceğini söyledi. Statü verildikten sonra da abim istifa etti. Burada enteresan bir durum daha var. Abim bir yardım görmedi ama asla kimseye kin beslemedi. Tıbrevank’tan ayrıldıktan sonra Özel Okullar Derneği’ne girdi ve orada yarı zamanlı görev aldı.
Hayk Nişan, öğrencilik zamanında başka meslek yapma fikri aklına gelmiş midir?
Baron Hayk belletmenlik yapmadan evvel eniştemizin Kapalıçarşı’daki kuyumcu atölyesine gidiyordu. Hatta kuyumculuğu da öğrenmişti. Eniştem vefat etmeden önce bize teklifte bulunmuştu. Atölyeyi üç kardeş yürütebileceğimizi söyledi. Abim, “Murat ilk olarak biz kolay kolay anlaşamayız. İkincisi ben bir eğitim aldım” dedi. Abime eğitim hayatında çok olumlu yön veren bir hoca vardı: Vahan Acemyan. O abimi çok severdi. Kendisi çok değerli bir insandı. Abim, “Öğretmenlik yapmak istiyorum” deyip başka hiçbir şey düşünmedi. İsteseydi yapardı ama istemedi.
Baron Hayk’ın tutukluğunun ardından siz yurtdışına yerleştiniz. Bu hadise olmasaydı yine de gider miydiniz?
Abim tutuklanmasaydı herhalde gitmezdim. Çünkü burada mühendislik yapıyordum, çevre edinmiştim. Ben gittikten sonra inşaat sektöründe yükseliş yaşandı. Kalsaydım bu olumlu yükselişin içerisinde yer alabilirdim. Arkadaşlarım çok önemli mevkilerde yer alıyor ve durumları gayet iyi. Yurtdışına gitmem bana maddi anlamda çok büyük bir artı sağlamadı. Ama hayatımdan oldukça memnunum. Emekliyim, iki çocuğum var; biri öğretmen diğeri elektrik teknisyeni. Ama abim o olayı yaşamasaydı ben kolay kolay gitmezdim.
Diyarbakır’da bir gününüz nasıl geçiyordu?
Babam Dikran Nişan sevgi dolu bir insandı. Rahmetli annem Bayzar çok dirayetli bir insandı. Ben onun kadar cesur birini görmedim. Biz altı kardeştik ve birbirimize sevgiyle bağlıydık. Bir kilerimiz vardı içi erzakla doluydu. Çok mütevazı bir hayat yaşıyorduk. Kuzenlerimizle sık sık vakit geçirir, pazarları kiliseye giderdik. Bir nevi orada komün hayatı sürdürüyorduk. Kardeşlerimiz arasında asla kavga etmezdik. Hayk beni ben de onu çok severdim.
Baron Hayk’ın son yılları nasıl geçti?
Bundan iki sene önce bir ameliyat geçirdi. Ben gelip yanında oldum. O ameliyat istediği gibi sonuçlanmamıştı fakat kendini idare etti. Bu son durumu aniden oldu. Kendisiyle görüştüğümde yanında olup elimden geleni yapmak istediğim söyledim. Kendisi “Murat bana hiçbir şey yapamazsın. O kadar kötü bir durumdayım ki sağdan sola dönemiyorum, aldığım ilaçlar bile acıyı dindirmiyor. Sen geleceksin de ne yapacaksın” dedi. Ben bu sözlerini unutmadım, günlerce onun için dua ettim. Fakat ölüm haberini duyduğumda çok kötü oldum. 14 Haziran Cuma günü kızı Selin bana abimin uyandırıldığını, durumunun iyiye gittiğini söyledi. Ben de o akşam Tıbrevanklı iki arkadaşımızla yemek yedim. Gece abimin ölüm haberi geldi. Haberi alır almaz İstanbul’a geldim. Abim çok mücadele etti. Halkın cenazesinde ona gösterdiği ilgiye çok teşekkür etmek istiyorum. Cenazesi çok kalabalıktı. Tıbrevank ailesi kendisine yakışır şekilde onu uğurladı. Çok müteşekkir oldum.
Abiniz son günlerinde bile Ermeni toplumunun eğitim sorunu üzerine fikirler yürütüyordu, değil mi?
Evet, hastalığı döneminde bile Tıbrevank’ı düşünüyordu. Orayla ilişkisini hiçbir zaman koparmadı. Hastalık öncesinde de zaten Müteveffa Patrik Mutafyan ve Patrik Genel Vekili Başepiskopos Aram Ateşyan ile sık sık eğitim sorunu üzerine konuşudu. Aramyan – Kalfayan –Tıbrevank birleşme projesi üzerine de çok düşünüyordu.
Abinizin Ermeni toplumundan şikayetçi olduğu zamanlar da oldu mu?
İnanmayacaksınız ama olmadı. Abim, toplumda çok fazla sıkıntı görmesine rağmen asla vazgeçmedi. Biz ‘68 kuşağıyız. Dünyayı kurtarmak gibi bir hedefimiz vardı. Biz bırak dünyayı kurtarmayı kendimizi dahi kurtaramadık. 68 kuşağının “Biz problemin bir parçası değil, çözümün bir parçası olmak zorundayız” şeklinde bir sloganı vardı. Abim hiçbir zaman şikâyet etmiyordu. Ben onun yaptıklarını, mücadelesini hayranlıkla seyrediyordum. Ben onun yerinde olsam pes edebilirdim ama o etmedi. Ona hayrandım.
İlk yorum yapan siz olun